1 Ağustos 2009 Cumartesi

Bugüne Kadar Yazdığım En Uzun Yazı

Okul bahçesinde oturuyordum. Sanki hava yeterince bunaltıcı değilmiş gibi sıcak nefesini üzerime üzerime üflüyordu rüzgar. Benimle birlikte bu iç karartan avluda bekleyenlerin aksine bütünlemelere girmiyordum, okulla alakamı aylar önce kesmiştim. Kestim derken kağıt üzerinde hala İstanbul Üniversitesi öğrencisiydim, ama ne derslere katılıyordum ne de sınavlara giriyordum. Evet kalacaktım, zerre de sikimde değildi. Gelecek yıl ÖSS’ye girecek ve hayatıma bir lanet gibi çöken katsayı farkı kalktığından istediğim bölümü yazacaktım. Okulla olan resmi bağlantımı koparmamıştım zira öğrenciliğin getirdiği avantajlardan mahrum kalmak istemiyordum. 2010 Akbil’ini alır almaz sildirecektim kaydımı. Şimdiyse sağlık karnesi için öğrenci belgesi çıkartmam gerekiyordu.

Bizim okulda öğrenci belgesi çıkartmak kabız olmaya benzer. Yavaştır, sabır ister, ıkınırsınız, tek gayeniz bir hafta önce yediğiniz köfteyi vücunuzdan dışarı atmaktır ama gelin de bunu boşaltım sisteminize anlatın. Mesaisinin son dakikalarındaki bir memur şımarıklığıyla gayet doğal olan isteğinizi reddeder. Görevini yerine getirmez. Pek sevmediğim bir kelime olsa da kullanmak zorundayım, “trip” atar. Tuvalette gazeteleri bitirir, bulmaca ekininin tamamını çözersiniz ama bir gram bile dışkı yoktur klozette. Birkaç gün sonra geçer kabız, güle güle sıçarsınız.

Her türlü bürokratik engeli aşıp birkaç gün bekledikten sonra öğrenci belgemi almak için gelmiştim okula. Ne ders için ne de ortam. O belgeye ihtiyacım vardı. Yalnız bir şeyi hesaba katmamışım. Öğle molası. Aslında öğle molasını hesaba katmıştım, ama memurların bir saatlik molaya onbeş dakika erken çıkıp yetmişbeş dakikalık molaya modifiye ettiklerini unutmuştum. 12:00-13:00 arası kapalıydı öğrenci işleri -en azından kapıda öyle yazıyordu- ve ben enayi gibi 11:48’de okula gelmiştim. 72 dakika vardı öğrenci belgeme ulaşmama. Tanıdık var mı diye bahçede iki tur attım. Kimse yoktu ve 69 dakika kalmıştı öğrenci işlerinin açılmasına. Çantamdan bir mizah dergisi çıkardım. Diğer mizah dergileri gibi omurgasızdı o da. Yeni çalıştırılan arabada henüz soğumamış klima etkisi yapan yaz meltemi dergimi sıradaki dansa kaldırmak için ısrar ediyordu. Ama izin vermiyordum, dergimi havalanırken izlemek değil okumak istiyordum. Dans teklifini reddettiğim için sinirlenmişti rüzgar bana, acısını dergimi okumamı engelleyerek çıkarıyordu. Sayfa çevirmek için yumruk atmam gerekiyordu. Dergi bir yelken gibi açılıyor, iki elimle sıkı sıkı tutuyordum kanatlanmaması için. Zorluyordu rüzgar, artık öncelikli amacım içindekileri okumak değil elimde tutmaktı dergiyi. Direnmeme rağmen terli parmaklarımdan kaydı gitti, uzaklara doğru yol almaya başladı. Rüzgar istediğine kavuşmuştu en sonunda, dergimle tango yapıyordu. Ne danstı o! Buenos Aires’te bile bu kadar güzel tango yapılmıyordu, rüzgar belli ki işinde ustaydı. Dergimi belinden tutmuş kimi zaman döndürüyor, kimi zaman ise yere yatırıyordu. Bir adım bile kaçırmamıştı, acemi dergimin tecrübesizliğini engin bilgisiyle kapatıyordu, kusursuz bir koreografi sergileniyordu okul bahçesinde. Amerikan Güzeli’ndeki torba halt etmişti. Ben dergimi kovalıyordum, o ise bir yandan dans ederken öte yandan ani manevralarla sıyrılıyordu benden. Rüzgar çevikti, ve bir matador kadar sakin. Dergiye yaklaşmamı bekliyor ve hamlemi yapar yapmaz kavalyesini öbür tarafa çekiyordu. Ben de gittikçe sinirleniyordum. Tüm okula rezil olsam bile umursamıyordum, zaten bir daha gelmeyecektim bu boktan müesseseye. 1,5 YTL bayıldığım mecmuaydı benim için önemli olan, gerisi tefarruattı. Deli danalar gibi koşuyordum, kelebek gibi uçuyor ama bir türlü arı gibi sokamıyordum. Her başarısız deneme beni daha da hırslandırıyor, yerden her kalkışımda daha sert hamleler yapıyordum. Bir ara ortam o kadar hareketlendi ki dergimin figürleri kolbastıya döndü. Uzun bir münakaşanın ardından yakaladım tüm sayfaları, çantama tıkıştırdım. Kızgındım dergime, neyi düğü belirsiz bir hava akımını bana tercih etmişti. Bendim onun sahibi! Gazete bayi, dağıtım şirketinin kendisine verdiği yetkiye dayanarak bizi okur-dergi ilan etmişti. Aile içi meseleleri toplum önünde tartışmak istemiyordum, eve gidince ağzının payını verecektim ona. Ama tek suçlu o değildi, gökyüzüne doğru işaret parmağımı kaldırıp intikam için and içtim.

Yorulmuştum, bütün enerjimi okul bahçesinde zilli dergimle köşe kapmaca oynayarak harcamıştım. Bir bankın ahşap ve tırtıklı kollarına bıraktım kendimi. Kalp atışlarım normal hızına döndükten sonra çantamdan rüzgarın istese de elimden alamayacağı ağırlık ve kütleye sahip PSP’mi çıkardım. Kendisi portatif bir oyun konsolu olsa da %95 evde oynuyordum. Misal, otobüste oynadığım zaman tüm gözler üzerime çevriliyor, çocuklar etrafımda toplanıyor, daha sonra da o çocuklardan birinin ebeveyni elimdeki “zımbırtı”nın ne kadar olduğunu soruyordu. Piyasa fiyatının dörtte birini söylememe rağmen “Oha oyuncağa o kadar para verilir mi” diyor ya da der gibi bakıyor ve çocuğunu benden uzaklaştırıyordu. Halbuki vasat özelliklere sahip bir cep telefonuyla aynı fiyattaydı PSP. Ama o ebeveynin gözünde elimdeki teknoloji harikasının çelik çomaktan farkı yoktu. Fakat çocuk biliyordu o “zımbırtı”nın bin çelik çomağa bedel olduğunu. “Ben de istiyom” diye ağlamaya başlıyordu. Benim yüzümden aile dramı yaşansın istemiyordum. Aile dramını geçtim, masumiyetinin son demlerini yaşayan gencecik bir fidanın hayallerini paramparça etmek istemiyordum. O yüzden toplu taşıma araçlarında açmıyordum PSP’mi. Şu an etrafımda çocuk da aile de yoktu. 47 dakika vardı öğrenci işlerinin açılmasına ve PSP zamanıydı.

PSP son derece güçlü bir alet. Teknik açıdan Playstation 2’ye denk diyebilirim, ebatlarını orantılarsak elbette. Üç boyutlu oyunlar, sağlam grafikler, gerçekçi kontroller, bunlar beni açmıyordu artık. Oyunların gerçekçi olmasından bıkmıştım, gerçekse oynamanın ne anlamı vardı zaten, yaşardım. Lumines oynuyordum, Tetris benzeri bir oyun, ama bağımlılık yapan cinsinden. Kaç kere reklam arasında oynamaya başlayıp da Telegol’ün geri kalanını kaçırmıştım. Menüden oyunu seçerken O’nu gördüm. Arkadaşımın arkadaşı. Tanımıyordum, hatta ismini bile bilmiyordum. Tek bildiğim karşı banktaki kızın bizim sınıftaki Murat’ın arkadaşı olduğuydu. Öyle çok da sıkı fıkı değillerdi, karşılaşınca selamlaşıyorlar, formalite icabı hal hatır soruyorlardı, o kadar. Acaba yanına gitmeli miydim, Murat’ı referans olarak kullanarak yepyeni bir arkadaşlığa, dostluğa, belki de aşka yelken açmalı mıydım? Kız tek başına oturuyor ve sıkılmış görünüyordu. Belki beyaz atlı prensini bekliyordu, belki de incir çekirdiğine doldurmayacak bir mevzudan dolayı surat asıyordu. Bilemiyordum, fazla da güzel değildi zaten. Yani ne güzel ne çirkin, yolda gördüğünüzde üzerinizde bir etki bırakmaz. Ne “Off hatuna bak” , ne de “Iyyyy ne iğrenç karı” dersiniz.

Ama buydu beni ona çeken, güzel ve çirkin olmaması. Güzel olsa bana bakmazdı zaten, çoktan başkasına varırdı, varmasa bile götü yaklaşık 10 metre havada olurdu. Çirkin olsa, uzun uzun anlatmama gerek yok, midem kalkardı. Hayatın toz pembe değil de bok sarısı olduğunu öğrendiğimden beri göz kamaştıran kızlara karşı derin duygular besleyemiyordum, çünkü biliyordum aşkımın bumerang gibi geri döneceğini. Tanrım, çok ortalamaydı, tam benim kalemim. Saçları dağınık, arkadan bir lastikle toplamıştı ama sağdan soldan fırlıyordu kırık saç telleri. Ağır makyaj yapmamıştı, yanağındaki sivilceleri uzaktan seçebiliyordum. Yine de ince, uzun, asil bir yüzü vardı. Şişman değildi, zayıftı, ama sıfır beden de sayılmazdı. Vucüt hatları çok belirgin olmasa da tahta gibi düz değildi. Nispeten uzundu. Fiyakalı giyinmemişti, ama en azından rükuş değildi. Bazı kızlar gibi festivali andırmıyordu kılık kıyafeti, şıklığın sadelikten geçtiğinin farkında gibi duruyordu. Gözümü alamıyordum ondan, sıradanlığı büyülemişti beni. O kadar ulaşılabilir duruyordu ki, bir merhaba kadar yakınımda. Yine de emin olamıyordum, ikilemdeydim. Kalbimin sesini dinlemem gerekiyordu, sordum kalbime, ne yapmalıydım sence?

“Siktir et amına kodumunun karısını, oyununa bak”

Kalbim o kadar çok hançer darbesi almıştı ki insiyatif hakkını beynime bırakmıştı. O artık haddini bilip vücudumdaki kan dolaşımıyla ilgileniyordu yalnızca. Tam kızın yanına gidecek gibi oluyor ama beynim aklıma olumsuz şeyler getiriyordu. Ben bir aşk tablosu hayal etmek isterken, kızın beni az önce amansızca dergi sayfası kovalarken görmüş olma ihtimalini düşünüyordum. İçimdeki ses kimi zaman “O kız yolludur olm” diyor, kimi zamansa “Oyunda rekor kırmak üzeresin sakın kapatma” diye tembihliyordu. Güvenmiyordum beynime, taraflı yayın yapıyordu. İn kalk, in kalk, oyundan da zevk alamıyordum ki. Bir gözüm PSP ekranında diğeri ise kızdaydı, ama bana doğru döndüğü an iki gözüm de PSP ekranındaydı. Bekliyordu orada, hadi git, konuş, ne kaybederdin ki? Kaybedecek bir şeyim yoktu, en kötü ihtimal kız yüz vermez ben de oyunuma geri dönerdim. Hiçbir şey kaybetmeyecek olsam da korkuyordum. Dergim gibi ona sahip olduğumu zannedip elimden uçup gitmesine tanıklık etmek, otobüsteki çocuk gibi PSP’nin renkli ekranına vurulup daha sonra da asla o oyunları oynayamayacağım gerçeğini zorla kabullenmek istemiyordum. Şu düşündüklerime bakın hele, Balkanlardan gelen bir sıcak hava dalgası ve gördüğü her oyuncağı isteyen sulugöz bir bebe ile neleri bağdaştırıyordum. Tehlike çanları çalıyordu, tırlatmama ramak kalmıştı. Elbette her düşünce insanı gibi er ya da geç kafayı yiyeceğimi biliyordum ama henüz çok gençtim, keçileri kaçırmak için kafadan 20 yılım vardı önümde.

Davetiye falan mı bekliyordum yoksa, kızın gelip benimle konuşacak hali yoktu, filmlerde bile olmuyordu o tarz şeyler. PSP benimdi, istediğim zaman oynayabilirdim. Kararımı verdim, tanışacaktım. PSP’yi kapattım, çantama koydum, kafamı kaldırdım ve kaderime ana avrat düz gittim. Kız yoktu yerinde, gitmişti. Üzerinde kesik izlerimin bulunduğu boş bir banktan fazlası yoktu karşımda.

Gerizekalı beynim benim.

Çantamı açtım, PSP’yi çıkardım, menüye girdim, Lumines’ı seçtim ve yeni bir oyun başlattım. Az önceki rekorluk performansımı bir hiç uğruna yarıda bırakmış, harcadığım emeği skor tablosuna yansıtamamıştım. 26 dakika içinde Lumines’da rekor kırmak, gidip öğrenci belgemi almak, sonra da eve dönmek istiyordum. Azimli bir şekilde oyunumu oynarken bir ses duydum: “Aaa, Lumines mı o”, hiç heyecanlanmayın, erkek sesiydi. Belki de kalın sesli bir kızdır ümidiyle kafamı çevirsem de hayallerim birkaç saniye sürdü. Erkekti, kalın sesli bir erkek. “Evet, Lumines” dedim. Bir şey daha dedi ama dinlemiyordum, aklım hala kaçan kızdaydı. “Afedersin duyamadım” dedim, “Şey demiştim, merhaba ben VIZZZZ”. Vızzzz dememişti elbette, ama öyle duymuştum. Cümlenin en önemli öğesinde kulağıma yakın irtifada bayağı gürültücü bir haşerat geçmişti. Adama aynı cümleyi otuz kez söyleterek sinirini bozmak istemediğimden “Benimki de Bengisu” dedim “tanıştığımıza memnun oldum”. Lumines’ın ne kadar iyi bir oyun olduğu hakkında keyifli bir sohbet ettikten sonra diğer oyunlara geçtik. PSP’ye çıkmış neredeyse her oyun hakkında bilgisi vardı. Son model cep telefonlarından birine dünyanın parasını saydıktan sonra “Ya ben telefona nasıl dosya atıldığını bilmiyorum, al kablosu bu, rica etsem güzel mp3 oyun video yükleyebilir misin” diyen tiplerden değildi. Elindeki makinenin hakkını veriyordu. O da çıkardı PSP’sini, karşılıklı Tekken oynadık, birkaç el Burnout attık. Ama bunların hiçbiri ölçü değildi, er meydanına davet ettim onu.

Mehmet, ülkemizde en çok kullanılan isimmiş. Tam sayı vermek gerekirse 2,096,486. İkinci sırada Ali var, bu ikisini Mustafa takip ediyormuş. Fakat istatistikten öteye gidemiyordu bu bilgiler, ülkemizde Mehmet/Ali/Mustafa olmayan milyonlarca erkek vardı.

En yakındaki Playstation kafeye gidip kozlarımızı paylaştık. İyi oynuyordu ama her defasında yeniyordum. Olabilecek en iyi rakip tipiydi. Acemilerle oynarken birkaç maçtan sonra fark atmaktan sıkılıyordu insan, fark yiyen de mızıkçılık yapıp gidiyordu zaten. İyi oynayıp yenilen birisiyle oynamak her Playstation’cının hayalidir, ben dahil. Son dakika golleri, uzatmaya giden maçlar, penaltılar, hepsinin ortak noktası kazananın benim olmamdı. Heyecan ve zafer, işte PES bu. Üstelik her maç yenilen arkadaşım bir kez bile kolunun bozuk olduğunu iddia etmedi, topun sürekli önüme düştüğünü öne sürmedi ve kendi defans hattına küfürler yağdırmadı. Bir beyefendi gibi kabul etti yenilgisini, oynamaya devam etti. O, gördüğüm en centilmen PES'ciydi, keşke adını bilseydim de üçüncü tekil zamir kullanmak zorunda kalmasaydım.

Ben en çok Onur tanıyordum. Sırf lise arkadaşım beş tane Onur vardı. Bunların üçü aynı grupta takılıyordu. İsim karışıklığını önlemek için birine Erdoğan -göbek adı-, diğerine Işık -soyadı-, öbürküne ise OEÇ -adı, göbek adı ve soyadının baş harfleri- diyorduk.

İsimsiz adam çetin bir geyikçi çıkmıştı. Sınırları yoktu, bilgi birikimi yüksek, hayalgücü ondan da yüksekti. En önemlisi geniş düşünüyordu. Başkası konuşurken lafı bölmüyor, sırası gelince dolu dolu konuşuyordu. 20 yaşında olmamıza rağmen 40 yıllık dost gibi muhabbet ediyorduk . Hiçbir espri kahkahasız, hiçbir soru cevapsız kalmıyordu. Böyle adamlar zor bulunuyordu artık, insanların çoğu içmeden bırakın geyik yapmayı iki cümleyi ard arda getiremez hale gelmişti.

Cenk nasıl? Kallavi isim, Karındeşen Cenk. Çocuğum olsa adını Cenk koyardım. Evet, Cenk olabilirdi adı.

Müzikten açılmıştı konu. “Queens Of The Stone Age” dedim, “Songs For The Deaf” dedi. “No One Knows” dedim, “Do It Again” dedi. ”God Is In The Radio” dedim, “Another Love Song” dedi. Son iki haftadır Queens Of The Stone Age’in Songs For The Deaf albümünü aralıksız dinliyordum ve en sevdiğim şarkılar No One Knows, Do It Again, God Is In The Radio ve Another Love Song idi.

En mantıklısı Can demekti. Can, Türkiye’deki en yaygın 33. isim. Neden diğer otuziki isimden birini değil de Can’ı seçtiğimi soranlar olabilir, hemen cevaplayayım. Can seksenli yılların ortalarından itibaren isimlik hüveyetini bir nebze kaybedip yardımcı isim görevini üstlenmektedir. Bakın etrafınıza, bir sürü ......can var. Ahmetcan, Mehmetcan, Hasancan, Cafercan ve daha niceleri. Oradan tutardı belki.

Telegol’ün yalnızca bir futbol programı değil hayat felsefesi olduğu konusunda hemfikirdik. Gerçek Kesit’in sona ermesi ikimizi de derinden üzmüştü. Gurbetçi kanallarında yayınlanan reklamlar ve yarışma programları gülme krizine girmemizi sağlıyordu. Bu programlardan yola çıkarak gurbetçilerde zeka geriliği olduğuna, ya da bir takım iç veya dış mihrakların gurbetçileri gerizekalı yapmaya çalıştıklarına dair iki adet komplo teorisi ürettik. Yabancı programlara geçiş yaptık. Family Guy gelmiş geçmiş en iyi çizgi filmdi. It’s Always Sunny In Philadelphia’dan daha komik bir televizyon dizisi çekilmesi imkansız gibi görünüyordu. Arrested Development hakkı en çok yenmiş programların başındaydı.

Bazı isimler var ki sahiplerine bir takım avantajlar getiriyor. Çocukken bizim mahallede Muhammet diye bir çocuk vardı mesela. Elemanla sürekli alay eder, döverlerdi, insan insana bunu yapar mı dedirtirlerdi benim gibi bilinçli çocuklara. Muhammet çok çekti bizim mahallenin serserilerinden ama bir kere bile adına küfredilmedi. Kendisine sürekli küfredilirdi ama asla isminin geçtiği bir cümlede küfür kullanılmadı. Çünkü peygamberimizin ismiydi, kimsenin götü yemiyordu.

Burcu Esmersoy çok abartılıyordu, keza Adriana Lima. Onlara gelene kadar daha ne güzeller vardı, say say bitmez. Burcu Esmersoy yerine Nazlı Öztarhan mesela; Adriana Lima yerine Elisha Cuthbert. İlk akıllarımıza gelen bunlardı. Banu Güven eski güzelliğini kaybetse zekasıyla gönüllerimizdeki yerini koruyordu. Demet Akalın’dan hoşlananları bir türlü anlayamıyorduk, yolda görsem tırsacağım türden bir kadındı. Makyajlı, makyajsız fark yapmaz, her iki türlü de ürkütücüydü. Peki ya Asi’yi oynayan kıza ne demeliydi? Tuba bilmemne. Ben bu kadar boş bakan bir insan evladı daha görmemiştim hayatımda ve herkes o kızın çok güzel, özellikle gözlerinin olağanüstü olduğunu iddia ediyordu. Evet gözleri olağanüstüydü, olağanüstü sıkıcı. Teessüf ettik onları, gözlerine gözlük ellerine sözlük gerektiğine kanaat getirdik. İnsanoğlu zevksizdi, tek kelimeyle zevksiz.

Aynı şekilde Sevgican ismi de bazı avantajlar getiriyor bence. Yani düşünün, içimizden kimin gönlü razı olur Sevgican isimli birine küfretmeye? Ben yapamam sevgili okurlar, dilim varmaz. Öyle bir şey yazacağıma parmaklarımı tek tek kırarım daha iyi. Şahsına hakareti geçtim kendisini öven küfürlü özdeyiş bile edilemez Sevgican’a. “O laflar boy boy, s.ksin seni Sevgican kovboy” bakınız yazamadım. Maksat İçimde Kalmasın tarihinde ilk defa sansür kullanmak zorunda kaldım, umarım aynı zamanda son defa olur. Kimse kuramaz o cümleyi. Hayır efendim olmaz, en başta konsepte aykırı. Benim tanıdığım Sevgican dünyalar tatlısı biri olduğundan böyle düşünüyor da olabilirim, bilemiyorum.

Aradığım adam karşımda olabilirdi. Bence hayatta güvendiğimiz insanlar hariç pek fazla şeye sahip değiliz. Maddiyatın tamamı geçici; bugün var, yarın yok. Ailem yanımdaydı, ama dostlarım şehirdışında. Kader yine ağlarını örmüştü ve üniversite sınavı sonrası dost bellediğim, kızım olsa veririm dediğim iki adamdan biri İsmail Mersin’de, ötekisi Koray Elazığ’da, ben ise İstanbul’daydım. Yanlış anlamayın, burada arkadaşlarım var ama dost apayrı bir şey. Zor bulunur, zor zamanlarda hep yanınızdadır ve çok zor harcanır. Aşklar biter, arkadaşlıklar yalan olur ama dostluklar olağanüstü durumlar hariç mezara kadar gider. Aynı coğrafi bölgede yaşadığım bir kankam olacaktı artık sanırım. Tamam belki karar vermek için erkendi ama o potansiyeli görmüştüm. İlk görüşte aşka inanmıyordum, ilk görüşte dostluk, neden olmasın diye düşündüm. Müstakbel dostumun adını da bilsem fena olmazdı hani.

Bu arada kötü haberlerim var Sevgican. Nasıl söylesem bilemiyorum, en iyisi kopyala yapıştır yapayım:

Sevgican kelimesi Türkiye'de en çok kullanılan 2.472 ad arasında yer almayacak kadar nadir bir isim ve yaygınlık oranı 30.000'de 1'den az. Bu durumda da Sevgican adının yaygınlık oranının Türkiye'nin resmi nüfus sayımı sonuçları ve günlük ortalama nüfus artış hızına orantılarsak ülkemizde 2.174'den az kişinin isminin Sevgican olduğu ve Sevgican isimli kişi sayısının her yıl taş çatlasa 36 kişi arttığı tahmini yapılabilir.

Sitenin yalancısıyım.

Sohbetin tadını çıkaramaz hale gelmiştim. Çok derine inmiştik, ismini soramazdım artık ona. Kendi ağzından çıkması gerekiyordu, öğleden beri 183 kere abi, 97 kere kanka, 71 kere hacı, 53 kere ortak, 39 kere usta ve 17 kere adamım demiştim. Kullandığım zamir ve gizli öznenin haddi hesabı yoktu. Adını söylesene be adam, azıcık ben-merkezci olsana. Bencil insanları hiç sevmem. İnsan dediğin hafiften uyuz olacak kendine, şaka kaldırabilecek, haddini bilecek, başına gelenlerin hep başkalarının suçu olmadığını kabullenebilecek. Gönüllerimizi hoş ettiğim adam tam belirttiğim türden biriydi. Bir kusurun olsun be abi, hadi kadı kızının bile kusuru vardı. Hayır, hayır hep komik hikayeler anlatıyor ama ismini itinayla gizliyordu. Ne olgunluktu bu, Fuzuli misin sen, nedir bu erdem?

Ülkemizde yaklaşık 2,174 kişinin isminin Satılmış olduğu tahmin ediliyormuş. Demek ki çocuğuna Satılmış gibi bir isim koyacak yaklaşık 2.174 duyarsız aile var Türkiye’de.

İki heteroseksüel erkeğin paylaşabileceği her şeyi yapmış ve akşamı bulmuştuk. Çabucak geçmişti zaman. Evli evine köylü köyüne giderken anonim ortağım bir öneride bulundu. Akşam kendilerinde kalmamdı teklifi, reddedemeyeceğim türdendi. Tereddütsüz kabul ettim. Hala okulun etrafındaydık, biraz daha takıldıktan sonra arkadaşımın evine geçecektik. Banklardan birine oturmuş, gelen gideni gözlemliyor ve alay ediyorduk onlarla. Herkesin bir kusuru vardı, biz de dahil. Alay küçümseme değil vakit geçirme aracıydı bizim için. Hava karardıkça etraftaki Rus bayan sayısı arttı, okul Laleli’deydi, iki durak sonra Aksaray. Daha fazla açıklama yapmama gerek yok sanırım. Yavaştan sıvışma vakti yaklaşıyordu. “Abi kalkalım” dedim. Pek istekli durmuyordu. “Yoksa karıya mı gitçen len” diye seviyesi pek yüksek olmasa da komik bir espri yaptım. Güldü, acı acı güldü, “Çok daha fazlası” der gibi güldü. “Senden bir ricam var abi” dedi, dinlediğimi söyledim. Bir kız varmış, ondan bahsetti. Lanet olsun, işte korktuğum buydu. Tanıştığımızdan beri hiç karı-kız mevzusu açılmamış -ünlüler sayılmaz- aynı sıkıcı muhabbeti 2349829. kez yapmak zorunda kalmamıştım. O kadar çok “kızların hoşlandığı erkek tipi” hakkında konuşmuştum ki o tarz bir konu açıldı mı midem bulanıyordu artık. Kızlar piçlerden hoşlanıyormuş, ibne olmak lazımmış, puşt olmak gerekmiş, parasız adama kimse bakmazmış, arkan olacakmış, arabasız mümkün değilmiş. Biz iyi adamlarmışız, kızlar “sadece iyi” adamlara bakmıyormuş. Hep aynı laflar. Sanki kızlar “Ah çok orospu çocuğu bir sevgilim olsa keşke” diye hayaller kuruyormuş gibi. Züğürt tesellisiydi bunlar, bal gibi de kıskanıyorduk o erkekleri, arkalarından küfretmekten fazlası gelmiyordu elimizden. Onları “tu kaka” göstererek kendimizi aklıyorduk. Bu tarz panallerde kaç kere yumruğumu masaya vurup “Yarrak kafalı olmayı reddediyorum” diye bağırmıştım, ah kaç kere. Soylu serzenişler değil zavallı haykırışlardı bunlar. Madem kızlardan yana şansım yoktu, onlardan bahsederek zaman harcamamaktı en iyisi. Bu ismini vermek istemeyen kişiyle tanıştıktan sonra sabahki travmayı tamamen unutmuştum, eğer arkadaşın arkadaşı olan kız olayını da sayarsanız travmalar. Tek arzum sevdiklerimle hoşça vakit geçirmekti, gerisi hikaye.

Kızın adını sordum, bilmediğini söyledi. Ne demek bilmiyordu. Tanıyıp tanımadığını sordum, tanımadığını söyledi. Ne demek tanımıyordu. Nasıl hakkında hiçbir şey bilmediği birine aşık olduğunu sordum. “Sanki sen hiç tanımadığın bir kıza aşık olmadın mı” dedi. Hayatımın belirli bir döneminde -lise yılları- benzer ilişkiler yaşadığımı, iki çift laf etmediğim kızlara delicesine aşık olduğumu, ama artık platonik duygular besleyemeyecek kadar önyargılı düşündüğümü anlattım. “Doğru diyorsun” dedi “ama gönül ferman dinlemiyor”. Kıza açılmasını söyledim, hak verdi, ama bir sorun vardı. Bana anlattığına göre kızlarla konuşurken çok heyecanlanıyor, doğru dürüst cümle kuramıyordu. Kızda son derece embesil bir izlenim bırakmaktan korkuyordu anlayacağınız. Bilirdim o duyguyu, ama aşmıştım artık. Herhangi bir beklentimin olmadığı insanlarla konuşurken çok rahattım, nasılsa bir halt olmayacağını biliyordum çünkü. “Aslında bana yardım edebilirsin” dedi, “Nasıl yani” dedim, “Sen kızla konuşsana”

“Ben Birleşmiş Milletler barış elçisi miyim amına koyayım” diye çıkıştım. Şu aşk meşk mevzularında üçüncü şahısları aracı olarak kullananları bir türlü anlayamam. Aşk iki kişilik bir oyundur benim kitabımda. Israr etti, “Hadi kanka, yardım et kardeşine” dedi. Ben mutlu değildim bari o olsun diye düşündüm, “Peki konuşurum”

Ayağa kalktı, kolumdan çekti, “Hadi gidiyoruz usta” dedi. Nereye gidiyorduk gecenin bu vakti? Kıza gidiyormuşuz. Yanlış anlamayın, karıya değil, "kıza". İlginçtir adını bile bilmiyor ama nerede oturduğunu biliyordu kızın. Okulun hemen arkasındaki kız yurdunun önüne geldik. O yurdun önünden sayısız defa geçmiştim, kız kesmek için falan değil. Hazırlık binası ile edebiyat fakültesi arasındaydı yurt, hazırlık okurken yemekhaneye gitmek için kullanıyorduk o istikameti. Kocaman bir bahçesi vardı, girişte yoğun güvenlik önlemleri. Turnike, güvenlik görevlileri, kimlik kontrolu, metal dedektörü. Bahçede K9 köpekleri ve ellerinde 45lik taramalı Colt tüfek bulunan muhafızlar sistemli bir şekilde dolaşıyordu. İçeride yedi adet kule vardı ve her birinin tepesinde birer keskin nişancı nöbet tutuyordu. Tel örgüler dikilmişti binanın dört bir tarafına, üç-dört metre yüksekliğinde, elektrik yüklü. Bir banka kadar güvenliydi. Saat onbiri geçmiş, yurda girişler kapatılmıştı. Ne yapabilirdik ki, girişler açık olsa bile giremezdik zaten, kız yurduydu orası, erkekler için 51. bölge.

İsmi meçhul dostumun bir planı vardı. Arka tarafa geçtik, çantasından bir sprey çıkardı, tel örgülere sıktı. Birkaç dakika bekledikten sonra gaz sıktığı yere pek de sert olmayan bir tekme attı ve parçalandı tel örgü. Rahatça geçebileceğimiz bir delik açılmıştı, şöyle bir içeri baktım. Avluda sürüyle gardiyan vardı, o an aklıma dank etti ne kadar tehlikeli ve saçma bir iş yaptığımız. Caydım, yol yakınken dönmek istedim. Arkadaşım kabul etmedi. Başımıza gelebileceklerden bahsettim, çok hassas bir mekandaydık, kız yurdu. Gazete başlıklarını süsleyebilirdik, "Kız yurduna gizlice giren sapık öğrenciler terör estirdi". Hapse bile atılabilirdik, hayır hayır değmezdi. Kızla başka zaman konuşamaz mıydı, kaçıyor muydu?

“Ama seni yakalayamazlar” dedi. “Yarrramı yakalayamazlar” dedim. Bugüne kadar hiç gizli operasyonda bulunmamıştım, tecrübem sıfır olduğu gibi pek de soğukkanlı biri sayılmazdım. 14 yıllık öğrencilik hayatımda adam akıllı kopya bile çekmemiştim. Yoğun güvenlik önlemlerini göz önünde bulundurursak anında enselenirdim. Boşuna tırstığımı söyledi. İtiraz ettim, nesi boşunaydı efendim. Eğer sicilime işlenirse hayatım kayardı. Hapishane köşelerinde kim bilir neler yaparlardı bana, benim gibi körpe bir çocuğu çiğ çiğ yerlerdi o alçak tavanlı koğuşlarda. “Ne hapsi be abi” dedi. Ona izlediğim hapishane dizilerinden bahsettim, duş sahnelerini birer birer tüm detaylarıyla anlattım. Güldü geçti. Hala şaka yaptığımı sanıyordu, haneye tecavüz çok ciddi bir suçtu, özellike hane kız yurduysa. “Kimse seni yakalayamaz” dedi, “çünkü zeki adamsın”

Yakışıklı mıydım? Hayır.
Karizmatik miydim? Hayır.
Güçlü müydüm? Kesinlikle hayır.
Zeki miydim? Sapına kadar!

Eleman haklıydı, zeki adamdım vesselam. Beni yakalayan güvenlik görevlilerine öyle bir yalan söylerdim ki ne istesem yaparlardı, ne istesem. Ama bastırılmış homoseksüel dürtülerim olmadığından sadece beni görmemiş gibi davranmalarını isterdim.

“Hadi bir aksilik oldu yakalandın diyelim” dedi “Sen ne yazılar yazdın abi, senin gibi bir değeri hapse atabilir mi bu ülke”

Evet yazmıştım, ne muhteşem yazılardı onlar. Modern Türk yazınına yepyeni bir soluk getirmiştim. Eğer hala Türk mizah camiasında kendime yer edinemediysem benim değil onların kaybıydı. Ne anlardı onlar yazıdan! Ancak balon doldururlardı, bir bilemediniz iki cümle. Hayatları boyunca çizdikleri bütün karikatürler benim bir yazıma denk olamazdı. Hayır, onlar çoluk çocuk güldürürken ben sanat yapıyordum. Götürdüğüm yazıları okumuyorlardı bile, çok uzun diyorlardı. Gülüyordum onlara sadece, ha ha ha. Karikatürlerine değil sığlıklarına gülüyordum. Uzunmuş, alt tarafı altı sayfa. Onlara uzun gelirdi tabi, balon dolduruyordu onlar! Ufacık balonlar. Çünkü onların aklı ancak kısa cümlelere yetiyordu. Bir sonraki amatör gününde aynen şöyle diyecektim: “Buyrun efendim, istediğiniz türden bir çalışma getirdim bu hafta. Kısa fakat çok derin bir yazı. Her karakter hakkında sayfalarca analiz yapılabilir. Bir mizah eseri olmasına rağmen toplumumuzun sosyokültürel yapısına dair kapsamlı saptamalar ve sert eleştirilerle dolu. İlk cümle suratınıza tokat gibi çarpıyor, ikinci cümlede biraz toplarlanıyorsunuz ve BOM! Üçüncü cümlede patlıyor bomba, şoke oluyorsunuz. Okuru ters köşeye yatırıyor, bir yandan karnınız ağrıyana kadar gülerken öte yandan hala ne olduğunu idrak edemiyorsunuz. Muazzam bir final. Evet efendim, üç cümlelik bir yazı. 29 kelime, sizin standartlarınıza göre biraz uzun ama mazur görün lütfen. Eğer okuyacak vaktiniz yoksa buyrun alın bu CD’yi. Yazının Kenan Işık tarafından seslendirilmiş versiyonu var içinde. Hem Audio CD hem de MP3 formatı mevcut, ister 5+1 müzik setinizde dinleyin, ister iPod’unuza yükleyip işte, sokakta, arabada, size kalmış. Ses kaydının sonunda Kenan Işık telefon numaramı ve e-posta adresimi veriyor, oradan ulaşabilirsiniz bana. Şimdiden çok teşekkür ederim efendim, Tanrı sizinle olsun” Sonra bir de utanmadan bu ülkede kimse okumuyor ayağına yatıyorlardı. Ulan sen aydın olacaksın üç dört sayfa okumaya üşeniyordun, halk napsın? Dergilerinde yayınlardıkları yazılar da bir boka benzeseydi bari. İstisnalar hariç bağıntısız, amaçsız, anlamsız paragraflar silsilesiydi alayı. O tarz başarısız yazıları kaleme alan dingillerle aynı meslek grubuna mensup olmaktan dahi utanıyordum. Onlar mizah yazarıysa ben başka bir şeydim; bir edebiyatçı, bir filozof, Türk mizahının duayeni. Gün gelecek çok ünlü bir yazar olacaktım ve beni geri çeviren bütün dergiler şapkalarını önüne koyup “Biz ne yaptık” diyecekti. Ama çok geç olacaktı, benim yazılarım ülkedeki okuma oranını arttıracak, önce Avrupa sonra da tüm dünya dillerine çevrilecek, herkes benim kitaplarımı okuyarak kah gülecek, kah düşünecekti. Fakat dergiciler ağlayacaktı, benim gibi bir yeteneği kaçırdıkları için hüngür hüngür ağlayacaktı.

Süperzeka beynim benim.

O yurda girecek ve dostuma yardım edecektim, dostlar böyle günler içindi. Sevdiğim birinin üstün yeteneklerime ihtiyacı vardı. Arkadaşımla helalleşip teldeki delikten içeri girdim. Gardiyanların vardiya değişimi yaptığı andan faydalanıp hızlıca arka kapıya gittim. Yerden bulduğum bir saç tokasıyla kilidi açtım. İçerideydim, etrafta lazer sensorları, kamera sistemleri, ısıya duyarlı alarmlar olabilirdi, dikkatli olmam gerekiyordu. Duvarlara sürüne sürüne ilerliyordum, bir yılan gibi. Solid Snake’dim ben, gizlilikti en büyük silahım. Ama yazının başlarında bahsettiğim gibi gerçekçi oyunlar sarmıyordu artık beni. Metal Gear Solid oynadıysam tek sebebi senaryosuydu. Ben daha çok Serious Sam, Painkiller, Left 4 Dead gibi RAM yarattı demeyip düşmanları onar onar öldürdüğüm oyunlardan hoşlanıyordum. Çünkü kanımda vardı bu dürtü. Ben Osmanlı çocuğuydum, bir aklınıza getirin tarihi figürlerimizi: Sırtında top mermisi taşıyan asker, cepheye mermi götüren yaşlı kadın, Battal Gazi, Malkoçoğlu, Medyum Memiş. Bunlardı bizim kahramanlarımız, Anadolu’nun bağrından kopup gelmişlerdi benim gibi. Hayır, biz sinsi batılılar gibi değildik, hiç ajan yoktu tarihimizde. Böl-parçala-yönet taktiğini kullanıyordu onlar, bizler ise Allah ne verdiyse dalıyorduk. Hem zaten duvarda sürte sürte güzelim tişörtüm mundar olmuştu. Koridorlarda bir yiğit gibi kimseden korkmadan, göğsümü gere gere yürüyordum artık. Gölgelerde saklanmıyordum, gölgelere tükürüyordum sadece. Hodri meydan!

Arkamdan biri bağırdı. “Gel buraya” dedim, zerre korkmuyordum ondan. Öyle bir bahane bulacaktım ki gıkını çıkartamayacaktı. Çünkü ben zekiydim, dünyanın en zeki adamı, vücudumdaki bütün kıvrımlar beynimdeydi. Bekçi bana doğru yaklaşırken düşündüm. Büyük ihtimalle okumamış, cahil bir adamdı. Benim dehamın dergi editörleri bile farkına varamazken ilkokul terk birinden anlamasını beklemek biraz hayalperestlikti. O bekçinin karşısına Dostoyevski’yi getirin, bahsetsin suçlu psikolojisinden, bir insanı suç işlemeye iten unsurlardan, dinler miydi bekçi? Hayır. “Onu bunu geç Dosto, nasıl verdim eline dün tavlada” derdi. Tavlaymış, hah! Satranç oyna bari, cahil adam. Hayır anca tavla oynarsın, bir şans oyununda kazanınca atarsın havanı. Onu da zar tuta tuta kazandın zaten tüm kahve biliyor. Nasıl zar tutsun Dostoyevski, adamın elleri yazmaktan nasır tutmuş. Dünya edebiyatına adını altın harflerle yazdırmış adamın koltukaltına tavla tahtası sıkıştırır bizim bekçi, budur onun insanlığa mirası. Sizi zavallılar, ufak zaferlerinizin tadını çıkarın, çünkü gereksiz hayatlarınız sona erdikten sonra mezar taşınızdan başka bir iz bırakamayacaksınız bu dünyada.

Zekama güvenim sonsuzdu ama bekçinin kapasitesi hakkında ciddi endişelerim vardı. Dahiliğin onda dokuzu kaçmaktı ve onda birlik şaft kayma riskini göze alamazdım. Tamamlamam gereken bir görev vardı, ....... bana güveniyordu. Başladım koşmaya. Bacaklarım uzundu, bir çitanınkiler gibi. Benim bir adımım bekçinin iki adımına denkti, kısa sürede fark attım. Arkamdan bağırıyordu “Gaçma amuğaa goduğğğuuummmnnnn”, acaba normalde de sesi böyle miydi yoksa nefes nefese kaldığından mı böyle çıkıyordu diye düşündüm koşarken. Bu şartlarda bekçinin bana yetişmesi olası değildi, fiziksel üstünlük bendeydi. Ama o atletik, uzun, sütunumsu bacakların üstünde kıllı ve yağlı bir göbek, onun da üzerinde her koştuğumda hoplamaya başlayan iki adet yüzde yüz doğal göğüs vardı. Bir dakika içinde nefesim tükendi, dalağım ha patladı ha patlayacaktı. Koşarak alt edemezdim rakibimi. Köşeyi döner dönmez yere attım kendimi, uzandım bir bariyer edasıyla. Beni görmeyip takılan bekçi yere yığıldı. Hemen üzerine çıktım, sağ bileğinden kırdım, sırtına yapıştırıp etkisiz hale getirdim. Tek yapmam gereken onu güvenli bir yere kelepçelemekti. Ama adamın üzerinde kelepçe yoktu, kelepçeleri nerede sakladığını sordum “Bizde gelepçe yok abey” dedi. Belindeki tabancayı gördüm. Silahı elime aldım. Adama ateş etmeyecektim elbette, o bir emir kuluydu, ekmek derdindeydi. Sadece kabzasıyla vurup bayıltacaktım. Silahı ters çevirip indirdim boynuna. Bayılmadı, çığlık attı yalnızca, yeniden vurdum. Yeniden, yeniden, yeniden. Bayılmıyordu, sanırım yanlış noktaya vuruyordum, kafasına vurmaya başladım. Darbelerim etkili olsun diye keline nişan alıyordum. Canı yanıyordu sadece, hala bilinci yerindeydi. Ensesine vurdum, omuzlarına, sırtına, beline, hatta taşşaklarına. Bayılmıyordu adam, Hollywood filmleri yalan söylemişti yine. Adama vurmaktan kolum yorulmuştu ama o hala uyanıktı. Sanki altımda bekçi Hüseyin Efendi değil de Mike Tyson vardı.

Baktım bekçinin nakavt olmaya niyeti yok, bir odaya kilitleyeyim dedim. Bayılmasa da amı götü kaybetmişti, ayağa bile kalkamıyordu. Sol omzuna girip malzeme odasına götürdüm, ücra bir köşeye oturtup yerden bulduğum başka bir saç tokasıyla kilitledim kapıyı. Michael Scofield elime su dökemezdi. Bina içi güvenliği çökertmiştim, şimdi tek yapmam gereken hedefe ulaşmaktı. Kızın hangi odada bulunduğunu bilmiyordum, telefonuma “adsız” diye kayıtlı dostumu arayıp sormalıydım, bildiğini pek sanmıyordum gerçi ama AVEA içi bedava dakikalarım vardı, sorun değildi. Aradım, telefonu birkaç kez meşgul tonu verip kapandı. Garipti, her AVEA abonesi gibi bu tarz olaylara alışıktım, garipliklere katlanıyordum çünkü hesaplıydı. İsmini, cismini bilmediğim bir kızı nasıl bulacaktım koskoca yurtta? Düşünmeliydim, normal beyinlerin çözebileceği bir problem değildi bu, beni ise birazcık zorlardı. Saksıyı çalıştırma vaktiydi, kuytu bir köşeye gidip düşünen adam pozuna büründüm. Sağ elim çenemdeyken arkamdan biri dürttü.

AYNASIZLAR, enselemişlerdi beni, duruşmadaki savunmamı planlamaya başlamıştım bile. Arkamı dönmemle basılmadığımı, başıma tüm bunları açan adamın beni dürttüğünü anladım. Ne işi vardı burada? Mevcudiyeti büyük tehlike teşkil ediyordu. Benim gibi bir ajan değildi o, sıradan bir sivildi. İkimizi her an yakalatabilir, tüm operasyonu berbat edebilirdi. Ama içinde bulunduğum şartlar altında onu azarlamak benim profesyonelleğimdeki birinin yapmayacağı bir hataydı, soğukkanlılığımdan taviz vermeden iletişime geçtim.

-Beni mi aradın?
-Evet ama telefonun meşguldeydi.
-Arkadaşla konuşuyordum ya. Pek kastırmadı değil mi güvenlik?
-Çocuk oyuncağıydı.
-Senin adın Tomas bunlar sana komas, koçum benim.
-Yenge hangi odada biliyor musun abi?
-Bir üst katta, gel göstereyim.

Kıllanmıştım, hatunun kızlık soyadını dahi sorsam söylerdi ama ismini bilmiyordu. Buraya nasıl geldiği ise başlı başına bir muammaydı. Ama ona güvenmekten başka çarem yoktu şu anda. Kızı tanımlamasını istedim, fiziksel olarak. “Hani bu sabah kestiğin bir kız vardı hatırlıyor musun” dedi. Demek aynı kıza göz koymuştuk. Kıza kaçamak bakışlar atarken yakalamıştı beni; dostunu yanında tut, düşmanını daha yakınında felsefesini benimsediği için benimle tanışmış, sonradan sıkı bir ikili olmuştuk. Benim için sorun teşkil ediyordu muydu bu durum, diye sordu, kesinlikle hayır dedim. O kızı çoktan unutmuştum bile, dünya ahiret bacımdı bu saatten sonra.

Odanın önüne gelmiştim, en zor bölümdeydi sıra. Güvenlik görevlilerini sivri zekamı kullanarak alt edebilir, çakallığımla her türlü ortamdan sıvışabilirdim ama kızların arasına girdim mi yapabileceğim pek bir şey yoktu. Türk kızları her tipsiz erkeğe potansiyel tecavüzcü muamelesi yapıyordu ve ne yazık ki benim Orlando Bloom’la uzaktan yakından alakam yoktu. Saç sakal birbirine karıştığında hafiften Colin Farrell’a benziyordum ama bu yeterli değildi. İçeride Allah muhafaza linç bile edilebilirdim. Hayatımı tehlikeye atmadan önce bir şeyi öğrenmem gerekiyordu:

-Abi, sana bir şey sormam gerek.
-Sor aslanım.
-Ya kusura bakma ama senin adını unuttum ben, neydi?
-Fark etmiştim bir kere bile ismimi kullanmamandan zaten.
-Kafam biraz dağınıktı da, neyse sonunda çıkardım ağzımdan baklayı.
-Bengisu.
-Efendim?
-Hayır, hayır. Benim adım Bengisu.

Bengisu’nun Türkiye'de en çok kullanılan 1991. isim olduğunu biliyor muydunuz? Ülkemizde yaklaşık her 29,448 kişiden birinin adı Bengisu ve ismin yaygınlık oranı binde 0.03.

Kulaklarıma inanamıyordum, bu bir mucizeydi. Hayallerim gerçek olmuştu, yeryüzündeki tek erkek Bengisu’nun ben olmadığımı öğrenmiştim nihayetinde. Eğer gizlilik gerektiren bir görevde olmasak zafer şarkıları söyler, sevinç çığlıkları, mutluluk taklaları atardım. Öteki Bengisu fazla sevinmemem gerektiğini söyledi. Ben sevinmeyecektim de kim sevinecekti? Yıllardır süren ezikliğim tarihe karışmıştı. Artık kız ismine sahip olduğumu söyleyen herkese göğsümü gere gere itiraz edebilecektim. İsimler sözlüğünde Bengisu’nun hem erkek hem kız ismi olduğu yazmasına rağmen basım hatası yapıldığına ben bile inanmaya başlamışken gerçek tüm aydınlığıyla ortaya çıkmıştı. “Yanılıyorsun” dedi “Dünyadaki tek erkek Bengisu sensin”. Nasıl olurdu bu, adamın sakalları vardı. Hormonal bir bozukluk muydu yoksa? Peki ya aşık olduğu kız? Öteki Bengisu lezbiyen miydi? Bu iddialarımı duyar duymaz gülmeye başladı, öyle bir şey değil dedi. Yoksa, yoksa uzaylı mıydı? “Yine yanıldın. Ben senim”

O bendi, ben oydum. Kafam iyice karışmıştı.

“Ben gerçek değilim, bilinçaltının yarattığı bir karakterim” Bütün o diyaloglar kafamdan dışarı çıkmamıştı, yapay zekaya karşı PES oynamıştım, rehberime kendi telefonumu kaydetmiştim, kız yurduna tek başıma girmiştim. Kendi mahsulum hayali arkadaşımın adını bilmediğim için gergin dakikalar geçirmiştim hatta.

Şizofren beynim benim.

Bilinçaltıma sinirliydim, neden böyle dalavere yapmış, arkamdan oyunlar oynamıştı? “Sebebi basit” dedi “aksi takdirde senden bir bok olacağı yoktu”. Bilinçaltım kalbimi kırıyordu, böyle bir yorumu hakedecek ne yapmıştım ki ben? “Daha ne yapacaksın ulan” dedi “1,5 liralık dergi için kendini tüm okula rezil rüsvan etmeyi biliyorsun, sikik bir oyunda rekor kıracağım diye saatlerini harcıyorsun, ama gidip bir kıza merhaba bile diyemiyorsun. Ben de insanım lan; sevmek, sevilmek, sevişmek benim de hakkım anasını satayım” Adam gibi söyleseydin ya bilinçaltı, gider konuşurdum kızla. “Hayır konuşmazdın” dedi, haklıydı. Ne kadar sağlam bir geyikçiysem o kadar da fos bir flörtgendim. Tanımadığım bir kızla ıssız bir adaya düşmeden konuşmam pek olası değildi. Beynimin beni tuzağa düşürmekten başka çaresi kalmamış, kankalık müessesini kullanarak aşk ortamlarına sokmuştu. O kızı uzun süredir bilinçaltımda kesiyordum, yurda girip çıkarken görmüştüm kaç defa. Bütün parçalar yerine oturuyordu, biri hariç. Kızın hangi odada kaldığını nereden biliyordum? Bu bilgi tamamen sallamaydı, her türlü permütasyon hesabını yapsam bile hata payı inanılmaz yüksekti.

-İçime doğdu.
-Ne demek içime doğdu, sırf içine doğdu diye girmem o odaya.
-Bazen en iyisi hislerine kulak vermektir.
-Hislerime sıçayım.
-Peki tamam, hisleri salla. Aşka inanmıyor musun peki?
-Yoo inanıyorum.
-Güzel.
-Aşkın adamı en savunmasız halinde yakalayıp götünden kan alan bir şey olduğuna inanıyorum.
-Saçmalamayı keser misin lütfen.
-Asıl sen saçmalama, bu romantik-komedi numaralarını yutmam ben.
-Öyle mi, inanmıyorsun peki, tamam. O zaman bana açıklar mısın, yüksek güvenlik önlemleri alınan bir binaya elini kolunu sallayarak nasıl girdin?
-Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu olm? Bu komplekse sızabilmek için kıvrak zekamla tilki kurnazlığımı...
-Bırak lan bu ayakları, iyi ki bir iltifat ettik götün tavan yaptı hemen. Dahi mahi değilsin amına koyayım. Normalde bu yurdun önünden bile zor geçersin sen.
-Kırıcı konuşuyorsun.
-Şimdi geyik sırası değil. Bir mucize gerçekleşti, sıra ikincisinde. Kaderinde yazıldığı için şu an buradasın, kaçamazsın alınyazından. Sonuna kadar geldin, hadi güven bana, içeride kız.


Romantik beynim benim,

İçeri girmeden önceki son direktifleri veriyordu bana:

-Tamam, kendine güven.
-Peki.
-Sakın kızdan gözlerini kaçırma.
-Anlaşıldı.
-Saçını düzelt.
-Düzelttim.
-Keşke daha düzgün bir şey giyseydin gelmeden.
-Üzerimde en sevdiğim tişört var, Between The Buried And Me tişörtüm.
-Evet sorun da bu zaten, "senin" en sevdiğin tişört.
-Ne demeye çalışıyorsun?
-Demek istiyorum ki bu tişört senden başka kimseye hiçbir şey ifade etmiyor.
-Bu tişörtten Türkiye’de sadece bende var, tamam mı? Üstelik sakın bana bu baskı kötü deme.
-Hayır, gayet güzel baskısı, logo da başarılı. Hatta The Silent Circus gelmiş geçmiş en efsane albümlerden biri.
-Yani.
-Fakat sence o kız Between The Buried And Me nedir biliyor mudur?
-Hiç sanmıyorum.
-Peki bu binada kalan herhangi biri biliyor mudur?
-Kesinlikle hayır.
-Peki bu şehirde bilen kız var mıdır?
-Adını duymuş birkaç tane olabilir, ama dinleyeni yoktur muhtemelen.

Olsun, yine de en sevdiğim tişörttü ve kendime güvenimi ikiyle çarpıyordu. Başladığım işi bitirmeliydim. Ne maceraydı ama, acaba içerideki kız biliyor muydu onunla tanışabilmek için neler yaptığımı? Ben bile birkaç dakika öncesine kadar farkında değildim gerçi. Ne hikaye, bir destan adeta. Nasıl tanıştığımızı soranlara uzun uzun anlatacaktım olanları, inanmasalar bile umrumda değildi, şu an tarih yazıyordum. Kapıyı sessizce açıp içeri girdim. Karanlık bir odaydı, yalnızca pencerenin birinden hafif bir ay ışığı hüzmesi sızıyordu içeri. O da müstakbel sevgilimin üzerineydi. Ne hikaye, romandan aşağı kalır yanı yok. Yanına gittim, ne de tatlı uyuyordu, uyandırmaya kıyamıyordum ama yapmalıydım. Benden başka kimsenin göremediği Bengisu’nun dediği gibi kaçamazdım kaderimden. Hafifçe dürttüm, tepki vermedi. Biraz daha sert dürttüm, kafasını öbür tarafa çevirdi. Bu sefer şiddetli dürttüm, hatta salladım ve uyandı.

Ah o gözler, ilk defa bu derece yakından görüyordum onları. Kanlı ve çapak dolu olmalarına rağmen ay ışığını mükemmel yansıtıyorlardı.

Kız gözlerini açtıktan sonra biraz affalladı ve beni tanımlar tanımlamaz çığlık atmaya başladı. Sapık diye bağırıyor ve kendini benden uzaklaştırıyordu, elinde yastık tüm gücüyle vuruyordu desem yalan olur. Bunların hiçbirini yapmadı, normalde insanlar uyandırıldıklarında -özellikle gecenin bir yarısı- huysuz davranırken o tam zıttını yapıyordu. Çünkü farkındaydı karşısındakinin Colin Farrell’ı andıran potansiyel bir tecavüzcü değil hayatının aşkı olduğunun. Beni bekliyordu yıllardır ve sonunda gelmiştim. Yatağın üstüne bağdaş kurdu, yanına oturdum. Konuşmuyorduk, hayır açıklama yapmamıza gerek yoktu. Koluma girmişti, ne sıcaklık, ne mutluluk. O kadar uzun süre geçmişti ki koluma bir kız girmeyeli. Adını sormamın zamanı gelmişti, içimden bir ses Alev diyordu. Ne güzel bir isim, Alev. İddialı ve bir o kadar da doğal. Bengi”su” ve Alev, çelişkili iki isim, muazzam bir dilemma, yin ile yang, doğanın vazgeçilmez iki unsuru. İsmini sordum, ağzını açtı benim ve diğer Bengisu’nun yavuklusu :“Benim adım VIZZZZ”

Orospu çocuğu beynim benim,

Yine yapmıştı yapacağını! Alay ediyordu benimle, karşımdaki kız öteki Bengisu kadar gerçekti. Nasıl kanmıştım bu maskaralığa, eminim katıla katıla gülüyordu şu an bana, yüzyılın işletmesine imza atmıştı. Diğer bütün organlarıma anlatacaktı beni nasıl tongaya düşürdüğünü. Böbreklerim o kadar çok gülecekti ki muhtelemen bir hafta ishal olacaktım. Kızı ittim, nasılsa gerçek değildi, acımazdı canı. Kafamı duvara vurmaya başladım, sağdan sağdan vuruyordum. Gelecek yıl ÖSS’ye gireceğimden matematiksel işlemleri yapan sol lob bana lazımdı. Ölen beyin hücrelerimin geri dönmeyeceğini biliyordum, sikime kadar yolları var, istemiyordum artık onları. Bağırıyordum, bilincimin altına üstüne küfürler saydırıyor ve sert bir şekilde kafamın sağ tarafını duvara çarpıyordum. Yalandı hepsi, yurtta falan değildim, büyük ihtimalle şu an bizim apartmanın boşluğunda çığlıklar atıyordum. Az önce gece bekçisini değil de komşulardan birini takoz cep telefonuyla pataklayıp asansöre koymuştum. Maceram karman çorman bir dizi halüsinasyondan ibaretti.

“Napıyorsun” diyordu Alev. Adı Alev değildi belki de, hatta hayalgücümün ürünü olduğu için istediğim adı koyabilirdim ona. Hayriye diyebilirdim mesela ironik bir şekilde, ya da Galatasaray'ın bu sezon renklerine bağladığı Fildişi Sahilli sağ kanat oyuncusu Abdul Kader Keita. Buldum, buldum, onun adı bundan sonra Bengisu olacaktı. Kız ismiydi nasılsa. Kolumdan çekiyordu ama tenim kandırıyordu beni. Beş duyuma da inanmıyordum artık, hepsi benimle taşşak geçmek için ellerinden geleni ardına koymuyordu.

Hayal gördüğümün farkında olsam da bulunduğum ortamdan kurtulamamıştım, şov daha yeni başlıyordu. Diğer kızlar uyandı ve çığlık atmaya başladılar. Sapık, sapık diye bağırıyorlardı. Bazıları ağlıyordu, hayatlarının en korkunç gecesiydi. Oraya ait olan en son şeydim, uçakta açık cep telefonu, apartmanda köpek, AKP kabininde bıyıksız milletvekili, kız yurdunda erkek, üstelik yakışıklı olmayan bir erkek, pek de zeki sayılmayan bir erkek. Kızların çoğu makyajsız olduklarından zombi gibi görünüyordu. Gözlerinin altında bir değil dörder çizgi vardı. Nefes alamayan ciltleri pörsümüş, yanakları Ege kıyılarından bile daha girintili çıkıntılı hale gelmişti. Alev onlar gibi değildi ama. Sabahki halinden farkı yoktu, hala sivilceliydi, saçları dağınıktı. Üzerime üzerime gelen kızlar korku filmini andırıyordu, hani zombilerin şehri ele geçirdiği filmler. Ya da Left 4 Dead. Onar onar geliyorlardı. Ne yazık ki bölüm başında silah almayı unutmuştum. Makyajsız, pijamalı, parmakarası terlik giymiş kızlar, gülle gibi kocaman çantalarını üzerime fırlatıyorlardı. Odanın içindeki kız sayısı gittikçe artıyordu. Yurt mevcudunun yarısı bir odaya doluşmuş beni dövüyordu. Yere yatırmışlardı beni, uzun ve ojesiz tırnaklarıyla tırmalıyorlardı vücudumu. Emindim bu olay bittikten sonra üzerimde bir tane bile çizik izi olmayacağından. Karşılık vermiyordum o yüzden, yaslanmış eşeğin sudan gelmesini bekliyordum. Arka taraftaki kızlardan birinin “Aaa yoksa o Colin Farrell mı” dediğini duydum. Arkadaşının “Hayır, tecavüzcünün teki” demesiyle makyaj çantasını kafama fırlatması bir oldu. Cani diye bağırıyordu kimi, kimi polisi arayın diyordu. Bazıları patlamış mısır almış, Cuma gecesi linçinin tadını çıkartıyordu. Ellerinde meşalelerle dolaşan tipler bile görüyordum. Alev, Hayriye, Abdul Kader Keita ya da 3. Bengisu ise diğerlerini durdurma gayretindeydi. Azgın kalabalığa karşı tek başına korumaya çalışıyordu beni. O bana aşıktı, evet bilinçaltı karakterim bana aşıktı, ne kadar da şanslı bir adamdım ben. Etraf bulanıyor, gözlerim kapanıyordu. Bunun ne demek olduğunu biliyorsunuz. Evet, bir kabusun daha sonuna geldik sevgili okurlar. Yayında ve yapımda emeği geçen herkes adına sizlere teşekkür eder ve mutlu birer haftasonu dileriz.

Beyinsiz beynim benim.

Gözlerimi gökyüzüne karşı açtım. Takımyıldızlar çocuk kitaplarındaki birleştirilmeyi bekleyen noktalar gibi dizilmişti, Küçük Ayı, Herkül, Büyük Ayı, Hasan Mezarcı ve diğerleri. Hepsi bana bakıyordu sanki. Hayatımda ilk kez açık havada uyumuştum, güzel bir duyguydu, daha sık yapmalıydım. Bir banka uzanmıştım ama yumuşak bir şey vardı kafamın arkasında. Çantamdır heralde diye düşündüm. Ama tutulmuş boynumu hafifçe sola çevirince yanıldığımı fark ettim. İki kişinin gölgesi düşüyordu yere, birisinin dizindeydim, o biri Alev’di. Yurdun bahçesinde oturuyorduk. Uyandığımın farkına varır varmaz çok sevindi, nasıl hissettiğimi sordu. Hareket edemiyordum, bir patlıcan kadar morarmıştım, rüzgar bile acıtıyordu vücudumu, bedenimde kıldan çok çürük vardı. Sağ eliyle okşadı yüzümü. Titriyordu eli, kemikleri seçiliyordu ve bembeyazdı. Pijamasının üstüne ince bir süveter giymiş ve belli ki saatlerdir dışarıda bekliyordu. Donmak üzereydi garibim ama şikayetçi değildi. Tipik kızlar iki dakika soğuğa maruz kalınca Azer Bülbül gibi titremeye başlar ve sanki dünyanın klimasını ben ayarlıyormuşum gibi trip üstüne trip -bu kelimeyi hala sevmiyorum- atardı. Alev o kızlardan değildi, belki de Alev kız bile değildi. O kadar çok şey gelmişti ki başıma son 24 saatte, doğmakta olan güneşe dahi güvenemiyordum. Fakat içinde bulunduğum fiziksel hal -eşeğin sudan gelmesi, hatta damacana doldurması- soğuk havaya rağmen Alev’in sıcaklığı, en önemlisi de bana bakış şekli yaşadıklarımının bütünüyle halüsinasyon olmadığının göstergesiydi. Sanırım yanılmıştım, Alev gerçekti, öteki Bengisu hariç her şey gerçekti. Tamam yurttaki güvenlik önlemleri, kuleler, K-9 köpekleri, keskin nişancılar da hayalgücümün ürünüydü, ama onların haricinde her şey yüzde yüz gerçekti.

Olan biteni psikolojik dengesi bozulmamış birinden öğrenmeliydim. Alev’den yaşananları kısaca anlatmasını istedim. Söylediğine göre yurttaki kızlar tarafından bokum çıkana kadar dövülmüştüm, son anda kurtarmıştı beni. Yalvar yakar kızları polis çağırmamaya ikna etmişti. Kimse beni yurdun içinde istemiyordu, o yüzden dışarıda bekliyorduk. Tek başıma sokakta yatmama razı olmamıştı, kucağında uyuyakalmıştım. Ah Alev, bu kadar zahmete gireceğini bilsem sabahleyin okul bahçesinde konuşmaz mıydım seninle. Ama zerre şikayetçi durmuyordu, hatta bilincimin yerine gelmesi onu oldukça sevindirmiş, uzun ve zorlu bekleyişini bir anda unutturuvermişti. Bir ev kadını gibi verilen görevi kabullenmiş, kayıtsız şartsız yerine getirmiş ve ancak bir annenin evladına gösterebileceği kalibredeki şefkatle dizlerine yatmama izin vermişti. Saat beşti, yani beş buçuk saattir başımda bekliyor demekti bu. Gözlerinden anladığım kadarıyla bir damla bile uyku girmemişti. Biricik Alevim benim, ben kendi yaptıklarımla övünürken, o beni çoktan geçmişti. Hala Alev dediğime bakmayın, ismini bilmiyordum. Adını sordum, Alev dedi. Şüphelerim geri dönmüştü, beynim nerede duracağını bilmiyordu, sakız gibi uzatmıştı şakayı. Herşeyin bir sınırı vardı, o ana kadar yaptıklarının hepsini bir yere kadar anlayışla karşılasam da bu bardağı taşıran son damlaydı. Tam kafama okkalı bir yumruk geçirecekken Alev güldü “Tüm gece bana Alev deyip durdun, nerden estiyse artık. Gerçek adım Arzu”. Alev kadar olmasa da güzel isimdi Arzu, tutku vardı içinde. R içermesi telaffuz ederken biraz zorluk çıkartacaktı ama olsun, yine de hoş isimdi.