22 Aralık 2008 Pazartesi

Bağlanma Hayata

“Yazıyor,seri katilin son kurbanı,taze baskı,yazıyor” diye bağırıyordu ufak bir çocuk kendinden büyük gazete yığınını taşımaya çalışırken.Yıllarca çok korkunç şeylere tanıklık ettim,her türlü vahşete,sapıklığa.Ama hayatım boyunca hiç sokakta gazete satan çocuğu görmemiştim.Bu olağanüstü bir durumdu,Götam şehrinin sokakları her zamankinden daha tehlikeliydi.

Emekliliğime bir hafta kalmışken bu seri katil de nereden çıkmıştı?Testere serisi popüler olduğundan beri herkes kendi “Kanlı Sırlar Dünyasında” başrole soyunup,geleni gideni öldürerek sözde erdemlerini korumaya,çarpık adaletlerini sağlamaya çalışıyordu.

Ama hiçbiri bu adam kadar hızlı değildi.Bir haftada beş leş,haftasonlarını dinlenerek geçirdiğini varsayarsak her iş günü birini haklıyordu.

En sinir bozucu olan şey ise neredeyse hiçbir iz bırakmamasıydı.Hala anlayamıyorum,nasıl oluyor da hayatları boyunca ezilmiş,dünyanın ne kadar pis bir yere dönüştüğünü gözlemleyerek geçirmiş hastalıklı insanlar bir anda profesyonel katilllerden bile daha iyi işler çıkartıyordu?

Bunları düşünecek zamanım yoktu.Rozetimin hakkını vermeliydim.Son haftam olması hiçbirşeyi değiştirmezdi.

Derbi öncesi futbolcular gibi kendimi davaya adamıştım,geceleri merkezde yatıyordum.Daha doğrusu geceleri merkezde geçiriyordum,o sinsi piç yüzünden gözüme uyku bile girmez olmuştu.Artık kahve sıçmaya başlamıştım,gözlerim ise her zaman makyaj yapan bir kızın makyaj yapamamış halini andırıyordu.Sanki 1000 gündür gözüme uyku girmemiş gibiydi...

Pazartesi gecesi ofise haber geldi,şehir merkezinde birisi daha öldürülmüştü.Götam Polis Departmanı (GAPD) içindeki arkadaşlarımın yardımıyla olay mahallinde ilk incelemeyi ben yaptım.

Bugüne kadar harcadığı 6. kurbandı bu.Genç,güzelcene bir kız çocuğu.Kim bilir önünde nice yıllar vardı.Tecrübemin bana verdiği soğukkanlılıkla cesedin yanına yaklaştım.Bir adet tebeşir,ipucu olarak plastik torbaya atacakken polis memurunun biri hemen yanımda bitti.”Dedektif kusura bakma,cesedin düştüğü yeri çizerken orada bırakmıştım” diyerek benden aldı tebeşiri.Çizgiyi inceledim,taşırmıştı.Şu an polis memurlarını azarlamanın sırası değildi.Cesedin sol elindeki telefonu gördüm.Plastik eldivenimle cep telefonuna yakından baktım.

“Peki cnm,aksm grsrz,wolkiye sl”

Hemen birimi arayıp ”Şu an olay mahallindeyim,çabuk buraya bilirtikiyi yollayın” dedim.İki dakika içinde bilirtiki yanıma geldi.”Aaaayyyy bu neeee yaaaaaa,ıııyyyyyyyyy”.O iğrenç sesinden tiksiniyordum,ama bize fazlasıyla yardımcı oluyordu.

“Damla yardımına ihtiyacım var,şu mesajı bana çevirebilir misin?”

“Peki canım,akşam görüşürüz,Volkan’a sela”

Hepsi bu kadardı.Kurban mesajını tamamlayamadan ölmüştü.Damla’ya teşekkür edip onu merkeze yolladım.Olay mahallini yoğun bir parfüm kokusu sarmıştı.Ne zaman konsantre olmak istesem burnum o kokuya gidiyordu.Belki de Damla’yı olay mahalline çağırmak iyi bir fikir değildi.

Kim ölmek üzereyken böylesine gereksiz bir mesaj atabilirdi ki?İki olasılık vardı:

1)Bu şifreli bir mesajdı.Önüne gelenin konsept katliam yaptığı Götam şehrinde,katili şüphelendirmeden yakınlarından yardım istemek için bir takım parolalar geliştirmiş olabilirdi kurban.

2)Katil,kızı hiç beklemediği bir anda öldürmüştü.

İkinci seçenek kafama daha yatkın geldi.Sonuçta ölen bir kızdı,böyle zekice bir planı yapma ihtimali göz önüne alınamayacak kadar düşüktü.

Kızın yaptığı son konuşmaları araştırmaya karar verdim,çünkü elimde başka bir ipucu yoktu.GSM operatörüyle yaptığım işbirliği sonucu,kızın aradığının on katı daha arandığı,çoğunlukla da mesajlaştığını öğrendim.Son bir ayda 3802 mesaj kullanmıştı,3289’u aynı numaraya.

Telefonun sahibini ofise çağırdım.Ürkek bir ergendi.”Bu kızla neden bu kadar çok mesajlaştın?” diye sordum.”Valla dedektif abi,havadan sudan konuşuyorduk işte” diye cevap verdi.Gözlerinin içine baktım,çalışmadığı dersten sözlüye kaldırılmış öğrenci edasıyla gözbebekleri küçüldü,başka yerlere bakmaya çalıştı.”Bana bak delikanlı” dedim “3289 mesajın kaçı havayla kaçı suyla ilgili bari onu söyle”.Ekipteki arkadaşlar gülmeye başladı,genç adam ise soğuk terler döküyordu.”Gevşe” dedim,cebimden bir paket sigara çıkarttım,içer misin diye sordum.Peki dedi ürkek delikanlı,sonra kafasına yapıştırdım yumruğu

“Bana bak genç adam burası Götam,18 yaşından ufakların sigara içmesi yasaktır”.İyice şaftı kaydı garibimin,görevimi yerine getirmiştim.Odayı terkettim ve içeri başka bir dedektif girdi.

Amerikan filmlerinde “İyi polis-Kötü polis” vardır,Götam Polis Departmanı’nda ise “Kötü polis-Daha kötü polis”.

Odadan çığlık sesleri yükseliyordu.”Haaaaayııır,bu kadarı yeter,daha fazla görmek istemiyorum,abi nolursun acı bana,hiçbirşey bilmiyorum”.İş arkadaşımın ne yaptığını bilmiyordum ama işe yaradığı kesindi.Hiçbir genç bu kadar uzun süreli işkenceye dayanamazdı.

İçeri girdim,masanın üstünde bir laptop vardı.Oynatılan filmde yaşlı adamın biri büyük ihtimalle Rus uyruklu kadının biriyle seks yapıyordu.Ortağıma o adamın kim olduğunu sordum,”Ali Kırca” dedi.Ortağımdan filmi kapamasını istedim.

-Peki evlat,şimdi herşeyi baştan anlat bana,bütün detaylarıyla
-Ya ben Merve’yle çıkıyordum
-Olm çıkmak ayrı şey,hergün yüzlerce mesaj atmak ayrı şey,kıze karşı saplantıların mı vardı?
-Ne saplantısı polis abi,çocuğun yok mu senin hiç,artık bütün gençler günde en az yüz mesaj harcıyor.

Damla’yı arayıp bu bilgiyi teyit ettirdim.Çocuk tipik bir gençti.Tıpkı diğer mahkumların sevgilileri gibi.İşte bir bağlantı bulmuştum,katil sadece sevgilisi olan gençleri hedef alıyordu.Sevgilisi olan gençlerin bulunduğu yerlerde araştırma yapmalıydım.

Perşembe günü şehrin en gözde sinemasına gittim.”Bir bilet alana diğeri bedava” kampayası olduğu için koluna kızı takan sinemaya gelmişti.Büyük çoğunluğunun üzerinde lise üniformaları vardı.Bazı gençler bana sübyancıymışım gibi bakıyorlardı.

Salon kapanana kadar bekledim,birkaç tane kavga çıktı,onları ayırdım ama bunlar gençlerin her zaman yaptığı sıradan şeylerdi.Katili yakalamak yerine “Sen benim eski kız arkadaşımla nasıl çıkarsın” diye kavga çıkartan çocuğu gözaltına almıştım.

Kafayı yemek üzereydim,bu adam fazla iyiydi.Her gün başka birisi öldürülüyor ben ise sinema salonları,kafeler,fast food restorantlarında geçiriyordum zamanımı.

Emekliliğime birgün kalmıştı.Bu dosyayı kapatmadan alacağım ikramiyeden ne hayır gelecekse artık...Dürüst olmak gerekirse umudu kesmiştim.Kafamı toparlamak için bir yürüyüşe çıktım.Hafif bir yağmur vardı,bu pis şehir sadece yağmur yağarken temizmiş gibi duruyordu.Herkes kendini alışveriş merkezlerine atmış,bütün sokaklar bana kalmıştı.Ansızın bir çığlık bozdu bütün huzurumu,sesin geldiği ara sokağa doğru koştum.Kızın biri kanlar içinde yerde yatıyordu.

Hemen sağlık ekiplerine haber verdim.Kıza ilk yardım yapılırken,çantasından bir ses geldi.Cep telefonu ötüyordu,mesaj gelmişti.

“Çabuk Sulh Çıkmaz Sokak No:14’e gel”

Numara gizliydi...

Terkedilmiş bir binaya aitti adres.Temkinli bir şekilde girdim içeri.Adımımı attığım an bu sefer benim telefonuma bir mesaj geldi.

“Eğer bedeninin eşit 500 parçaya bölünmesini istiyorsun 5yuz,5000 parça için ise 5bin yazıp 3900’a yolla”

Yine gizli numaraydı.Ürkmeye başlamıştım,belli ki katil bir mesaj vermek istiyordu dünyaya,yoksa neden beni kendine çekmeye çalışsın ki?Destek birimi çağırmak içim telsizimi çıkardım,”Çabuk Sulh Çıkmazı Sokak No:14’e gelin” dedim.”Zaten oradayım” diye bir cevap geldi.Katil benimle konuşuyordu...

“Neden gencecik çocukları öldürüyorsun,amacın ne seni lanet olası pislik” dedim.”Pislik olan ben miyim,hahaha.Eserim tamamlandığında dünya çok daha temiz bir yer olacak”.Yine mi amına koyayım diye geçirdim içimden.

Hayır,tamam o kadar kişiyi öldürmüşün,bir de üstüne iyi bok yemiş gibi nutuk atacaktı bana pezeveng iki saat,adım gibi emindim bundan.

Oflaya,puflaya üst kata çıktım.Karşımdaydı katil.Kibar bir şekilde beni yanına davet etti.Çay isteyip istemediğimi sordu,oralı bile olmadım.Bir de bu tarz kötülerin şöyle bir huyu var,sanki adamı aradığımı bilmiyormuş gibi bana misafirperverlik yapıyorlar..

“Ne ayaksın lan sen” dedim.Hafif bir tebessüm belirdi yüzünde,birkaç saniye sonra o gülüş yerini soğuk bir ciddiyete bıraktı.”En sonunda beni buldun dedektif,benim mesajımı dünyaya ulaştırma şerefine sen eriştin.”

“Kes lan traşı,söyle vermek istediğin sosyal mesaj neydi bu katliamla?”,işteki son günüm olduğu için ağzıma geleni söylüyordum.”Olm tamam anladık iyi çocuklarsınız,kendi çapınızda dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeye çabalıyorsunuz ama yazık değil mi lan o çocukların annelerine babalarına,sen evlat acısı nedir bilir misin?” diye sordum.Kafası eğikti,utanmıştı heralde bu laflarımdan.”Bak ölenle ölünmez,gel teslim ol,bari diğer insanlar rahat rahat gezsinler sokaklarda”.Hala tepki vermiyordu.Sinirlenmiştim,silahımı çıkarıp kafasına doğru nişan aldım.Tetiğin sesiyle kafasını kaldırdı.”Nasıl bir duyguymuş” diye sordu.Neden bütün dengesizler beni buluyordu?

“Ne,nasıl bir duygu?” dedim.”Birisine birşeyler anlatmaya çalışırken,o kişinin seni dinlememesi,telefonuyla uğraşması”.Telefonunu masanın üstüne koydu.Utancından değil,mesajladığı için kafası eğikti.Beynime kan sıçradı.

“Bak senin ananı avradını sikerim” dedim.Kahkahalara boğuldu.Sonra da hafifçe alkışladı beni.”Siz ki,olgun bir beyfendi,yılların verdiği tecrübeyle nerede nasıl davranması gerektiğini bilen,gördüğü mide bulandırıcı onlarca şeyden sonra soğukkanlılığını hiçbir zaman kaybetmeyen dedektif...Siz bile bu kadar sinirleniyorsunuz,ben az adam öldürmüşüm bugüne kadar”

Katili boğazladım.Hala o yavşak Kevin Spacey sakinliğini bozmamıştı.”Haydi beni öldür dedektif,ama onlarca gencin neden hayatlarını kaybettiğini asla öğrenemeyeceksin”.Kariyerimin son gününde şeften fırça yemek gibi bir niyetim yoktu.Katili kelepçeledim,sorgulamayı ofiste yapmak herkes için en iyisiydi.

Sanki sorgu odasında değil de otobüs durağında bekliyordu.Kayıt cihazlarını hazırladık,her zamanki gibi içeriye ilk ben girdim.İçimden bir his daha kötü polise ihtiyaç kalmadan herşeyi itiraf edeceğini söylüyordu.

Haklarını saymaya başladım.Buna gerek duymadığını söyledi ve itirafına başladı:

“İnsanları birlikte tutan şey nedir bilir misin dedektif?Saygı...Sevgi olmasa da insanlar bir şekilde yaşayabilir ama saygısız hiçbir millet hayatta kalamaz.Ama ne yazıktır ki insanlar saygının önemini unuttular.Artık onlar için herşey kendileri.Sanki toplumda kendilerinden başka kimse yaşamıyormuş gibi. Telekomünikasyon atom bombasından daha fazla zarar verdi insanoğluna.Çıkarlar uğruna kaybedilmiş toplumsal değerlerinden elimizde kalan tek şeyi de çaldı cep telefonları...iletişim.Artık kimseyle konuşamaz hale geldim.Ne zaman birine derdimi anlatmaya başlasam telefonu çalıyor.Her hikayem o sinir bozucu melodilerle bölünüyor;artık sevgi sözcükleri bile sesli harf kullanılmadan bedava mesaj hakkıyla söylenir hale gelmiş.Sevgiden bahsetmek zaten söz konusu bile değil ama saygı nerede dedektif?İnsanlar kendi aralarında iki çift laf edemez oldu,artık birisiyle yazışmak değil yüzyüze konuşmak istiyorum.Sevdiğim kıza ne kadar güzel olduğunu anlatırken sadece bana odaklanmasını,ona olan sevgimi kelimelere dökmeye çalışırken gözlerinin telefon ekranında değil de dudaklarımda olmasını istiyorum dedektif.Lütfen söyle bana,çok mu şey istiyorum...”

Emekliliğime saatler kalmasına rağmen,katilin bu sözleri beni derinden etkilemişti.Cevap bile veremedim ona,ne diyebilirdim ki?Zaten herşeyi kısa ve net bir biçimde açıklamıştı.Eve dönerken cep telefonumu çöpe attım,en azından onun için yapabileceğim tek şey buydu...

22 Kasım 2008 Cumartesi

Bir Eşek Kadar Olamadım

Şimdiki zaman:

Suratıma vurması gereken rüzgar götümü ve ensemi aşındırıyordu. Hayatım boyunca hiçbir şeyi düzgün beceremediğim gibi 10. kattan atlamayı da becerememiş, aşağıda beni ikna etmeye çalışan insanlara o kadar çektirdiğim yetmezmiş gibi bir de katlanmaları gereken iğrenç bir manzara sunmuştum düşerken. Yürüyerek insem bu kadar uzun sürmezdi, yerçekimi bile bana ibnelik yapıyordu. Nasıl oldu da bu duruma düşmüştüm ben?

Bir ay önce:

Okul somestıra girdi, tam kırk gün tatil. Lisede olsam bırak kırkı yarım gün tatil için bile adam öldürürdüm, şimdi ise kırk gün napacağım diye düşünüyordum. Hoş, okulda da pek iyi zaman geçirdiğim söylenemezdi ama öyle ya da böyle haftada beş gün dışarı çıkıyordum. Şimdi kırk gün mal gibi evde oturacak, her gün başka FM kariyerine başlayıp oyunu silecek “Bir daha yükleyeni siksinler” dememe rağmen bir sonraki gün yeniden yükleyip başka bir takımla oyuna başlayacaktım. Hatırlıyorum da eskiden sabahtan akşama kadar sıkılmadan FM oynardım, iki günde bir arkadaşlara Playstation’a giderdik. Kısacası günümü gün ederdim okul olmadığı sürece, şimdi ise hayatım o kadar sıkıcılaşmıştı ki bana hiçbir şey katmayan okulu bile “Hiç yoktan iyidir” diyerek benimsemiş, olmadığı zaman kendimi boşlukta hissetmeye başlamıştım.

Üniversite için İstanbul'a taşınmamız çok değiştirmişti beni, belki yurtta kalsam ya da başka bölümde okusam böyle olmazdı, sonuçta yabancı dili seçene kadar sınıfta arkadaş bulma konusunda hiçbir zaman sorun yaşamamış birisiydim ben, fakat ne zaman İngilizce okumaya başladım hem sınıf mevcutu azaldı hem de büyük çoğunluğu kızlar aldı. İlaveten başka bir şehre taşınınca arkadaş bulma konusunda sıkıntılar çekmeye başladım. Böyle olunca doğuştan moloz olan bendeniz sıkılmaya başladı, arkadaşları azaldı, boş zamanı arttı, düşündükçe daha da sıkıldı. Kafamı bir şekilde meşgul etmem gerekiyordu ve kesinlikle bilgisayar bu konuya çözüm değildi. Derken arkadaşlarımdan birine bu konuyu gaza gelip açtım, neden bilmiyorum çok da sevdiğim birisi değildi; tipik dini imanı para olan, gökdelenlerden birine girmek için götünü vermeye hazır İstanbul çocuğuydu kendisi. Ama her işte bir hayır vardır derler ya, o denyo bile hayatında bir kere bile olsa işime yaramıştı.

“Kanka Beylikdüzü’nde bir ay sürecek bir fuar var, oraya eleman arıyor benim ajans istersen adını vereyim”

Ne ajansı lan dedim doğal olarak; şimdi böyle fuardır, balodur, konferanstır bu tarz olaylarda iş gücünü ajanslar sağlıyormuş. Öğrenciler ek kaynak edinmek için bu ajanslara başvurup günübirlik işlerle para kazanıyormuş. İlk başta tereddüt ettim ama bir ay boyunca napacaktım üstelik para biriktirmek de fena fikir değildi.

Neyse arkadaş verdi telefonlarını aradım, sekreterden aldım randevuyu gittim büroya. Etrafımda bir sürü boyu posu düzgün, marka giyinmiş, belli ki kendine bakan erkek vardı. Resmen içlerinde sırıtıyordum berduş görünümümle, saçlar yataktan kalktığım gibi, sakalımda bile kepek, üstümde en sevdiğim ve kimsenin bilmediği gruplardan birinin T-shirt’ü, altımda üç yıldır aralıksız giydiğim işporta pantalon. Herkes bana alaycı gözlerle bakıyordu, ne haddime benim fuarda çalışmak, millet benim olduğum standa ne sikim yemeye gelir lan diye düşünmeye çoktan başlamıştım.

Ama madem buraya kadar geldik –zaten öyle bir yerde oturuyorum ki nereye gidersem gideyim en az bir saat harcıyorum yolda- bari şansımı deniyeyim dedim. Derken adamın biri daldı içeri, ”Sen, sen, sen, sen, sen, sen” başladı saymaya, kendimi amele pazarında gibi hissediyordum. 6 kişi saydıktan sonra durdu, bana baktı ve sen dedi. Bir anda tüm ilgi benim üzerime döndü, Abercrombie&Fitch giyinen tüm erkekler nefret dolu gözlerini dikmişlerdi bana. Odada en çok nefret edilen fakat en mutlu olan adam bendim.

Götüm de hafiften kalkmadı değil, ananemin arkadaşları -60 yaş ve üstü- eve geldiğinde “Ne yakışıklı oldu bu oğlan” derken haklılarmış meğer. Bizi içeri aldılar, suratımda yavşak bir ifade vardı. Tüm maç boyunca oyunu kendi ceza sahamda kabul etmiş ama 90. dakikada kontradan bulduğum golle maçı 1-0 önde tamamlamış gibiydim. Yine o adam geldi, başladı konuşmaya:

“Tamam şimdi seni Turkcell standına yolluyoruz, seni de TeknoSA’ya, seni Vatan Bilgisayar’a verelim, seni de ATİKER Sıralı Otogaz Sistemleri’ne, sen BİM’e gir” gördüğünüz gibi gittikçe boktanlaşıyordu işler. Sadece iki kişi kalmıştık, bakalım en boktan işi hangimiz alacaktı; düz mantıkla gidersek ilk söylediği isim yırtmış olacak, sona kalan en siktiriboktan işte çalışacaktı. Kışın ortasında güneş gözlüğü takmış denyoya bakarak “Seni girişe alıyorum” dedi. Sonra uzun uzun bana bakmaya başladı, ”Hmmm, benim altı kişiye ihtiyacım var sen napıyorsun burada” diye sordu. ”Nerden bileyim yarrrram” diyemedim tabi, ”Abi beni de çağırdıy”

Evet en sondaki “dın” hecesi çıkmadı çünkü gittikçe daha da kısıklaşıyordu sesim, cümlenin sonunu getiremedim.

Tamam adam bana siktiri çekecek derken bir anda kafasında ampül yanarcasına değişik mimiklere büründü:“Aaa doğru, tamam diğer arkadaşlar çıkabilir, seni neden çağırdığımı şimdi hatırladım” dedi. Odada adamla baş başa kaldık

Bir adım geri attım, ensemde Tecavüzcü Coşkun'un soğuk nefesini hissedebiliyordum. Adam masumiyetimi çalmak üzereydi. Kulağımda Nuri Alço müziği çınlamaya başlamıştı, titriyordum. Adam gözlerini üzerime dikti. Sanki benden birşey yapmamı bekliyordu. Götü kurtarma zamanı gelmiş de geçiyordu bile. Sonra ağzını açtı "Telefonuna baksana" dedi. Telefonum çalıyormuş meğer, melodim binlerce gencimizin kullandığı Nuri Alço şarkısı diye bilinen The End isimli eser. Ananem arıyordu "Tamam anane ben dışarıda yerim beni bekleme" dedim kapadım telefonu. Belki adam bana acır da üzerime atlamaz diye rahatlatmaya çalışıyordum kendimi. Elindeki belgeleri incelerken masanın üstündeki resmi gördüm. Mutlu bir aile resmiydi bu adamın çoluğuyla çocuğuyla çektirdiği, rahatladım birazcık. Ama adam hala konuşmuyordu, ne işti lan bu?

Derken yüzüme baktı, ”İşim gereği hergün yüzlerce erkekle ilgileniyorum” dedi, şüphelerim geri dönmüştü, karısıyla arasındaki cinsel soğukluk yüzünden başka arayışlara vermişti kendini adam. ”Hepsinin saçlar kısa, kulaklarında pırlanta küpe, giydikleri hep marka, hepsi tiki hepsi metroseksüel”, belki büroya gelmeden traş olsam bunların hiçbiri olmayacaktı, şimdi hayatımın en rahatsız edici tecrübesiyle karşı karşıya olabilirdim “Bu adamlara çöp topla desen surat asar, yük taşı desen üstüm başım tozlanır der, anca yarrak gibi standda bekleyip karı keser hayvanoğlu hayvanlar” demesiyle gerçek rahatlığa kavuştum. Çok delikanlı bir adamdı bu, hatta benim gelecekti halimdi lan resmen, bıkmıştı denyolarla uğraşmaktan. ”Haklısın abi” dedim “Tommy Hilfiger siksin onları e mi” diyerek eski yazılarımdan birine gönderme yaptım, adam güldü. ”Sevdim seni adın ne? “ diye sordu, şimdi Bengisu desem adamın gözündeki bütün karizmam sıfırlanacaktı; onun yerine alt kimliğim olan Yusuf ismini verdim.

“Yusuf” dedi “Biliyorsun bir ay sürecek bir fuar bu, pisliği de var yükü de. Senden oradaki hizmetlilere yardımcı olmanı istiyorum”, ”Peki abi benim için böylesi daha iyi sikerim standını” diyerek anında kabul ettim teklifi.

Artık bu devirde böyle adamlar kalmamıştı, hele İstanbul’da, üstelik ajansta. . .

Göğsümü kabarta kabarta eve döndüm. İki gün sonra başlıyordu fuar, servis getirip götürecekti beni, yemeği de onlar veriyordu, orada bana karışan da olmayacaktı, MP3’ümü takarım istediğim gibi takılırım modundaydım.

O gün geldi çattı, bana söylendiği üzere sekizde evimin önünde beklemeye başladım ama minibüs sekiz buçukta geldi, üstelik içinde şoförden başka kimsecikler de yoktu, ilk durak bendim. Madem boş hemen atladım öne, zira arka tarafa kolayına sığmayan biriydim. Bu hareketim şoför tarafından yanlış anlaşıldı tabi onunla konuşmak istiyorum sandı hemen açtı muhabbeti:

“Ya genç kusura bakma dün kafaları çektik biraz ondan geç kaldım”

Yok be abi ne sorunu falan ayaklarına yattım ben hemencecik, zira adam emekçiydi, kim bilir ne lavuklarla uğraşıyordu hergün, saygı duyuyordum yaptığı işe.

Derken adam hayat hikayesini anlatmaya başladı, herif duldu. Karısı ölmemişti ama boşanmışlardı, birazcık da alemciydi belli. İlk durak benim evimdi, sonra yavaş yavaş dolmaya başladı minibüs ama ben Metin Abi’yle muhabbeti çoktan koyulaştırmıştım. Tam aradığım adamdı Metin Abi, ağzı bozuk, futbolsever, dünyayı siklemeyen, en önemlisi de lafını esirgemeyen biriydi. Trafikte etmediği küfür kalmadı, özellikle kadın şoförlere karşı sergilediği sert tutum ile iyice gözüme girdi.

Arkaya binen tipler selam bile vermiyordu bize, KRAL FM’in sesini sonuna kadar açmış, sıradaki şarkıyı birbirimize armağan ediyorduk, o alaycı yüzleri yeniden görmeye başladım dikiz aynasına baktığımda.

Yaklaşık iki saat süren yolculuktan sonra fuar alanına gelmiştik. Herkes eğitime alındı, beni ise eğitecek kimse yoktu. Resmen ayakçı olmuştum ilk günden. MP3’ü bırak takmayı cebimden bile çıkartamamıştım. Etrafımda görüyordum şakalaşan gençleri, kızlı erkekli grupları, ben ise ne zaman birisiyle iletişim kurmaya kalksam başka birisi yanına çağırıyor, emirleri sıralıyordu. Ajanstaki adamın oyununa gelmiştim, tatlı dille kandırmıştı beni, küfürleriyle aldatmıştı.

Bu ruh haliyle bir hafta gidip geldim fuara. İşten ayrılmamamın yegane sebebi Metin Abi’nin muhabbetiydi. Cep telefonumu numaramı da almıştı, mesajlaşıyorduk habire. Hatta bir gün bana istersem izin alabileceğimi söylediler fuardan, bunu Metin Abi’ye ilettim yıkıldı adam, sensiz o yol çekilir mi dedi, üstelik arkadaki artistlerle. Dayanamadım o gün de gittim işe.

Arka taraf tek kelimeyle “YIKILIYOOOOOO”du. Yavşak erkekler, fingirdek kızlar, gülüşmeler eksik olmuyordu hiç. Ben ise Metin Abi’yle hararetli futbol tartışmalarına girmekle meşguldum zira kendisi fenerliydi ve her fenerli gibi Fenerbahçe’yi bir dünya takımı sanıyordu. Gözündeki tabuyu yıkmak için ne kadar uğraşırsam uğraşıyım bu saçma fikri değişmiyor, “Chelsea elimizden kaçtı” diyor Peygamber demiyordu. Gerçek yeniden suratıma geçirmişti kroşesini, daha ne kadar am göt muhabbetine kanacaktım; ne zaman benim de en kirli çamaşırlarımı paylaşabileceğim, her konuştuğumda kendimi cennete daha yakın hissedeceğim, sırf onu düşünerek bütün günümü dolu dolu geçirebileceğim bir sevgilim olacaktı?

Resmen am içinde yüzmeme rağmen rahip hayatı yaşıyordum. Okuldaki kızlar çok inekti, buradaki kızlar ise çok sosyete, ortası yoktu bunun. . .

Bu derin düşünceler eşliğinde bir Çarşamba sabahı daha bindim minibüse. Artık Metin Abi ile eskisi kadar muhabbet etmiyorduk çünkü “Fener bırak dünyayı sol taşşağımın bile takımı olamaz” dediğimden beri bana karşı mesafeliydi. Bu sefer her zamankinden daha fazla insan vardı arkada, eleman yetersizliğinden dolayı çalışan sayısı arttırılmıştı. Normalde yarısı boş olan minibüs son yolcuya yaklaşırken ağzına kadar dolmuştu, tek boş yer daha önce kimsenin oturmaya tenüzzel etmediği yanımdı. Götü mahkum son yolcu yanıma oturdu, şansıma kız çıkmıştı. Ama yapabileceğim tek şey minibüs sağa sola dönerken hafifçe kıza sağ bacağımı değdirmekti, olsun hiç yoktan iyidir diye buna da şükrettim.

Zaten kız da elinde telefonu kulağında kulaklığı son derece izole idi etrafına ama gerçekten çok zarifti, diğer kızlar gibi makyaj adı altında suratının tamamını boyamamıştı, üstelik son derece şıktı, üzerinde pembenin herhangi bir tonu bile yoktu.

Tam bir korkak olduğum için kıza tek kelime etmedim, ama hep tetikteydim, hatta kafamda selam verirse anında etkili olacak espriler planlıyordum. Sonra bu esprilerin sadece planda kalacağının, bu kızın da diğerleri gibi benden tiksineceğinin farkına vardım. Boşuna kafamı yormaya gerek yok diyerekten çantamdan çıkardım Uykusuz’u. Normalde ilk olarak pek sevmediğim yerleri okur Umut Sarıkaya’yı sona bırakırdım ama o an ihtiyacım olan tek şey içinde bulunduğum gerçeklikten uzaklaşmaktı, bu yüzden Umut Sarıkaya’nın yazısını açtım hemen.

Yazının ortasındayken birisi bana seslendi, refleks olarak sola, Metin Abi’ye doğru döndüm, ”Bir şey mi dedin abi” dedim, kafasını bana döndü, gözleri herşeyi anlatıyordu. Resmen tek bakışıyla “Senin elinden uçan da kaçan da kurtulamaz aslanım” mesajı vermişti Metin Abi, tecrübe konuşuyordu. Derin bir nefes aldım, 180 derece çevirdim kafamı.

“Buyrun” dedim, tam bir beyfendi gibiydim. ”Ya Uykusuz’a bakabilir miyim biraz, alamadım bugün aceleyle çıktım evden” dedi. Bir an hala Umut Sarıkaya’nın yazısını okurken hayal dünyasına daldığımı sandım, madem gerçek değil bunlar filmlerde görüp asla deneyemediğim numaralara başvurayım dedim. ”Valla ben de okumadım henüz birlikte okuruz istersen”, Erdal Acar’ın yandan yemişiydim. ”Tamam bana uyar” dedi, tam o anda Metin Abi ani fren yaptı elim yanlışlıkla kızın göğsüne değdi. Annemin beni emzirmesinden beri ilk defa o yumuşaklığı hissetmemle hayal dünyasında olmadığımı anladım, bugüne kadar hiçbir kıza el bile sürememişken siftahı göğüsle açmıştım.

Tabi yerin dibine girdim bu kazadan sonra, ”Ya tam sayfa çevirirken Metin Abi fren yaptı şey mey kırn mırn, merkez kaç kuvveti” diye saçmalamaya başladım, adım gibi eminim Metin Abi bile bile yapmıştı o manevrayı, tam bir yaşlı kurttu.

Ben merkez-kaç kuvveti diyince güldü kız, o kadar tatlı bir gülüşü vardı ki kelimeler hafif kalır tasvir etmeye, ”Olur böyle iş kazaları” dedi, bu sefer de ben güldüm. Pek sık gördüğüm birşey değildi bu, espri yapabilen bir kız, üstelik güzel, hem de göğüsleri tam olması gereken ölçüde.

Ondan sonra başladık muhabbete. Birisiyle tanışırken genelde zevklerimden bahsetmemeye çalışırım zira, ”The Dillinger Escape Plan ne, Dogma felsefeyle alakalı birşey değil miydi, ben bir tek Barcelona'yı biliyorum yabancı takımlardan” şeklinde tepkilerle karşılaşıyordum her defasında. Ama bu sefer gazı fena almıştım, direkt damardan enjekte ettim kendimi. Kız benim dinlediğim grupları bilmese de bir metal musikiseverdi, filmler hakkında bilgisi vardı, Arsenal’in de bir futbol takımı olduğunu biliyordu.

Bu hoş sohbet fuar alanına varmamızla son buldu. Dönüşte öne oturur musun diye sordum, utangaçlıktan kıpkırmızı olmuştu yanaklarım, kendi çapımda teklif ediyordum yani, peki dedi.

O gün bitmek bilmedi. Sürekli paydosu bekliyor, dönüşte neleri konuşacağımızı düşünüyordum. Mümkün olduğu kadar da az iş yapıyordum ki kız beni amelelik yaparken görmesin, hep kamera arkasındaydım. Az fırça yemedim değil o gün.

Aslında kızın yanına gidip sürpriz yapsam şimdi etkileyici olur diye düşünürken ne kadar gerizekalı bir adam olduğumu bir kere daha anladım. Kızın hangi standda çalıştığını sormamıştım, hatta adını bile bilmiyordum zira görüyorsunuz hala “kız” diye betimliyorum kendisini. İlk defa çekici bir kızla doğru dürüst iletişim kurdum diye kendimle gurur duyarken o da yalan olmuştu.

Dönüşte bekledik bekledik gelmedi kız, Metin Abi “Yeter artık arkadakiler huysuzlanıyor, gitmem lazım” dedi, ”Abi elini ayağını öpeyim nolur be abi, çocuğum olursa yemin ederim adını Metin koyacağım” diye yalvarmaya başladım. Kabul etti biraz daha beklemeyi, arkada saçlarını yarrak gibi dikmiş piçin teki Metin Abi’ye bağırdı “Sabah olmadan yola çıkacak mıyız, işimiz gücümüz var bizim”. Metin Abi “Noldu erkek arkadaşın mı bekliyor evde” diyerek koydu lafı. O benim kahramanımdı.

Tam kontağı çevirdi Metin Abi kız göründü, koşuyordu dört nala. Suratı kıpkırmızı olmuştu. Hemen ön tarafa geçti, teri bile güzel kokuyordu. ”Ya kusura bakmayın televizyoncular geldi o yüzden geç kaldım fazla beklemediniz değil mi” dedi Metin Abi’ye, hemen lafa daldım ben “Yok ya minibüs de geç geldi zaten trafiğe takılmış” diye yalan söyledim. Üstüne doğru birşey söyleyeyim de dengelesin diye “Televizyoncu da hangi standa gideceğini biliyor hani ehehe” demeyi ihmal etmedim.

“Yaa tabi, kesin başka birisi için gelmiştir, işleri güçleri yok beni mi çekecekler” demesiyle gözümde iki kat daha güzelleşti kız. Müstakbel eşimin ismini sormanın zamanı gelmişti artık. ”Seni hışt kız çocuğu diye mi çağırıyorlar yoksa bir adın var mı? ” diye son derece orijinal bir cümle kurdum, ”Mehtap” dedi. Sonra on saniye sessizlik oldu, benden adımı söylememi bekliyordu belli ki, ikilemdeydim, utanıyordum ismimden “Dalga geçmeyeceksin bak” diye başladım söze “Bengisu” devam ettim “Evet kız ismi” cümlemi sonlandırdım. ”Olsun benimki de pavyon karısı ismi”

Sonunda bulmuştum, kapı zilimizde Bengisu&Mehtap Türkan yazacaktı.

Dönüş yolunda Family Guy’a olan hayranlığımdan bahsettim, o da severek takip ettiğini söyledi. Eve gider gitmez en iyi Family Guy bölümlerini bir CD’ye yazdım, attım çantama. Gece gözüme uyku girmedi, uyumak istemiyordum, en tatlı rüyalarım bile Mehtap’a yaklaşamıyordu.

Sabah bir heyecanla çıktım evden, Metin Abi ilk defa zamanında geldi beni almaya. ”Abi naber yaaa” diye mutluluk dolu bir selam verdim Metin Abi’ye. Çakal çakal baktı bana, cebinden bir anahtar çıkardı “Hayırdır abi bu ne” diye sordum, ”Bizim evin anahtarı lazım olursa çekinme” dedi. Metin Abi’ye çok pis sinirledim, ”Abi kazık kadar adamsın yakışıyor mu sana, bir de bana örnek olman lazım” dedim. ”Olm erkek adamsın lan ihtiyaçların var, kızda da iyi mal var” demesiyle kan beynime sıçradı “BİR DAHA ONUN HAKKINDA BÖYLE KONUŞURSAN BENZİN DEPONA İŞERİM, BAGAJINA SIÇARIM” diye kükredim. Direkt adamın ekmek teknesine sövdüm, o derece sinirlenmiştim.

Düşünmesi bile midemi bulandırmaya yetmişti, Mehtap sikilmeyecek kadar güzel bir kızdı. Tek isteğim onunla aynı yatakta olmak, o güzel yüzüne bakarak uyuyakalmaktı, tabi öylesine göz kamaştırıcı bir manzara karşısında uyuyakalmak mümkünse.

Yolun geri kalanında Metin Abi özür dilese de yaptığı affedilecek türden birşey değildi, burnu sürtsün istiyordum biraz, aklı başına gelince affedecektim. En sonunda Mehtap’ı da aldı minibüs. . .

Hemen çantamdan çıkardım CD'yi, bu ne diye sordu. "Family Guy" dedim, "En güzel bölümleri, kıymetimi bil", teşekkür etti, "Çok düşüncelisin" dedi. Belki koluma girer diye sağ kolumu açtım biraz ama boş kaldı sağ kolum. Daha yeni tanıştık, hemen sarmaş dolaş olmadığına göre kaşar değildir diye düşündüm. Ona her baktığım ağzına kadar dolu bir bardak görüyordum.

“Seni düne kadar hiç görmedim yeni mi başladın işe” diye sordu, ”Hayır ilk günden beri varım”, ”Eee o zaman neden hiç seni görmedim ben ya”, ”Genelde idari işlerle ilgilendiğim için fuar alanına pek çıkmıyorum” dedim. Metin Abi kıs kıs güldü, ama yapabileceğim birşey yoktu, aslında vardı. Madem Methap’ı bu kadar çok seviyordum ona karşı yüzde yüz dürüst olmalıydım, ”Ben çöp topluyorum, standları falan kuruyorum, malzeme taşıyorum, kısacası ayakçıyım” dedim kafamı öne eğerek. Zerre sikinde olmamıştı “Ne güzel, standda çalışanlar hep tiki zaten” dedi, Allah’ım neden 19 yılımı boşuna harcarttırdın bana, neden bu kadar geç tanıştım Mehtap’la diyerek isyanlara girmeye başladım. Yaradan’dan bile daha çok seviyordum onu. . .

Mehtap’ın e-posta adresini ve cep telefonu numarasını aldım, hergün MSN’de konuşuyor, fazla abartmadan da mesajlaşıyorduk. Artık gerçeklerle yüzleşmem gerekiyordu.

O soruyu sordum “Erkek arkadaşın var mı? ”, hayır diyince “Yeme beni” dedim. Gülücük attı, evet MSN üzerinden yapıyorduk bu konuşmayı. ”Ya beni gözünde çok büyütüyorsun” dedi “Hayır sen kendini küçümsüyorsun” diye verdim saniyesinde cevabı. Kendimi tutamıyordum, her hareketi bende hayranlık uyandırıyor, bunu ifade etmek için iltifat üstüne iltifat patlatıyordum. Benim kız arkadaşım olmadığını öğrenince fazla şaşırmadı, ruh halinde pek de değişiklik sezemedim.

Bu konuşmalardan sonra bana “kanka, dost” demeye başladı, sanırım niyetimi anlamıştı. Evet Mehtap’dan çocuğum olsun istiyordum, seks yapmak için bahane değildi bu, tek isteğim onunla birlikte yaşlanmaktı.

Artık Metin Abi’yi bile siklemez hale gelmiştim, hayatım Mehtap üzerine kurulmuştu. Ama bir türlü o adımı atamamıştım, çıkmıyorduk, arkadaştık. Şikayetçi miydim, hayır. San Marino Milli Takımı’ndan farkım yoktu, golsüz beraberlikte bile bayram havasına girmiştim. Tarihimdeki en büyük zafer buydu.

Bir süre sonra Mehtap eski erkek arkadaşını ne kadar özlediğinden bahsetmeye başladı. Kafamda canlandırdığım adamın Cem Uzan’dan farkı yoktu, kazanmak için doğmuştu. Herşeyiyle mükemmeldi, Mehtap da böyle birini hakediyordu elbette, ben kimdim lan Cem Uzan’ın yanında, adam Motorola’yı bile dolandırdı, ben ise ancak kendimi kandırabiliyordum, ikna yeteneğin sıfırdı. Ben neyimle etkileyecektim Mehtap’ı “Bak benim blogum var her ay iki yazı ekliyorum, yanda müzik de çalıyor, düzenli olarak yorum yapan 4-5 kişi var”. Dost olarak kalırsak sonsuza kadar beraber oluruz diye avutuyordum kendimi, onu kaybetme riskini göze almak istemiyordum.

Balayı yavaştan sona ermeye başlamıştı tabi, Mehtap artık benimle eskisi gibi ilgilenmiyordu, kendi sorunları vardı. MSN’de konuşmaya çalıştığımda “Şu an meşgulum başka zaman konuşuruz” diyordu hep, yüzünde de bir mutsuzluk vardı. Beni sadece varlığıyla dünyanın en mutlu adamı yapan kızın moralini bile düzeltememek o kadar koyuyordu ki bana.

Artık birşeylerin değişme vakti gelmişti, sorumluluktan kaçan, büyümeyi reddeden, Mehtap’ın en fazla dost olarak göreceği etkisiz eleman olamazdım daha fazla. Onu elde edebilmemin tek yolu değişmekti, ayakçılığı bırakıp daha düzgün bir işe başlamak atacağım ilk adımdı.

Akbilimi alıp çıktım evden, ajansa gittim. Beni bu hallere düşüren ibnenin odasına daldım, adam beni görünce inanılmaz mutlu oldu. ”Seni buraya Allah gönderdi” dedi, evet kaderim buydu benim, herşey yerli yerine oturuyordu.

“Acilen Kurtlar Vadisi’nde oynayacak birine ihtiyacımız var, elemanlardan biri trafik kazası geçirmiş”

Tamam da bu kadarını beklemiyordum dürüst olmak gerekirse, Türkiye’nin en çok izlenen dizisinde rol alacaktım, Allah’ım dualarımı kabul etmişti, O da biliyordu Mehtap’ı benden daha çok sevebilecek bir kulunun daha olmadığını.

Atladık arabaya depo gibi bir yere gittik. Üzerimde Between The Buried And Me T-Shirt’üyle Kurtlar Vadisi’nde oynayacaktım. Bütün o oyuncular etrafımda geziyordu, mal gibi fotograf makinemi almadan çıkmıştım evden.

Rolüm basitti, Polat depoyu basacak, ve tek başına hepimizi öldürecekti. Her bölümü bir buçuk saat süren –çoğu filmin süresine denktir bu- bir dizi olduğu için aceleyle yapılıyordu çekimler, ikinci kere almayacaklardı büyük bir hata olmadığı sürece. Elime verdiler plastik tabancayı, nöbet tutmaya başladım, sonra Polat geldi ben dahil 10 güvenlik görevlisini yedi mermiyle öldürdü, nasıl oldu sormayın.

Alnımın akıyla ölmeyi başarmıştım, ne zaman yayınlanacak bu bölüm diye sordum, yarın dediler. Prodüksiyon ekibini takdir ettim.

Eve gider gitmez MSN’e girdim, Mehtap çevrimiçiydi ama her zamanki gibi “Çok meşgul” tarzı bir durumdaydı. Siklemedim, ”Sana iyi haberlerim var” dedim. Sadece “? ” yazdı, meraktan çatladığı her halinden belliydi. ”Kurtlar Vadisi’nde oynadım bugün” dedim, ”Eee yani ben napayım” dedi. Herkesin bir sınırı vardı, tamam çok seviyordum ama bu umursamaz tavırları canıma tak etmişti artık, yeter amına koyayım dedim, part-time dostuydum resmen Mehtap’ın. Cevap bile vermedim bu tepkisinden sonra, ”Ben Kurtlar Vadisi’nde oynamış adamım, Mehtap rüyasında görür anca beni” diye avuttum kendimi. İletime büyük harflerle “YARIN KURTLAR VADİSİNİ İZLEMEYEN ÖLSÜN” yazdım.

Perşembe akşamı geldi çattı, Kurtlar Vadisi’nde tam üç karede görünüyordum, toplamda 5 saniyeye tekabul ediyordu bu. Ben artık bir yıldızdım. Bölüm biter bitmez MSN’e girdim ve listemdeki herkese Kurtlar Vadisi’ni izleyip izlemediğini sordum, bir Allah’ın kulu da bakmaz mı lan Türkiye’nin bir numaralı dizisine, okul da açık değildi. Etrafımda hava atacak kimsem yoktu. Kendi hayran kitlemi oluşturmam gerekiyordu.

Cuma sabahı ilk iş Kurtlar Vadisi’nin son bölümünü indirdim ve kendimin olduğu bir kareyi avatarıma koydum, MSN’i de açık bırakıp çıktım dışarı.

Bütün gün Taksim'de dolaştım durdum kimse beni tanımadı. Derken telefonuma bir mesaj geldi Metin Abi’den, ”Neredesin olm işi bıraktın mı” yazıyordu. Doğru lan işim vardı benim, ”Abi hastaydım yarın geleceğim, bu arada Kurtlar Vadisi’nin son bölümüne baktın mı? ” diye sordum, sadece çaldırmakla yetindi. Kendi aramızda yaptığımız anlaşmaya göre bir çaldırma hayır iki çaldırma evet demekti, telefonun başında bekledim, o ikinci çağrı hiç gelmedi.

Fuarın bitmesine iki gün kalmıştı , belki fuarda beni tanıyan biri çıkar diye gitmeye karar verdim. Yine öne geçtim, Metin Abi’ye neden Kurtlar Vadisi’nin son bölümünü izlemediğini sordum “Karıya götürdük benim yeğeni 18. doğum günüydü” dedi, ”Karı demişken Mehtap hakkında bilmen gereken birşey var” diye ekledi. Kesin Metin Abi’ye beni sormuştu, bensiz minibüste ne kadar sıkıldığından bahsedecekti kesin, ”Arkaya oturuyor artık, sen gelmediğinden beri ön taraf hep boştu”

Şimdi sizin için arkaya oturmak son derece normal birşey tabi ki, ama Metin Abi ve benim için arkaya oturmak büyük bir hakaretti. Arka taraf piç doluydu, sadece ön tarafa oturanlara güveniyorduk, Mehtap’a defalarca anlatmıştım bunu, onun arka taraf orospularına benzemediğini, güzelliğine rağmen çok sağlam bir kişilik geliştirdiğini.

Ama o kişilik kayıplara karışmıştı artık, beni önde görmesine rağmen arkaya oturdu, gerizekalı kızlarla muhabbet etmeye başladı. Midem bulanıyordu, Metin Abi yüzüme baktı, ”Merak etme be olm sana kız mı yok” dedi, hayır abi yok bakışı atıp trafik yüzünden zaten hareket etmeyen minibüsten indim, başladım duran arabaların arasında yürümeye.

Tam üç saat boyunca yürüdüm, nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Tek isteğim tüm yaşadıklarımı silmekti kafamdan, hayatımdaki tek başarımın Kurtlar Vadisi’nde ölen adam olması bile intihar etmem için yeterli bir sebepti.

Hem zaten ölünce değerim anlaşılacaktı, yazılarıma kim bilir kaç tane yorum gelecekti ulusal televizyonlarda intihar ettiğim gösterilince.

Mehtap’ı da istemiyordum artık zaten, o tarz kızların benimle işi olmazdı. İçinde bulunduğum bir ikilem vardı:Sadece zeki kızlara aşık oluyordum, kız zekiyse bana hayatta bakmazdı. Sadece sevmek yetmiyordu artık. . .

Hayatım boyunca yalnız kalmaya mahkumdum, zavallılığımı daha fazla uzatmanın anlamı yoktu.

Teras kata çıkarken apartmanda gördüğüm birine “Afedersiniz, Kurtlar Vadisi’nin son bölümünü izlediniz mi” diye sordum, izlemediğini söyledi. Anasını sikeyim kim izliyor bu diziyi diye bağırarak çıktım en üst kata. Baktım aşağıdan geçen kimse beni siklemiyor telefonu çıkardım 911’i aradım operatör “Sayın abonemiz, burası Amerika değil, lütfen anlayın artık” dedi. Polis İmdat’ın numarası kaç bilmiyordum, 110’u çevirdim itfaiye çıktı, burada birisi intihar ediyor çabuk gelin dedim, ”Beyfendi burası itfaiye, lütfen 112’yi arayın”, ”Peki bir soru sorabilir miyim”, ”Buyrun”, ”Kurtlar Vadisi’nin son bölümünü seyrettiniz mi? ”, ”Dıı dııı dıııı dııııt, dıı dııı dıııı dııııt”

112’yi aradım biri intihar ediyor dedim, adresi verdim yaklaşık iki saat sonra bir polis ekibi geldi. ”Atarım lan kendimi yaklaşmayın” diye bağırdım ama sesimi kimse duymuyordu zira 10. kattaydım. Bir baktım haber ajansları da yavaş yavaş gelmeye başladı, tamam artık zamanı gelmişti. Bütün Türkiye’ye ibret olacaktım, benim adıma siteler açılacak, türküler söylenecekti.

Derken arkadan polis ekipleri geldi, ellerinde coplar vardı “Gel buraya” dediler, atlamazsam kesin dayak yiyecektim. Megafon istedim bir tane, ”Yoksa hepinizi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne veririm” diye tehdit ettim getirdiler megafonu. Tam konuşmaya başlayacaktım bir minibüs geldi.

Bu minibüs Metin Abi’den başkasına ait değildi, içinden de Kurtlar Vadisi oyuncuları çıktı. Polat eline aldı megafonu ve konuşmaya başladı:

“Bak kardeşim, hepimizin hayatları zor ama hiçbir zaman karşına ne çıkacağı belli değil. Polat Alemdar rolü hariç hiç oyunculuk yapmamış olan ben bile şu an Türkiye’nin en ünlü ve en çok kazanan oyuncularından biriyim”

Adam haklıydı ama sesi götüm gibiydi, üstelik uzaktan suratı da seçilemiyordu. ”Sen Polat değilsin, beni kandıramazsın” dedim, megafonu kardeşi ve aynı zamanda dizinin senaristi Raci Şaşmaz aldı “Dizide dublaj kullanıyoruz, yanımdaki abim Necati Şaşmaz” dedi. Evet haklıydı, Polat Almanya’da büyüdüğü için şiveyle Türkçe konuşuyordu.

“Peki” dedim “Neden kimse Kurtlar Vadisi’nin son bölümünü izlememiş, güya ülkenin en çok seyredilen dizisi”. Cevabı dizinin yönetmeni ve aynı zamanda Polat’ın diğer kardeşi olan Zübeyir Şaşmaz verdi. ”Herkes özeti izledikten sonra kanalı değiştiriyor, yani senin oynadığın bölümü haftaya izleyecek 70 milyon”

O da haklıydı, zira özet hem normal bölümden daha kapsamlı hem de daha az reklamlı oluyordu. Şaşmaz kardeşler hakikaten şaşmıyordu. Polat yine eline aldı megafonu:

“Hadi güzel kardeşim, in aşağı, yanyana resim çektirelim Facebook’una koy, mutlu mesut bitsin herşey”. Eve gidince yapacağım ilk iş Facebook'a üye olmak olacaktı.

Tam geri dönecektim ki ayağım kaydı ve yazının başında bahsettiğim gibi göt üstü düşmeye başladım onuncu kattan. Ne utanç verici birşeydi, kendi mallığımdan dolayı ölecektim.

Soğuk betona yaklaştığımı hissettiğim an iki güçlü kol tuttu beni. Evet Polat fizik kurallarını altüst ederek beni kurtarmış, seksen kiloluk bendenizi 30 metre yüksekten aşağıya düşerken çok rahat bir şekilde tutmuştu. Bazen Kurtlar Vadisi’ni izlerken “Ebenin amı Polat” dememe rağmen o bir süperkahramandı, bunun farkına ancak o zaman vardım. Elinde mikrofonlu bir sürü basın mensubu Polat’a sorular sormaya başladı. Show TV’ye açıklama yaparken “Sadece diziyle değil, dizi dışında da insanlara hizmet ediyoruz” diyerek bir kere daha şehrin anahtarını hakkettiğini gösterdi.

Bir süre sonra televizyoncular terketti ortamı ama Kurtlar Vadisi oyuncuları benimle yakından ilgileniyorlardı, ben onlar için her bölümde harcanan ortalama 35 figurandan daha farklıydım. Muro yanıma geldi “Sakalı asla kesme, tam bir devrimciye benziyorsun” diyince “Abi ne devrimi ya” dedim, Muro Çeto’ya doğru bakarak “Sık kafasına” dedi, gülüştük. Sonra yanıma Güllü Erhan geldi “Abi şu sol kolunu gömleğinden çıkart Allah’ını seversen çok belli oluyor” dedim. Hayatımın en güzel gecelerinden biriydi o ana kadar. Sonra bir jip geçti önümüzden, plakası “34 PLT 34 “idi, Polat’ın yanında Mehtap vardı, o büyük gözleriyle hayran hayran Polat’a bakıyordu. Evet kahramanımız yine güzel kızı tavlamış, sevgili yazarınız ise avcunu yalamıştı.

Ve herkesin arasında hüngür hüngür ağlamaya başladım “Neden Polat beni kurtardı, neden benim süper güçlerim yok, neden sevmek günah bana, Allah’ım nedeeeeeeennnnnn? ”. Ömer Baba geldi yanıma. ”Bak evladım” dedi, kadife sesiyle başladı anlatmaya:

-Osmanlı Devleti’nde posta teşkilatının yeni yeni kurulduğu zamanlarda Cengiz adında bir postacı varmış. Kimi kimsesi yokmuş Cengiz’in, sadece eşeğiyle şehirden şehre gider mektupları ulaştırırmış. Cengiz birgün dinlenmek için büyük bir çınar ağacının gölgesine uzanmış, eşeğini de bağlamış ağaca. Uyandığında ise eşek ortalarda yokmuş. Cengiz bir hafta boyunca eşeğini aramış fakat bulamamış. Derken bir köye gitmiş, orada bilgenin biri köy halkına nahisatlar veriyormuş. Cengiz’in kan çanağı gözlerini görünce noldu diye sormuş. Cengiz de bir eşeğim vardı, yol arkadaşım, tek yarenim onu kaybettim, ondan başka hayatımda kimseyi sevmedim, sevemedim demiş. Bilge cemaate bakmış, Ey cemaat içinizde bugüne kadar hiç sevmeyen biri var mı diye sormuş, iki kişi elini kaldırmış. Bilge Cengiz’e dönüp “Sen bir eşek kaybettim diye üzülüyorsun ben sana burada iki tane buldum” demiş.

-Bir eşek kadar olamadım Ömer Baba, bir eşek kadar olamadım...




Yazının sonuna kadar dayanan herkese en içten teşekkürlerimi sunarım.

10 Kasım 2008 Pazartesi

31557600

Dile kolay tam 31557600 ,yazıyla otuzbir küsür- saniye geçmiş MİK yayına başlayalı.Evet bir kelime bir işlem izleyerek büyüyen okurlarım,sizleri büyük bir zahmetten kurtarıp hemen cevabı veriyorum,365 gün 6 saat.

Bugüne kadar devam edeceğimi hiç sanmıyordum açıkçası,bir iki yazı yazar sıkılırım diye düşünüyordum ama kendimi yanılttım,maymun iştahımı aç bıraktım ve koskoca 31557600 saniyeyi devirdim.Sizlerin sayesinde elbette,beni sizler yarattınız,fiziksel ve zihinsel gelişimleri olumsuz yönde etkilenen çocukların annelerine de hesap verecek olan sizsiniz.

31557600 saniyedönümüne yaklaşırken ülkemizin başına gelmiş en güzel organizasyon olan AKP her zamanki gibi hayatımı bir adım ileri götürdü,belirli bir süreliğine Blogspot’a erişimi engelledi.

Tabi bizler hükümetimiz kadar zeki olmadığımız için sinirimizden evdeki bütün ampülleri kırdık;mumlara ve gaz lambalarına dönüş yaptık ama kısa bir süre sonra farkına vardık ne kadar yerinde bir karar verdiklerinin.

Araştırmacı-rahatsız olarak elbette ki diğer blogları takip ediyorum ama büyük çoğunluğunda bir özensizlik bir vurdumduymazlık mevcut.İnsan biraz özenir,güzel güzel yazılar koyar bloguna,çiçekli miçekli temalar eşliğinde.

Ben de o densizlerden biriydim,fakat Amına Kodumunun Partisi –samimiyetime verin- sayesinde blogumun önemimi kavradım.Demek ki elimden alınması gerekiyordu kıymetini öğrenebilmek için,dikkatli okurlarım farkına varmıştır ki yasak kalkınca temayı değiştirdim,hatta musiki bile ekledim siteye.Sağol
AKP,bir florasan lamba gibi hayatımı aydınlattın.

Hükümete sevgi dileklerimden sonra yazıma başlayabilirim artık.Evet sevgili MİK dostları,yine hepimizi derinden üzen bir konuya değinmek istiyorum.

Ben dünyanın en azılı suçlusuyum.Hakkımda Interpol raporları var,bu gezegendeki bütün sorunların kaynağı benim,ikiz kuleleri ben yıktım,Gamze Özçelik’i seks yaparken telefona kaydeden de benim,Ergenekon göbek adım,İskender Büyük elimde yetişti,yerli dizi furyasını başlatıp ülkedeki bütün kadınları hiptonize eden de benden başkası değil.Kısacası sabıkam bayağı kabarık.

İşte bu yüzden ne yaparsam yapayım hep bir engelle karşılaşıyorum.Baştan başlayalım.Doğduğumda götüme biri şaplak attı,nefes alıp almadığımı öğrenmek içinmiş;siktir lan insan gibi sorsana!Gücün anca iki-üç dakikalık bebeye yetiyor şerefsiz.

Sonra okul açıldı,hepimize aynı salak önlükleri verdiler,neden peki?Çünkü ben o kadar orospu çocuğu bir adamım ki hergün başka kıyafet giyip fakir çocuklara “Şu LC Waikiki logosunu gördün mü,götüne girsin o” derdim önlem alınmazsa.

Ortaokula geçtik o salak önlükleri bile özler olduk,sik kadar boyumuzla ceket kravat taktırdılar bize ta ki lise bitene kadar.

Lisedeyken okulun etrafı ucu sivri korkuluklarla çevriliydi,okuldan kaçmaya çalışırsak kıçımıza saplansın diye.Allah korusun okuldan bir adım dışarı atarsak hemen uyuşturucu alacak,masum kızlara tecavüz edecek,çevremize terör estirecek kadar tehlikeli insanlardık biz.

Üniversiteye geldik herşey daha da kötüleşti,çünkü artık daha zeki vahşilerdik.Etrafa zarar vermek için başka kimseye ihtiyacımız kalmamıştı,olumsuz etkilerimiz minimuma indirmek için ellerinden gelenleri yaptılar.

Misal,İstanbul Üniversitesi öğrencisi olarak sadece kendi fakülteme girebiliyorum.Aklınız karışmış olabilir,dünya üzerindeki diğer bütün üniversitelerin aksine bizim kampüsümüz yok.Beyazıt’ın göbeğindeyiz,bir tarafımızda hayatlarını geçindirmeye çalışan zavallı Rus hanımlar,diğer tarafta modayı sattıkları saatlerle belirleyen zenciler,beri tarafta birbirinden değerli esnaf tayfası,ve tam ortalarında bütün bu güzelliklerin ağzına sıçan öğrenci yuvası üniversite.

Fakülteler arası bir bağ yok,birinden çıkıp diğerine sokaktan gidiyorsun.

Evet inanılmaz değil mi,bu azılı öğrenciler ellerini kollarını sallayarak sokaklarımızda geziyor.Peki ya başka fakültelere girip diğer bölümlerden öğrencilerle bir araya gelseler ne olur?Kıyamete bir adım daha yaklaşmaz mıyım?

Ama korkmayın böyle birşey söz konusu değil,her öğrenci sadece kendi fakültesine girebiliyor.Her binanın önünde sıkı güvenlik önlemleri var.İstanbul Üniversitesi deyince akla gelen ilk şey o büyük kapı tabi ki.Ülkemizin en eski okullarından birine ait,tarihi bir eser adeta o kapı.Böylesine önemli bir yapıyı da sıkıca korumak gerekiyor doğal olarak.

İşte bu yüzden benim o binaya girmem yasak ya sevgili okurlar.Biliyorsunuz ben ÖSS’de yüksek puan yapıp üniversiteyi kazanmış bir piçim,hem kötüyüm hem de zekiyim.Şimdi beni oraya kabul etseler yıkmaz mıyım o güzelim kapıyı,ziyan olmaz mı o kapıya?

Ama böylesine şaşalı bir yeri de halkımızdan esirgelemeleri doğru olmaz,işte bu yüzden sıradan vatandaşlar nüfus cüzdanlarını bırakarak geçebiliyorlar o kapıdan.

Zaten oraya zarar verecebilecek birisi olsa İstanbul Üniversitesi’ni kazanırdı,boşu boşuna herkese yasaklamanın anlamı yok.

Aslında benim de suçum değil,toplum beni bu hale getirdi.Onların baskısıyla ÖSS’ye girdim,ben de isterdim diğer herkes gibi vatanına milletine yararlı birisi olmayı,ama ne yazık ki öğrenci oldum.Bu hikayem de sizlere ibret olsun.

Geçen yaz arkadaşlarla ,hepsi de öğrencidir, dünyayı ele geçirip bütün iyi insanlara ölene kadar tecavüz etme planımız vardı.Teoride herşey tamamdı,tek yapmamız gereken operasyonlarımızı yürütebileceğimiz bir üs edinmekti.İşte bu yüzden ev aramaya başladık.

Gördüğümüz her ilanı arıyorduk fakat cevap hep aynıydı “Öğrenciye vermiyoruz”.Hatta ev sahiplerinden biri “Kiraya vereceğim apartmanda ailem de oturuyor yoksa öğrenciye verirdim” diyerek büyük bir insanlık gösterisinde bulundu,gözlerimiz yaşardı ve söz verdik birbirimize;dünyayı ele geçirdiğimizde o adama ve ailesine dokunmayacaktık.

Yapılan araştırmalara göre öğrencilerin kaldığı evlerin yüzde seksinde fuhuş yapılıyor,kapı kilitlerinin yüzde doksan sekizinde meni izlerine rastlanıyor,teröristlerin en fazla saklandıkları yerler de öğrenci evleri.

Maalesef hayat toz pembe değil,böyle mide bulandırıcı yönleri de var.Gönül ister tertemiz bir dünyamız olsun,öğrencilik tamamen kalksın,anneler mutlu çocuklar geleceklerinden umutlu olsun.Bunlar birer hayal elbette,öğrenciler hayatımızın acı bir gerçeği ve er ya da geç onlarla yaşamayı öğrenmemiz gerek.Tıpkı İsmail YK ile yaşamaya alıştığımız gibi...

28 Ekim 2008 Salı

Sen Git Aşk Bana Kalsın

Sabahları yataktan çıkasım gelmiyor bazen,yanlış anlamayın geceleri beşte yatıp daha sonra arkadaşlarına “Olm o da birşey mi ben beşten aşağı yatmam” diye hava atan lavuklardan biri değilim.Kendimi kısıtlamaktan,özellikle başkalarına hava atmak için, haz almadığım gibi geç saatlere kadar ayakta durmanın neden övünelecek birşey olduğuna bir türlü anlam verememişimdir.

Yataktan kalkmak istemememin yegane sebebi ne uykusuzluktur ne de tembellik.İçimde yaşama isteği kalmadı,kendimi zorlamamı,her türlü detaydan zevk almamı sağlayacak o motivasyon artık yok.Hergün diğerinin kopyası,hiçbir şey katmıyor benliğime geçen 24 saatler...

Geçen yıl tam zıttıydı halbuki.Gökyüzü neden bu kadar mavi,güneş ışığı ne kadar da parlak,bokum ne kadar da kahverengi diyerek derin düşüncelere dalıyor,dönüp dolaşıp bu mutluluğumu O’na borçlu olduğumu görüyordum.

O ki çikolata kutularındaki sütlü çikolataydı ya da karışık çerezdeki şanfıstığı.Bütün erkekleri büyüleyen,herkesin sahip olmak istediği,delice arzuladığı yegane şeydi O.Bu mükemmelliği yüzünden bitter çikolatalar ve leblebeler piç muamelesi görüyordu,ama doğanın kanunu;birileri kazanıyorsa diğerleri kaybetmek zorunda.

O’nunla tanışmadan önce çok karamsar biriydim.Nefret ediyordum kendimden,hiçbir zaman kendimi güvende hissedemiyordum.Arkadaş çevrem vardı ama birşeyler eksikti hayatımda;internet kafelere giderek,am-göt muhabbeti yaparak iyi zaman geçirebiliyordum ama yine de daha derin duygular yaşamam gerektiğinin farkındaydım.

Her gece yatmadan önce hayal dünyasına dalıyordum,zira ancak o zaman bu boşluğu dolduruyormuş gibi olduğumu düşünebiliyordum,rüyaların sınırı yoktu nasıl olsa.

Bana düşlerimde yardımcı olanlar güzel kızlardı elbette,gerçek hayatta bırak yüzüme bakmayı,yanlışlıkla gözleri bana doğru kaymayan kızlar,hayallerimde bana sırılsıklam aşık oluyordu.

Hepsi o film yüzündendi,”Komşu Kızı”.Kahinattaki en güzel yaşam formu Elisha Cuthbert’ın ameleliğin sınırlarını zorlayan bir çocuğa aşık olduğu bu film yüzünden hayatım karardı sevgili okurlar.”Ulan o denyo için bile bunları yapıyorsa Elisha bizim okuldaki kızlar benim için kendini öldürür” mentalitesi beynime kazınmıştı bir kere.Bütün o düşünceler aslında o kadar mantıklı geliyordu ki zamanında.

Ama gerçek hayatın alakası yoktu romantik-komedi filmleriyle.Güzeller güzeli kızımızı tek taşşağı bile iki kilo çeken,yakışıklı,kendine güveni tavan yapmış,kafası pek çalışmayan,bu noksanlığını adeleleriyle kapayan kusura bakmayın ama anatomisini siktiminin denyoları kapıyordu her zaman.Sevgiymiş,sadakatmiş hayallerimi süsleyen kızların zerre sikinde değildi bunlar,onlar için yeterli değildim ben,zavallının teki olarak görüyorlardı beni ve benim gibileri.

Acı da olsa öğrenmiştim bunu.”Artık hayatımda birisi olacak amına koyayım” diyerek hayatımın en “reddedilemeyecek” teklifinde bulundum,teknik olarak reddetmedi tabi kız,tepki bile vermedi.Umrunda bile olamadım sınırlarımı sonuna kadar zorlamama rağmen,işte o zaman anladım içimdeki o boşluğu kimsenin dolduramayacağını,insanoğlu bu kadar ulvi bir varlık değildi.

Derken O’nunla tanıştım,bugüne kadar kafamda kurduğum tüm tabuları yıktı bir anda,inanılmaz çekiciydi ama buna rağmen bana değer veriyordu.Diğerleri gibi değildi,herkes onu beğenirken o kendini beğenmiş birisi değildi,en büyük erdemlerden biri de bu değil midir zaten,o kadar ilgiye rağmen sağlam bir karakter geliştirebilmek?

Kim bilir kaç erkeğin hayatını değiştirmişti varlığıyla,onu tanımayanlar bile güzelliği karşısında hayat doluyor,kaybettikleri ışıltı geri dönüyordu...

Ben de onlardan biriydim işte,hayatımın en güzel aylarını onunla geçirdim.O yanımda değilken bile onu düşünerek Dünya’nın en mutlu adamı oldum,erdim,kendimi hiçbir zaman olmadığım kadar güvende ve değerli hissettim.

Geceleri yatağıma girdiğimde hafif bir serinlik oluyordu tenimde,mutluluktandı bu.Zaten sıcağı hiç sevmem,uyuşturur adamı.Fakat bu üşütmeyen tam anlamıyla rahatlatan bir serinlikti,çünkü bir pazar gecesini daha onunla geçirmiştim.

Fakat sonraki Pazar karşımda yoktu,beynimden vurulmuşa dönmüştüm,her Pazar olduğu gibi sözleşmiştik STAR TV ekranlarında buluşmaya...

...Fakat o gece TELEGOL gecesi değildi.Aman Allahım bu gerçek olamazdı,beni ben yapan,dünyanın bütün pisliğinden haftada 3 saatliğine bile olsa arındığım zaman dilimi artık yoktu.TELEGOL yayın hayatına son vermişti.

Artık Adnan’ın çocuksuluğu,Serhat’ın şüpheciliği,Sabri’nin otoritesi,Gökmen’in rahatlığı ve Ziya’nın sinir krizleri hayatımda olmayacaktı,bana bunu nasıl yapabilirdi?Artık kimseye ihtiyacım olmadığını düşünmeye başladığım,ölene kadar devam edeceğini sandığım birlikteliğimiz ansızın son bulmuştu.

O gece gözüme uyku girmedi,hepsi benim suçumdu.Eski ezik günlerim gözümün önünden bir Powerpoint slaytı gibi geçti,çok tipsizdim,çok güçsüzdüm.ben TELEGOL’ü haketmiyordum,ansızın çekip gitmesi hep benim hatamdı.Kim bilir şimdi kimin koynundaydı?Beni üzmemek için aylarca rol yapmış,ama en sonunda iticiliğime dayanamayıp terketmişti beni,onu suçlayamıyordum bile,benden çok daha iyilerini hakediyordu.

Hayatımın geri kalanında hep yalnız kalacağımı sanıyordum,özellikle Pazar geceleri kabus gibi geçiyordu,ne yapsam o boşluktan çıkamıyordum bir türlü.Televizyon tüm renklerini kaybetmiş,futbolun hiçbir cazibesi kalmamıştı,yarenim nelerdeydi?

Ansızın ondan bir haber aldım,geri dönüyordu!Başka bir kanaldaydı ama zerre umrumda değildi,yeniden Pazar geceleri TELEGOL gecesi olacaktı.Bütün olanları o saniye unutmuştum,format atmıştım duygularıma,hayatımda revizyona gitmiştim.

İyi başlamıştı program,eski kadro aynen korunmuş,geçen süre zarfına rağmen formundan hiçbir şey kaybetmemişti.Yine gönlümü kazanmıştı TELEGOL,eski günlere geri döneceğimizin,TELEGOL ile yaşlanacağımın işaretiydi bu.

Ama sevincim kısa sürdü.Yarım sezon sonunda TELEGOL yine yayından kaldırıldı,ne kadar ahmakmışım,yine aynı şeyi yapmıştı.Biliyordum neden geri döndüğünü,kesin kavga etmişti,hayatına kimi aldıysa artık,ona ihanet etmişti ve moralini düzeltmek için kendini kollarıma atmıştı,nasılsa ben bir zavallıydım,onun zerafetine asla karşı gelemezdim.Sadece nefes alması bile beni mutlu etmeye yetiyordu,o sırada ihtiyacı olan tek şey de buydu zaten,hiç çaba sarfetmeden kendisini özel hissetmek.Beni benden daha iyi tanıyordu,adeta bir kuklaydım o kusursuz ellerinde...

Kör topal bir süre daha devam etti ilişkimiz ama ne zaman morali bozulsa ya beni çocuk gibi azarlıyor ya da reklama giriyordu,ona yardımcı olmama bile izin vermiyordu.Artık farkına varmıştım,onun için stres topundan farkım yoktu.

Kendimi uzaklaştırmak zorundaydım ondan,ne pahasına olursa olsun...

Zorlu bir dönemden sonra kendime geldim,hala yaralarım var elbette ama onu nispeten unuttum,koskoca bir yılımı sadece O’nun ne kadar güzel olduğunu düşünerek geçirdiğimi göz önüne alırsak bayağı ilerleme kaydetmiştim.Ve yine geri döndü TELEGOL,ama eski ihtişamından uzaktı.Bir kere Adnan Aybaba yoktu artık,Serhat Ulueren de kendisini iyi aile spor müdürlüğüne vermişti;eski cesaretinden eser kalmamış,gündemi belirleyen dosyaları yerini maç özetlerine ve tartışamalı pozisyonlara bırakmıştı.Beni kendine hayran bırakan özgünlüğü yerini diğerlerinden tiksinmeme sebep olan sıradanlığa bırakmıştı.

Ama herşeye rağmen bir şans vereyim dedim eski günlerin hatrına,en az değişmiş olan Gökmen idi,her zamanki beyefendiliğiyle katılıyordu programa.Ama yeni katılan iki yorumcu hayal kırıklığından başka birşey değildi.Adnan Aybaba gibi Türk Televizyonculuğunda çığır açmış bir fenomenin yerini adını bile hatırlayamadığım kendisine söz verilmediği vakit tek kelime bir spor yorumcusuyla mı dolduracaksanız,peki ya Tanju Çolak’a ne demeli?

Hayatı boyunca gol atmak hariç herşeyde çuvallamış,inanılmaz yetenekli olmasına rağmen Avrupa yerine maphushane yolunu tutmuş birisiyle mi beni kendine mahkum eden TELEGOL’e geri döneceksiniz;hiç sanmıyorum.

Her gördüğümde Allah’a şükrettiren yüzü sivilcelerle dolmuş,her bakışımda boğuldum gözleri şaşı olmuş,her erkeği etkileyebilecek vücudu fazla kilo ve selilütlerle bozulmuştu,bırakın beni etkilemeyi,yüzüne bile bakasım gelmiyor artık.

Ama yine de eski günleri özlüyorum bazen,hiçbir program eski TELEGOL kadar etki bırakmadı üzerimde.Keşke hiç terketmeseydi beni diye kederleniyorum,fakat nedendir bilmiyorum insanlar değişiyor,çoğu zaman da yaşadığı güzellikleri berbat etmek uğruna...

Ama artık yeni bir aşkım var,Tribün Ateşi.Pazartesi geceleri FOX’ta bu şöleni sakın kaçırmayın!

18 Ekim 2008 Cumartesi

Zorunlu Açıklama

Bildiğiniz gibi burada sinirimi bozan şeyleri kimilerine göre doğal,kimilerine göre sert bir dille eleştiriyorum.Kendi çapımda bir kitleye hitap ettiğim için de bugüne kadar “Ne diyorsun lan sen yavşak” tarzı yorumlar gelmemişti yazılarıma.Artık okur sayım arttı diye sevinsem mi yoksa annem hakkında ileri geri yorumlar geldiği için üzülsem mi bilemiyorum.

Belki de en haklı olduğum eleştirilerimden birine aldığım yorumları sizlerle paylaşmak istiyorum zira çoğunuz görmesi neredeyse olanaksız çünkü 5 ay önce yazılmış bir yazı; fakat nasıl olduysa halkotobüsüperver insanların tepkileriyle yeni yeni karşılaşmaya başladım.

Heralde Halk Otobüsleri’nde çalışan insanların takıldığı bir forum var,www.biletgecmez.com mesela,benim yazım da orada yayınlanmış.Sadece bana,pardon anneme, küfretmek için blogspot hesabı alan şahıslar ana avrat düz gidiyor.Ama düşünce özgürlüğüne sonuna kadar inanan biri olduğum için bu yorumları silmedim,silmeyeceğim de.Sanki onların demesiyle annem şoför ve muavin feşisti birisi olacak...

İşte o yazı,sayfanın aşağı tarafında yorumları görebilirsiniz:

http://maksaticimdekalmasin.blogspot.com/2008/06/halk-otobs-iiri.html

En başta blogspot hesabı olmayan ve misafir olarak yorum yapan okuyucu bana nispeten hafif bir küfür etmiş,sonra kimsenin takmadığını görünce yaklaşık üç hafta sonra ramazan adıyla bir hesap alıp yine aynı cümle kalıbını kullanarak daha ağır bir hitapla şikayetini yeniden dile getirmiş.Çok yaratıcı,derinden etkilendim,geceleri gözüme uyku girmiyor.Başarılarının devamını diliyorum Ramazan.

Daha sonra yine Adsız lakabını kullanan ,ama bu uğraşıp hesap almış, birisi önce annemin halk otobüsü personellerine karşı bir ilgisi olduğunu ileri sürmüş ve ardından “erkeksen git de duygularını onların yüzüne söyle” demiş.Şimdi kendisine soruyorum:

Ulan yarrak beyinli,madem bu kadar “erkek”sin niye konuyla hiçbir alakası olmayan anneme küfür ediyorsun,bana küfret!

Ve anneme saldıranlar için ekliyorum:

Hepinizin ananızın amına akbil basmazsam adam değilim!

12 Ekim 2008 Pazar

Öylesine

Geçen gün otobüste bir eşyamı –daha ayrıntılı olmak gerekirse şapkamı- unutmuşum.Ama sıradan bir şapka değil,benim için manevi değeri oldukça yüksek.

-Markası neydi moruk?
-Bilmiyorum,tam olarak marka sayılmaz.
-O zaman neden üzülüyorsun be olm,ben de Nike şapka gitti diye efkarlandın sandım.
-Tommy Hilfiger siksin seni e mi!

Neyse konumuz bu değil.Günler süren telefon görüşmelerinden sonra nihayet bir tarih alabildim otobüs şirketinden.Evet şapkamı bulmuşlardı,Denizli’den gelecek otobüsteydi,tek yapmam gereken 18:30’da Bayrampaşa’da olmaktı.

İstanbul piçi olan kuzenimden edindiğim istihbarata göre bulunduğum yerden Bayrampaşa’ya gitmek bir saat alıyordu,trafiğe yakalanırsam iki -şimdi mutlu oldun mu fakeangel-.
Bana verilen saate göre beşte çıkmak en iyisiydi.En kötü ihtimal yedide orada olacaktım.

Neyse yaklaşık 20 dakika süren bir yolu –üşendiğimden değil giden zamana yanarım- yürüyerek katettikten sonra Kavacık Köprü olarak tabir edilen durağa geldim.Kavacık Köprü nedir diye soran arkadaşlar olabilir şöyle açıklayayım:


İnsanların her zaman gülümsediği,güneşin hiç batmadığı,benzinin bir YTL olduğu,tüm kızların Elisha Cuthbert,tek erkeğin de ailenizin gereksiz yazarı benim olduğum rüya gibi bir yer

Değil elbette,ne alaka lan,tüm şehirlerarası otobüslerin sike sike geçmek zorunda olduğu,otoyolun ortasında amdan götten bir durak işte.

Neyse efendim bu güzide yere geldikten sonra oradak otobüslere –ad aktarmasına gel- binbir yalvararak beni Bayrampaşa’ya bırakmalarını istedim.

Ve 23 dakika sonra oradaydım,yavşak kuzenimin “Beş tam iş çıkışı,ancak iki saatte Bayrampaşa’da olursun” temini yaptığı herşey gibi beni zor bir duruma soktu.Bir saati öyle nasıl geçireceğim derken İnternet Kafe tabelasını gördüm.

Kendimi içeri attım hemen.İnternetin bana sunduğu olanaklardan çok masaüstü güldürdü beni.Word yerine World kısayolu,Filmler yerine Filimler yazan klasörler;Filimler klasöründe “Brad Pit” yazan bir MPEG dosyası ya da Yeni Oyunlar klasöründeki Fifa 2005,hepsi ayrı bir ukteydi benim için.Gerek gülerek,gerekse ağlayarak bir saatimi geçirdim.

Saatler 18:30’u gösterince koşa koşa yazıhaneye gittim “Benim bir eşyam vardı da onu şeetcektim” tarzı son derece hırbo bir cümleyle maruzatımda bulundum.

“Muavine sor buraya birşey gelmedi” dedi eleman.Dışarı attım kendimi muavin falan yoktu,sonra üst kattaki misafirhaneye çıktım,evet bu o muavindi.Şapkamı unuttuğum o lanet gün yolculuğumda bana yardımcı olan kişiydi O.

“Abi benim şapka vardı” der demez muavinin suratında bir pişmanlık,bir ekşime oldu.”Onu bugün attık be abim” dedi,adamın o suratını görür görmez salla şapkayı insanlık ölmemiş dedim.Adam yıkılmıştı resmen,sonra bana detayları anlatmaya başladı.

“Günlerdir otobüsteydi şapkan,ben de bu sabah çöpe attım,Karfur –üzgünüm nasıl yazıldığını bilmiyorum ve internet bağlantım yok şu an- -az önce internet kafeyle taşşak geçtim şimdi hakettiğimi aldım işte- oralarında çöpe attım”

Ben de kafamı eğdim,”Neyse sağlık olsun usta ne diyim” tam giderken sırf geyiğine,sadece geyiğine sevgili okurlar “Tam olarak nereye attıydın abi şapkayı” diye sordum.Adam tam anlatıyordu ki “Dur bir dakika,hayır oraya atmadım.Şimdi aklıma geldi” dedi.

İşte o an şansım döndü,şapkam buralarda bir yerde diye aklımdan geçirdim.Ey ulu Rabbim,şu mübarek Cuma günü yine büyüklüğünü gösterdin diyordum ki tam içimden muavin konuşmaya devam etti

“Hani Denizli garajın orada uzun direkler var ya onlardan birine astım”

Bu bir kurgu değildir sevgili okurlar,bugün başıma gelenleri anlatıyorum sadece.

“Birisi alır da belki giyer de oraya koyuverdim”

Ve bu cümleden sonra tamamen saçmalamaya başladık

“Abi uzun bir direk miydi,hani çoluk çocuğun boyu yeter mi almaya?”,işte bu kadar acınılcak durumdaydım.

“Ya bak şuradaki direk gibi birşey” dedi dışarıya parmağını uzatarak

Sonra adamla birbirimizin cep telefonlarımızı aldık,bilmiyorum şapkama noldu,yarını beklemek zorundayım.

Not:Dualarım karşılığını bulmadı,şapkamı kim bilir hangi denyo takıyor şimdi Allah bilir.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Isınma Turları

Klavyenin buz gibi soğuk tuşları,aylardır kullanılmadıkları için paslanmış parmaklarımın altında, basmamak için direniyor,şu tuşların dili olsa “Nerdeydin lan dört aydır Allahsız” derlerdi kesin.

Gerçi demelerine gerek kalmadı,eve adımımı atar atmaz odama koştum,önce mönitörümü öptüm sonra kasayı kucağıma aldım.Tüm sevgi gösterilerim bittikten sonra düğmeye bastım ama hiçbir tepki yoktu.Çok fena tırstım sevgili okurlar,ama sonra çoklu prizin kapalı olduğunu farkettim,bu sorunu hallettikten sonra yeniden düğmeye bastım.Ah o seksenlerden kalma elektrikli süpürge gürültüseyle çalışan fanımın sesi şimdi “Colors” –ki gelmiş geçmiş ve gelecek en mükemmel albümdür- gibi geliyordu kulağıma.Ama 10 saniye sonra “Dıııı-dıt” diye bir ses geldi.”Faredir,fare” diye geçiştirdim ama açılmıyordu bilgisayar.Defalarca denedim,dakikada 30 kere açıp kapadım ama o frekansına kodumunun sesi bir türlü geçmiyordu.Beş yıldır hiçbir zaman beni yüzüstü bırakmamış yarenim şimdi,ona en çok ihtiyacımın olduğu anda,silikon cennetini boylamıştı.

Zaten son üç ayını başka bir kıtada geçirmiş,orada da hayatının en farklı deneyimlerini yaşamış biri olarak şu güzel ülkemdeki hayata alışmak zordu,bilgisayarsız bunu yapmak ise imkansızdı.

İşte bu yüzden bu kadar geç başladım yazmaya sevgili okurlarım,bu yaz tek cümle bile kurmamamın yegane sebebi de bendeki “Emanet bilgisayar” takıntısıdır.

Ne menem birşeydir ki bu,şöyle anlatayım.Benim rahmetli makine Celeron işlemcili,5 yıl öncesinini ekonomik modeliydi.Evet artık hiçbir oyun açılmıyordu,herkes değiştir lan şunu diyordu ama bizim ilişkimiz apayrıydı.Bill Gates ,ki hiç sevmem kendisini, gelse “Abi bak dünyanın en hızlı bilgisayarını yaptım sen de 32 ben diyim 64 işlemcili,gel bizim ofise istediğin gibi takıl” dese “Siktir git tekel bayi kılıklı pezeveng,Vista kurdun değil mi o sisteme yavşak” derim.Xp olsa bile işim olmaz,dünyadaki hiçbir elektronik alet benim bilgisayarımın yerini tutamaz sevgili okurlar,çünkü onlar “Benim bilgisayarım” değildir.

İşte böyle bir ruh hali içerisinde beynimin zaten kullanabildiğim yüzde ikilik kısmının dörtte birini kullanarak bir hafta geçirdim İstanbul’da.Son derece bitkisel bir hayattayken radikal bir karar aldım,aslında her yıl düzenli olarak yaptığım birşeydir neden radikal kelimesini kullandım bilemiyorum,ve rehabilitasyon için Denizli’ye gittim.Hem son derece güzel beş gün geçirdim hem de rahmetliyi yeniledim,ama anı olsun diye,dürüst olmak gerekirse param yetmediği için, kasasını değiştirmedim.Ama artık benim de birden fazla işlemcili,yazıyla üç,512 MB’lık ekran kartına sahip,son oyunları açacak bir bilgisayarım var sevgili okurlar.

Fiziksel alışma süresini nispeten kısa bir zaman zarfında atlatmama rağmen şovu yönlendiren asıl organım,hayır penisimden bahsetmiyorum,hala ısınmadı.Hani sabahın köründe bastırılmaz bir açlıkla,muhtemelen okul öncesi, bir tostçuya gidersiniz de “Usta bana bir sucuklu” dersiniz ama taş kalpli tostçu “Henüz makine ısınmadı abim şimdi açsam 15 dakikaya hazır olur” diye cevap verir ama okula mümkün olduğunca az vakit ayırmak isteyen,bkz. Ben,biri olduğunuz için dakikası dakikasına evden çıktığınızdan dolayı bırakın 15 dakikayı 15 saniye bile süreniz yoktur.Yine okulda fizik kurallarını altüst edecek şekilde doğranmış sucuk dilimcikleriyle salça ekmek yersiniz,kantindeki görevlilerin ısrarla “Sucuklu” olarak adlandırmasına rağmen.İlk tenefüs de böylece harcanmış olur.

Böylesine uzun benzetmeler yapmayalı baya olmuştu,zaten sözlü ve yazılı anlatımda tamamen farklı kişiliklere bölünen biriyim.Daha önce de belirttiğim üzere ses tellerimin yalama,tipimin de dallama olmasından dolayı iyi bir konuşmacı değilim,ama beyin-parmak arası sinirlerim son derece keskin olduğu için,isteyenlerle PES ve ya Half-Life kapışması yapılır,tüm o eziklik ve korkular yerini beyin fırtınası ve çatırdayan parmaklara bırakıyor.Şikayetçi miyim,eh bazen.Ülkemizdeki insanların okuma üşengeçliği ve kızlarımızın kendine güvenen erkek saplantısı yüzünden “Sikerim böyle Word belgesini” diyip tüm yazdıklarımı silesim,kendimi en yakın spor salonuna atıp baklava-insan kırması bir canlıya bürünesim geliyor.Şaka şaka sadece “Sikerim böyle Word belgesini” demekle yetiniyorum geri kalanıyla işim olmaz,orta yaş bulanımına girmeden asla.

Hani sporcular ısınma hareketleri,Gökhan Zan’ın bariz bir şekilde kaytardığı, yapar sakatlanmamak için kendilerini fazla yormadan kaslarını hazır hale getirirler.Ben de böyle birşey yapmak istiyorum izninizle,bunu ısınma turu olarak kabul edin,dört ay aradan sonra direkt damardan yazılarla hem kendime hem de siz sevgili okurlarıma beyin felci geçirtmek istemiyorum.Ama merak etmeyin,çok pis geliyorum...

10 Haziran 2008 Salı

Veda Denemesi

İlk defa bir yazımı sildim,bir sayfayı biracık aşmıştı.Olmadı,boktandı,zorlamaydı.Uzun aradan sonra parmaklarımdan site için dökülen yegane kelimelerdi ama yeterli değillerdi,Maksat İçimde Kalmasın’da yer alacak kaliteye sahip değillerdi.

Üstelik son yazımı da taaaa 25 Nisan’da eklemiştim siteye.O günden beri yazmadım desem yalan olur,ama sitelik şeyler değil,birazcık daha kişisel serzenişlerimdi,hadi onları da dün ekledim siteye kıymetimi bilin.

Çok daha kişisel serzenişlerim de oldu maalesef hiçbir zaman onları okuyamayacaksınız,fazla birşey kaçırdığınızı söyleyemem gerçi.

Haliyle parmaklarım birazcık pas tuttu tabi,bir de bunun üstüne üç ayı geçik bir süre çevrimdışı olacağım göz önüne alınırsa,yazdığım en zor yazı bu…

Evet sevgili okurlar,bu yaz aranızda olamayacağım,bok varmış gibi arkadaşların gazına gelip Work and Travel’e katıldım.

“Bu Work and Travel,Head and Shoulders gibi birşey mi” diye soranlarınız olabilir.Zira ben de ne sikime derman olduğunu arkadaşlar anlatana kadar bilmiyordum.Böyle ilk bakınca insanda “Çalış,gez ama leş gibi kokma herkesi büyüle” sloganlı bir deodorant etkisi uyandırıyor,hani böyle kaslı maslı adamların,gayet seksi hanfendilerin üstsüz iken ateşlere falan atladığı ama koltukaltlarının ter kokmadığı tanıtımlar, ama çalışma ve gezmenin yanında köpek gibi terleme de var bu programda.

Özetlemek gerekirse Work and Travel yabancı öğrencilerin bir yazı Amerika’da kendi başlarına çalıştığı hem İngilizcelerini geliştirdikleri hem de eğlenceli dakikalar geçirdikleri bir hadise.

Bu demek oluyor ki ailenizin yazarı,hiçbir zaman büyümek istemeyen ama 189 boyuylu bu konuda pek de başarılı bir imaj yaratamamış ben,Bengisu Türkan, bu yazı gurbet ellerde geçirecek.

En çok neyi özleyeceğim biliyor musunuz?

Siz sevgili okurları…

…değil elbette,siz ikinci sıradısınız benim için kusura bakmayın.Zaten hiç yorum attığınız da yok,son üç yazıya gelen yorumlarım hepsi tanımadığım iki yazardan –ki kendilerine çok teşekkür ediyorum,onlar da emekçi tabi emeğe saygıda kusur etmiyorlar-.Beni yıllardır tanıyanlar,bilgisayarı bozuldu mu ilk beni arayanlar,neredesiniz lan dallamalar!

Hiç kimsenin umrumda değilim diyemem tabi,devamlı pardon düzenli okurlarım var.MSN üzerinden geliyor yorumları,”Yazını okudum”dan sonra “Nasıl,beğendi mi?” diye soruyorum ve gelen cevap yüzde seksen “ii” oluyor.Eğer şanslı günümdeysem ortaya “y” harfini koyanlar da oluyor.Yatmadan önce şükrediyorum Allah’a,bana bol “Y”ler nasip eyle diyorum.

“Yeeeeeeaaaaaahh” değil sadece “Y”.

Ama farketmez,şu yazdıklarımın okunduğunu bilmek,insanlarda olumlu-olumsuz,az-çok etki bıraktığını hissetmek bile beni çok mutlu yapıyor.Hele ki e-posta kutuma “Bilmemne şu yazınız hakkında yorum yaptı,arkandan da böylemişsin –el ile O şekli yaparaktan- dedi kahvede” yazan birşey geldi mi ooooooohhh ne ala!Sonraki ilk işim de kahveye gidip o “O”nun içini doldurmak olur,bilmem anlatabildim mi.

Her zamanki gibi gereksiz bir –daha doğrusu birkaç- beyin fırtınasıyla konudan uzaklaştım,fil hafızasına sahip okurlar –evet var,ama ifşa etmeyeceğim buradan- yaklaşık 2 saat önce en çok neyi özleyeceğimi söylediğimi hatırlar.Evet işte büyük an geldi:

ATİKER’in sunduğu Maksat İçimde Kalmasın reklamlardan sonra devam edecek

“İşte karşınızda Milli takım oyuncuları,Servet Çetin,Arda Turan,Mehmet Aurelio ve Volkan Demirel.Söyleyin çocuklar,yapmayı en çok istediğiniz şey ne?

Milli Takım Oyuncuları:ÇOCUUUUUUUUUUUKKK!
Reklamlardaki karizma ses –mütamadiyen Haluk Bilginer-:Peki karılarınız ne diyor?
Volkan Demirel:Ne karısı abi ehuehuehuehueh
Arda Turan:Benim liseli kız arkadaşım var,taş gibi
Servet Çetin:………(birşeyler mırıldanır ama kimse anlam veremez dediklerine)
Mehmet Aurelio: Há milhares de patos viveu em torno de um lago. Estes diferentes concursos organizados patos e competiu suavemente e eles adjudicados os que chegaram primeiro.
Haluk Bilginer:Yani hiçbiriniz evli değilsiniz.İşte tam size göre bir çözümüm var.
Milli Takım Oyuncuları:NEDİİİİİİİR?
Haluk Bilginer:Okey’in yeni ürünü,adı “Delikli”.Bunun sayesinde hem kız arkadaşınızla “Birşey olmaz korunuyoruz” diyerek ilişkiye girebilir,hamile kalınca da “Yüzde doksandokuz nokta dokuz koruma öneriyordu şansına küs” diyerek çocuk sahibi olabilirsiniz.
Nuri Alço:Ben boşuna uğraşmışım desenize!
Milli Takım Oyuncuları ve Haluk Bilginer:Hahahahahahahaha (Hepsi birbirine sarılır,arkadan taraftarlar gelir, bağıra çağıra”Oğlan bizim kız bizim” söylenir,omuzlarda zıplar oyuncular -bunların büyük bölümü yavaş çekimde olur-)

ATİKER’in sunduğu Maksat İçimde Kalmasın devam ediyor…

Milattan önce 289 yılında bir cümle kurmuştum.O zamanlar kağıt kalem yok tabi,taşın üstüne kazıdım,bir de kendi bulduğum bir dil vardı,ibnelik olsun diye kimseye öğretmedim,deliriyordu millet “Bu piç anamıza küfrediyor olmasın” diye geceleri gözlerine uyku girmiyordu,güzel günlerdi.

Geçenlerde İsviçreli bir arkeolog o tableti buldu,deli sikmiş gibi inat etti çevireceğim diye,nasıl olduysa da çevirisini yaptı: “En çok neyi özleyeceğim biliyor musunuz?” yazıyordu üstünde.

Evet sevgili okurlar,en sonunda söylüyorum,en çok özleyeceğim şey,dillerin en güzeli biricik Türkçe’miz.

Her çekimiyle,her ses olayıyla,lastik gibi genişlemesiyle,ikide bir yanlış yerlere çekilmesiyle Dünya’daki en zengin dil bizimki sevgili okurlar.Çok seviyorum anasını satayım,yolların ustasıyım gramerinin hastasıyım.

Şimdi ben elin Amerikasında kime “Sen benim devamlı arkadaşımsın” diyeceğim?Herife “You’re my continuous friend” desem teşekkür eder,nerede bunun eğlencesi?

Hangi barda “Damsız Girilmez” tabelasının ilk harfini kapatıp çocukça kahkahalar atacağım?

Ya da Nuri Alço cep telefonu melodim çaldığında kimler gülecek?Ismarlayacak gazoz bile olmayacak orada,Sprite’a hap atacağım.

Belki zenci gördüm mü “Aaaaa asfalt gibi adam lan” diye zaman geçirebilirim ama nereye kadar sevgili okurlar.

Dile kolay koskocaman üç ay,gelir gelmez de okul açılacak,uzak kalacağım hem yarim Türkçemden hem de sevgilimle dansederken ,yanlış anlaşılmasın Türkçeyle dansediyorum diğer dans davetlerine açığım -bayanlardan elbette-, bizi dikizleyen siz okurlarımdan.

Başlığı atarken “deneme”yi yazı türü babında kullanmıştım ama görüyorum ki bu başarısız bir veda denemesinden başka birşey olamadı.Siz sevgili okurlarıma “Vay anasını be amına koymuş ortalığın” dedirtmek isterdim son yazımda,fakat beceremedim,son güne bırakınca da pek bir sikime benzemedi Veda Denemem.

Fakat 22 Eylül’e kadar içimde çok şey kalacak.Çünkü anlatacağım kimse ,tamam çok dramatik oldu, az kişi olacak.Ama yazamayacağım da işin boktan tarafı.

Makineli tüfek gibi konuşan,her cümle sonunda noktalı tükürük atan,R’leri söyleyemeyen,karizması yerlerde sürünen,cızırtılı radyo kanalı gibi sesi çıkan,mimik yapayım derken ağlıyor mu gülüyor mu belli olmayan,kısaca “ben”im can simidim A4 kağıdı.Ama onunla yapabileceğim tek şey önümüzdeki yaz uçaktan ibaret,üstü hep boş kalacak kafamdakilerin aksine…

Kendinize iyi bakın sevgili okurlar,sitede mevcut olan yazılarımı da sık sık okuyun,gelince sözlü yapacağım.İşte size çalışmanız için birkaç örnek:

Metin Çalışmaları:
1)Yazar neden bu yazısını en zor olarak nitelendiriyor?
2)Sizce yazarın psikolojik tedaviye ihtiyacı var mı?Açıklayınız –yani evet ya da hayır yazarak yırtamazsınız,çocukluğuma inmeniz gerek-
3)”Work and Travel” ne demektir?
4)Milli takım oyuncuları neden her reklamda oynar?
5)Yazara göre “devamlı arkadaş sahibi olmak” önemli birşey midir?
6)Yazı hakkında hissettiklerinizi siteye yorum olarak atınız.

9 Haziran 2008 Pazartesi

Halk Otobüsü Şiiri

İstanbul'da yaşamayanlar için yararlı bilgi:İstanbul'da iki çeşit otobüs var.Birincisi Belediye Otobüsleri,devletin kadrolu şoförlerinin gayet güzelce kullandığı,son derece memnun olduğum ulaşım araçlarıdır bunlar,insanı asla yarı yolda bırakmazlar.Diğeri ise Halk Otobüsleri,işte yok mu o ibneler,beynime kan fışkırtıyorlar her defasında.

Halk Otobüsüler'nin temel mantığı şu,serbest girişimciler belirli bir para karşılığında Belediye Otobüsü satın alıyorlar,işlevleri tamamen aynı,rotaları da aynı.Fakat burada devletin kadrolu elemanı yerine serbest çalışan olduğu için zamanında kalkmıyorlar hiçbir zaman,bazen hiç kalkmadıkları da oluyor.Zaten yarım saatte bir geçen otobüse biniyorum bir de bu orospu evlatları siklerinin keyfine gelmeyince bir saat bekliyorum otobüs durağında.

Bu daha başlangıç,asıl cefa otobüse binince başlıyor.İnsanları durakta beklettikleri için daha ikinci duruşunda tüm koltuklar doluyor.Yolun yarısındayken camdan fışkırmaya başlıyor yolcular ve hala yolcu almaya devam ediyor bu amınoğulları.Bir keresinde kapının açılmadığı olduğu sevgili okurlar,o derece kalabalık içerisi -otobüslerde kapılar içeri doğru açılır "Basamakta Durmayın Otomatik Kapı Çarpar" bir efsane değil gerçektir- hala "Arkaya doğru ilerleyelim" diyor utanmadan yarrak kafası.

Belediye Otobüsü'nün kırkbeş dakikada gittiği yolu en az yetmişbeş dakikada gidiyor bu egzosuna soktumunun yavşakları!

İşte bu vahim hususlardır bana aşağıdaki şiiri yazdıran:

Her defasında geç gelirsin
Kalkış vaktini siklemezsin
Sen saat nedir bilmez misin?
Akrebini,yelkovanını sikeyim

Tıngıl mıngıl yolda gidersin
Tek şeritli yolda trafiği felç edersin
Sanki keyif için otobüs sürersin
Sen ne arlanmaz bir piçsin

13 yaşındaki ufacık çocuktan
Tam ücret talep edersin
“Pason nerede genç” dersin
Kazanacağın üç-beş kuruş götüne girsin

Bir de utanmadan kendine “Halk otobüsü” demişsin
Halk için bu güne kadar yararlı ne yaptın ha it
Belediye otobüsleri sana kıyasla Ferrari gibi
Sabah sabah bana küfrettirdin,mutlu oldun mu ha göt herif

İstanbul'da Yaz Dolusu

8 Haziran 2008.Her zamanki gibi günlük yürüyüşümü yapıyordum.Normalde akşamları çıkardım bu gezintilere,yaklaşık bir saattir süresi.Hep aynı rotadayımdır Kavacık-Anadolu Hisarı arası çalışırım.

Bu sefer öğleyin yürüyeyim dedim,ne bileyim içime doğdu öyle.Oniki gibi çıktım evden,güneş ışığından eser yoktu.Herşey gipgriydi,tam eve dönerken gökyüzünde birşey farkettim,Appiah kadar karaydı,bulut değil de kömür dumanıyla dolmuş gibiydi yukarısı,yaklaşık iki dakika gözyüzünü izledim,sonra evimin yolunu tuttum.

Eve kendimi atar atmaz rüzgar başladı,ama ne rüzgar!Kesin yağmur yağacak dedim açtım hafif bir müzik -Mordecai-,yağmurun rahatlatıcı sesi eşliğinde keyif yapacaktım güya.

Mordecai'yi bilen yoktur aranızda.Between The Buried And Me'nin en güzel eserlerinden biridir.İlk iki dakika kulak zarımızın ırzına geçen grup geri kalan üç dakika "Pardon abi,kusura bakma telafi edeceğim bak" diyerek en tatlı ninniyi fısılar dinleyenlere,özür diler örs,çekiç,üzengi kemiklerinden.

Tabi yağmur yağacağını düşünen ben şarkıyı direkt 3. dakikasından başlatmıştım,ama yanılmışım...

Başımıza taş yağmaya başladı!

"Tak tuk tak tuk" bu ne şiddet ne celal!Olamaz böyle birşey,sanki üst kattan milyonlarca insan buzluklarını boşaltıyor,misket kadar dolu taneleri -tanecik demeye dilim varmıyor- dövüyor yeryüzünü.Ben hayatımda böylesine gürültülü bir yağış daha duymadım sevgili okurlar.

Sonra kendini yağmura bıraktı doğanın cinneti,aaaahhh yağmur sanki tüm gezegen gusül abdesti almış gibi rahatlar sen geldiğinde,tüm cenabetliğimiz atılır üzerimizden.

İşte bu görkemli doğa olayından sonra gönül telleri titreşen biri olarak,kaptım fotograf makinemi o anı ölümsüzleştirdim. Umarım hoşunuza gider



NOT:Çalan şarkı Between The Buried And Me'nin Selkies: The Endless Obsession isimli eseridir,Mordecai başka,onu da dinleyin.

25 Nisan 2008 Cuma

Batuhan

Sağ elinde bir kadeh 24 yıllık şarap,sol elinde ise Captain Black;pencereden dışarı bakıyordu Batuhan,su taneciklerini izliyordu bir Şubat akşamı.Sandığınızın aksine yağmur değildi Batuhan’ın izlediği,yanağından süzülen göz yaşlarının camdaki yansımasıydı,o gece bulutlar yıllık izinlerini kullanıyorlardı,gökyüzünde ufacık bir pamuk tanesi bile yoktu.

Sivilceli suratında göz yaşları adeta Paris-Dakar Rallisi edasıyla manevralar yapıyor,çoğu yanağının yarısında tükeniyordu.

Captain Black’ten çektiği her fırttan sonra cep telefonuna bakıyordu,ne cevapsız bir arama ne de gelen bir SMS vardı.Kavak Yelleri izlerken PGEL yazıp 3300’a yollayarak telefonuna yüklediği melodinin odasının duvarlarında yankılanmasını bekliyor,saliseler geçmek bilmiyordu.

Kapısı kilitliydi,bu depresif bekleyişi portakal,mandalina ve bilimum turunçgilden oluşan bir tabakla odasına dalma ihtimali hayli yüksek olan annesinin berbat etmesini istemiyordu.

Annesinden ziyade babasından tırsıyordu,evlilik hediyesi olan şaraplarını pervasızca içtiğini öğrenirse pederinin şişeyi ağzından sokup münasip bir yerinden az önce içtiği şarapla dolu çıkaracağını biliyordu.Elbette birazcık da mide asiti karışacaktı içine kaçınılmaz olarak

Saatine baktı Batuhan,hayal dünyasına dalalı,nerede yanlış yaptığını düşünmeye başlayalı sadece üç dakika geçmişti.Hani ders çalışırken gaza gelir insan,peş peşe çözer soruları,”Vay be iyi çalıştım ha” der fakat kalleş saate bakınca sadece sekiz dakika geçtiğini farkeder,hayal kırıklığına uğrar iki dakika daha çalışıp kitabı kapatır ya,Batuhan da aynen öyle hissetmişti.

GSM cihazından hayır gelmeyeceğini anlayınca,bir diğer iletişim ağı olan internete başvurdu,fakat vurduğu yer bomboştu,çevrimdışıydı…

Neden hiçbir fikir işe yaramıyor,bir türlü çıkış yolu bulamıyorum diye geçirdi aklından.Bu görüşünü açıklayabileceği kimse yoktu etrafında,kafatasında yankılanıyordu cümleleri.

Yatağına çöktü,yüzüstü uzandı,yastığı otuz saniye içinde sırılsıklam olmuştu.Derken annesi yedek anahtarla daldı içeri “Git başımdan ağğğğğğğhhhniiieeee” demesi hiç de yardımcı olmamıştı,tam tersine annesi kenetlenmişti oğluna “Yavrum,noldu sana böyle”

O ses hiçbir delikte yılan bırakmayacak kadar tatlı,o kollar dikenlerinden arındırılmış bir gül kadar yumuşak,o bakışlar Antartika’yı iki saniyede buhara çevirecek kadar sıcaktı,bütün bunlar sadece bir annede toplanabilecek özelliklerdi.

Ama Batuhan’ın zerre umrunda olmadı,kafasını gömdüğü yastıktan kaldırmadı,annesi de bir süre sonra çıktı odadan.İçinde bulunduğu ruh halini destekleyen önemli unsurlardan biri olan karanlık,annesinin odaya dalarken ampülü yakmasıyla dağılmış,çıkarken de kapamamasıyla tarihe karışmıştı.Apaydınlık bir odada kedere boğulamazdı hiç kimse,bu yüzden Batuhan ışığı kapamak için kalktı ayağa.

Tam o sırada babası daldı içeri,yerdeki şişe gözüne çarptı o saniye “Ulan orospu çocuğu” diyecekti tam fakat pek de akılıca bir fikir olmadığının farkına vardı son anda,”Eşşoğlueşek” dedi,ki bu da pek dahiyane değildi.

Tam okkalı bir nutuk atacaktı ki baba,oğlunun pancarlaşmış suratını gördü,tıpkı Kalli’nin maç sırasında heyecanlandığında yüzünün aldığı renkteydi.Ter ve gözyaşı ile cilalanmış yanaklar,kan kırmızısına bürünmüş gözler,”Oğlum gel otur,konuşalım” dedi,şarabı çoktan unutmuştu.

Baba sordu,Batuhan sessiz kalma hakkını kullandı.İşe yaramıyordu,baba da pes etti,sessizce çıktı odadan.

O gece gözüne uyku girmedi Batuhan’ın,sabaha kadar döndü durdu yatağında.Sabah ezanıyla doğan güneş uyuyabilme hayallerine son noktayı koymuştu.Bir saat sonra okula gidecekti çünkü.

O gün pazartesiydi,İstiklâl Marşı’yla başlayacaktı okul.Ne yazık ki İstiklâl Marşı töreni okul müdürleri tarafından öğrencilere fırça atmak için kullanılan ayinler haline gelmişti.Bağımsızlığımızın,özgürlüğümüzün önenimi kavramamız gereken bu törenler,baskıcı müdürlerin bağımsızlığımıza tecavüz ettiği kabuslara dönüşmüştü.

Normalde sekizde başlayan okul İstiklâl Marşı okunurken her defasında bir beş dakika daha erken başlıyordu.Hocalar derse sekiz buçuktan önce girmezdi,kantinde çay keyfi yaparlardı,buradaki amaç İstiklâl Marşı okunduktan sonra gelen çocukları bir araya toplayıp azarlamaktı.İnsanlık suçu işlemiş gibi okulun utanç duvarının önüne dizilen yüzlerce çocuk o soğukta yarım saat bekletilir,o sırada daha okula yeni adımını atmış öğretmenleri görünce iyi de çekilmez bir hal alırdı bu işkence.

Üstelik ders zilinin çalmasına henüz altı dakika varken geç kaldın bahanesiyle azarlanmak,sıcaklığı on derece daha düşürürdü.

Baskıcı müdür ağzından salyalar fışkırarak bağırır “Sizin Atatürk’e bile saygınız yok,beyinsizler,ahlaksızlar,şerefsizler!”.Her öğrenci aradan çıkıp “Vatanımıza,Atamıza saygısı olan biri sırf öğrencilere fırça atıp kendini tatmin etmek için İstiklâl Marşı’nı bir araç olarak kullanmaz” demek ister ama müdürlerle iletişim kurmanın imkansız olduğunu hepsi bilir.Ağzından çıkan ilk heceden sonra “Sus,konuşma,pislik,okuldan atacağım seni,velin gelsin” sözcük ve ya sözcük öbeklerinden biriyle lafının kesileceği kesindi.

İşte öyle bir Pazartesi’ydi yine,Batuhan evinden çıktı,yürüyerek gidiyordu okula.Her zamanki yolundan giderse arkadaşlarını görecekti,kimseyle konuşmak istemiyordu,ara sokaklara girdi,hiç görmediği caddelerden geçti ve okula sekize on varda ulaştı.Okulun bahçesine girdi,içi rahattı daha beş dakika vardı İstiklâl Marşı’nın okunmasına,sınıf sırasına ulaşmasına yirmi metre kala İstiklâl Marşı okunmaya başladı,müdür mikrofuna eline alıp böğürdü “Sen olduğun yerde kal,kıpırdama”

Müdürün nefret dolu ses tellerinden çıkan,kargaları bile kıskandıracak kadar detone sesiyle başladı İstiklâl Marşı,bittiği saniye de müdürün pis yardakçılarından biri yanında bitti,”Sen gel bakalım”

Yine o ayinlerden biri başlamıştı,yüzlerce öğrenci utanç duvarında bekliyordu.Umurlarında değildi müdürün boş hakaretleri ya da soğuktan titreyen bedenleri,haftalık rutinleri haline gelmişti.Yarım gün yok yazılacaklardı,okulun son günleri cehennem sıcağında bomboş sınıfları doldurmak zorunda kalacaklardı,işte buydu onlara koyan.

Kırbaçlı müdür başladı,”Sen kızım,saçın neden yukardan toplu,arkadan toplayacaksın” başka bir kıza “Bu toka plastik,git lastik toka bul” erkeklere ise “Senin favorilerin neden uzun”,”Neden süveterin bisiklet yaka değil de V yakalı” ve ve ve sıra Batuhanımıza gelmişti “SEEEEEEEEEEEN” diye kükredi müdür,”Ne işin var lan okulda,terörist!!!”

Batuhan’ın terörist damgası yemesine sebep olan yegane şey sabah kesmeyi unuttuğu,ya da kesmeye üşendiği diyelim,ergen sakallarıydı.Farkına varmak için yakından bakmak gerekiyordu,o kadar ince ve seyrekti suratındaki tüyler.

Müdür numarasını aldı Batuhan’ın,nasılsa her hafta en az üç kez alınıyordu numarası,okuldaki diğer yüzlerce öğrenci gibi.Dalga geçermiş gibi de “Numaranı aldım,bir daha yakalarsam disiplin cezası veririm” diyordu bu işkence kampının tepesindeki adam.Ama Batuhan’ın aklı başka yerlerdeydi,”İyi ki servisle geliyor okula karşılaşmadık burada” diye sevinmek istiyor,ama gözleri yaşla doluyordu zavallılığının farkına varınca.

Okul bahçesinde yarım saat rehin tutulduktan sonra sınıfına girdi.Öğretmenler alışmıştı pazartesileri derse geç giren öğrencilere,hatta bazıları krallık yapıp yok yazmıyorlard,ama Batuhan bu konuda da pek şanslı değildi.Yalakanın önde gideni bir öğretmeni vardı.Hem müdürün götünü yalayan hem de öğrencilerin dostu gibi görünmeye çalışan,iki yüzlü,karaktersiz bir öğretmendi bu,”Batuhan seni yok yazmak istemiyorum ama müdür numaranı almıştır yok yazmazsam başım belaya girer” diyordu her hafta.”Müdürün de çok sikinde ha” dedi arka taraftan biri yanındaki arkadaşına,gülüştüler.

Batuhan yerine oturdu,selam veren arkadaşlarına cevap bile vermeden kafasını sıraya dayadı,aldığı derin nefesler sınıfta yankılanıyordu.Yaklaşık on dakika sonra zil çaldı,tenefüstü.

Sınıftan çıkmak istemiyordu Batuhan,eğer O’nu görürse kabir azabı çekeceğinin farkındaydı,ilk tenefüs sınıfta geçti,ikinci tenefüs de,hatta üçüncü de.

Kulaklıklarını takıp müziğin sesini sonuna kadar açmıştı,kimse onunla iletişim kurmaya kalkışmasın diye.Dürtülüyordu bazen ama hiçbirşey olmamış gibi davranıyordu.Alnına pis ahşap sıra kokusu işlemişti.

Öğle arası geldi,arka taraf tayfasından biri “Oğlum gel yemek yiyelim,sen de birşeyler iç ağlaya ağlaya vücudunda su kalmadı amına koyayım ehehehe” dedi.Batuhan istifini bozmadı birkaç desibelle “Siz gidin” diye cevapladı.”Bırakmam valla,bizimle gelecen” diye ısrar etti arkadaşları,tuttular kolundan zorla çıkardılar dışarı.

Kantin mahşer yeri gibiydi,Hac’da şeytan taşlama neyse okulda da öğle arası oydu.Cengaver bir öğrenci 4-5 kişiden siparişleri ve paraları alır,atardı kendini kalabalığın içine,on dakika için elinde soğuk tostlar,ceketi dağılmış bir şekilde geri gelirdi.

Bu on dakikalık arada,erkek öğrenciler futbol muhabbetine dalar genellikle.”Olum Arda resmen sikmiş adamı öyle gol mü olur,yüzde yüz faul” diyordu biri,diğeri de “Ya bırak Deivid’in penaltısını da gördük biz,bal gibi gol,kendini yere atmış Kerim”.Koyu bir Fenerbahçeli olan Batuhan ise kafası eğik dikiliyordu öylece.”Batuhan sence de faul değil mi” diye sordu Fenerbahçeli arkadaşlarından biri,zira ortamda başka Fenerli yoktu sadece Batuhan’a güvenebilirdi,”İzlemedim” dedi Batuhan,yaklaşık üç aydır futbolla pek ilgilenmiyordu.

Tam bu sırada omzuna sıcacık bir elin dokunuşuyla irkildi,”Aşkım,cumartesi akşamı mesajını aldım tam cevap atacaktım telefonum bozuldu,dün de heryer kapalıydı tamir ettiremedim,yanlış anlamadın dii miiii”

Bir anda kendine çekidüzen verdi Batuhan “Ben anlamıştım zaten böyle birşey olduğu bitanem” dedi,sarıldı kız arkadaşına.Tüm o keder bir anda yok olmuştu,suratından yavşaklık akıyordu.Arkadaşları Batuhan’a pis pis baktılar “Ya bırakın şu hıyarı,gelin sınıf maçı var izleyelim” dediler,Batuhan’ın tostunu da kendi aralarında paylaştılar.Batuhan ise öğle arasının tamamını kız arkadaşıyla bahçede kol kola gezinerek geçirdi.Kız arkadaşı görüşmeyeli naptığını sordu,”Hiçbir şey aşkım,oturdum işte boş boş,sen naptın” dedi Batuhan,”Aaaayy sorma,Merve’yi erkek arkadaşı aldatmış,çok üzgündü alışveriş yaptık onunla uğraştım”.Öğle arasının geri kalanı Merve,biten ilişkisi ve yeni açılan alışveriş merkezindeki çantaların ne kadar güzel olduğu hakkında konuşularak geçildi.Batuhan’ın gözyaşı,bunalım,asosyallik dolu 48 saatinin bir saniyesinden bile söz edilmedi.

Geri kalan derslerde gayet neşeli,mutlu bir Batuhan vardı sınıfta.Eve gidince de sanki dün gece hiçbirşey olmamış gibi davrandı anne babasına,onlar da oğullarını mutlu mesut görünce seslerini çıkarmadılar.

O gece ilginç bir rüya gördü Batuhan.Boşluktaydı,nefes alamıyordu,ama yaşamak için oksijen almasına gerek de yoktu.Yuvarlaklaşmıştı,sivilcelerinin yerini kraterler almıştı,elinde olmadan belli bir yörünge etrafında dönüp duruyordu,bir uyduya dönüşmüştü,gezegeni de kız arkadaşından başkası değildi.

Hepimizin içinde birer Batuhan var,sadece içimizde kalması kendi ellerimizde…