23 Haziran 2009 Salı

Mikime Kadar Yolunuz Var

Sevgili okurlar,

Ben bir embesilim. Bazıları embesil doğar, ben de onlardan biriyim işte. Belki annem hamileyken çok sigara içmiştir, ya da karnına top falan çarpmıştır bilemiyorum. Sağlıklı bir çocuk hüviyetinde dünyaya gözlerimi açıp kendimi günden güne tüketmiş olma ihtimalim de var aslında ama varolan birşeyi yokedecek kapasiteye sahip olduğumu düşünmüyorum. Ya da düşünmek istemiyorum, kolaya kaçıp doğuştan diyorum, işte ben bu derece göt bir adamım sevgili okurlar.

Yani düşünün bir insan hiçbir boku beğenmez, kendisi beğenmediği boklardan beter. Çok biliyormuş gibi konuşur ama sürekli kendini tekrarlar. İki eliyle bir siki doğrultamaz, sonrasında kızlara laf eder. Ezikliğini, kabul edilmemişliğini kendisinin değil de insanlığın suçu olduğunu düşünür. Ben denyoyum demez de insanlık denyo der. Senin gibi lavuğu insanlık napsın amına koyayım.

Zayıftır, zaafları vardır, Ahmet Çakar gibi dobra gözükmeye çalışır ama içten içe bir deniz atı kadar ürkektir. Kolpanın önde gidenidir, iki gram gururu yoktur, delikanlılık nedir bilmez. Ve bu adam demeye dilimin varmadığı yaşam formunun saçma sapan hayalleri vardır. Sanki yeterince kişiliksiz olduğu yetmezmiş gibi yedi cihana dangalaklığını duyurmak ister. Hayır, diğerleri gibi masabaşı iş beğenmez, patron altında çalışmak istemez, her zamanki gibi kolaya kaçar. Yazarlık, öyle tüm gün mal mal otur, iki şey karala para kazan. Ne güzel dünya! Adama sorarlar bugüne kadar kaç kitap okudun, sen hangi birikimle yazıyorsun diye. O da yoktur ibnede, ne edebi ne de entellektüel birikim. Okumaz, okusa da anlamaz. Fakat ne hikmetse yazmaya devam eder.

Ben noktalama hatalarıyla dolu uzun cümlelerden ibaret bir adamım, ve cümlelerimin tamamı düşük.

Yazıları bir halta benzemez. Gereğinden fazla uzundur, espri anlayışı küfürle sınırlıdır, hayata bakış açışı dardır, geçirdiği bir travma vardır hep ona bağlar hikayelerini. Ama yine de her hafta yazar. Tamam yazsın, lafımız yok, ama gidip de o yazıları mizah dergilerine götürmesi yok mu? Sanki adamların işi başından aşkın değilmiş gibi, ekonomik sıkıntılarla, haftada bir açılan davalarla uğraşmıyorlar gibi molozun teki amdan götten yazılarını amatör kısvesi altında götürür. Ve mizahçılar gönül insanı olduklarından “Tamam sonra okurum” derler fakat hiç geri dönmezler. O zavallı çocuğun kalbini kırmak istemezler, zaten yazdıklarından bellidir bir takım sorunları olduğu, ne kadar yeteneksiz bir yazar olduğunu söyleyerek bir de biz vurmayalım garibe diye düşünürler. Ama o yüzsüz ibne bunun farkına varmak istemez, hayalindeki mesleği gece rüyasında bile göremeyeceğini öğrenmekten kaçınır. Gereksiz yazılarına devam eder ve her hafta o emekçileri rahatsız eder. Bir dilenci gibi yalvarır “Abi nolur bir köşe be”, “Allah sevdiğine kavuştursun, gönlünden ne koparsa, bir paragraf bile yeter”. Sonunda yiğidin biri çıkıp doğruları söyler: “Çok kötü, aşırı amatör, gerçekçi değil, bunalım liseli havalarından çık, ilk defa mı hikaye yazıyorsun, özellikle sonu hiç olmamış”. Kendisini tebrik ediyorum, ama bir şey söylemeyi unuttu “Boşuna oksijen tüketiyorsun, mümkünse intihar et”. Ancak POSTA’da “Yazılarınızı ve fotoğrafınızı yollayın yayınlayalım” köşesi başlarsa bu garibin yazdıkları vesikalık resmiyle beraber bir ihtimal yayınlanır.

Ben noktalama hatalarıyla dolu uzun cümlelerden ibaret bir adamım, ve yazdıklarımın mizahi değeri sıfır.

Sadece mizah yazsa da iyi, sığ espri anlayışıyla insanların suratında bıkkınlık ifadesi bırakmakla yetinse bir yere kadar anlarım. Ama hayır yetmedi, gitti bu amınoğlu hayattan bahsetmeye başladı. İkiyüzlü kadınlara, kaybolan masumiyete, yalnızca güçlünün hayatta kalmasına,herkesin suratıyla bütünleşmiş maskelerine, çıkar üzerine kurulmuş hayatlara ve benzeri bir sürü önemli konuya önemsiz bakışlar attı. Sen kimsin tipini siktiminin! Bir boka benzemeyen ömründe kaç aşk yaşadın da kadınlar hakkında konuşuyorsun? Bugüne kadar seninle birlikte olmayı kabul edecek kadar zavallı bir kız çıktı mı karşına pezevenk? Tip yok, karizma yok, para yok, çevre yok, vücut yok, akıl yok, karakter yok, cesaret yok, kendine güven yok eee ne var olm sende? Kendisi gibi gerizekalı bir kız bulmak istemez, hep zeki ve zarif kadınlardan etkilenir. Kafası çalışan kızın kendinden 10 kat daha iyi erkeği rahatça bulacağı apaçık ortadadır, ama yine de gider reddeceği kesin kızlara göz koyar. Kızlar da takmaz tabii. Bazıları iyi niyetlidir “Arkadaş kalalım” der,kadife yüreklidir onlar, kimseyi üzmek istemezler. Büyük fedakarlık yapıp muhatab olurlar şu zavallının yüzünde bir gülümseme belirsin diye. Peki bu götveren napar, o melek gibi kızlar hakettikleri erkeklere varınca arkalarından ağza alınmayacak laflar eder, yalan dolan yazılar yazar. Elinden bir tek bu gelir zaten, yazmak! Başka bir işlevi yoktur, çünkü yarım erkektir. Bizimoğlan bozuk daktilo gibi sürekli aynı şeyleri yazar, sonra da ben neden yalnızım diye sızlanıp durur. Mutlu olabilmesi için başkasının mutsuz olması gerekir. Ancak uzun bir ilişkiden çıkmış, ilgiye ihtiyaç duyan kızlar ona bakar. Ve pragmatist puştun teki olduğu için o masum kızlardan faydalanır, normalde asla bakmayacakları bir erkekken kendini yaralı kızların hayatına bir şekilde sokmayı başarır, fakat acınası mevcudiyeti doğal olarak kısa sürer. Başkasının artıklarıyla idare etmeye çalışır, o derece cibiliyetsizdir. Annesini tanımasam orospu çocuğu derdim ama tanırım, çok iyi kadındır. O yüzden sadece orospu demekle yetiniyorum. Kadınlar hakkında hiçbir şey bilmem. Hatta şöyle düşünülebilir, beni gözetim altına alsınlar, bilim adamları rapor yazsın ve “Kadınlar nelerden etkilenmez” adı altında yayınlansın. Nesiller boyu erkeklere yardım edecek bir kaynak olur şerefsizim. Yıllardır lüzumsuzluğumla zarar verdiğim insanlığa katkı sağlamamın yegane yolu budur.

Ben noktalama hatalarıyla dolu uzun cümlelerden ibaret bir adamım, ve kızların zerre sikinde değilim.

Fakeangel, ya beni çok pis işletiyorsun, ya da sende sike sürülecek akıl yok. Henüz hangisi olduğuna karar vermedim. Hani ben malım, hayatımın geri kalanında mallığımı muhafaza edeceğim de size noluyor amına koyayım? Kaybetmeye mahkum birini görmek hoşunuza mı gidiyor, “Allahtan bunun kadar beyinsiz değilim” diyerek kendinizi iyi mi hissediyorsunuz, Ajdar'ın bıraktığı boşluğu benimle mi doldurmaya çalışıyorsunuz? Şu sikindirik siteye üye olanlar bile var aranızda! Yazıları okurken harcadığınız zamana, monitör başında yorduğunuz gözlere, bilgisayarın yaktığı elektriğe yazık. Ne ayaksınız lan siz, gidin alay edecek başka bir hilkat garibesi bulun!









Tamam sevgili okurlar geçti. Şakaydı ya, ağlamanıza gerek yok. Dur, yatağımın altındaki kağıt havluyu çıkartayım. Temiz olm tırsma, heh tamam şöyle, sil gözyaşlarını. Hayat kısa sevgili okurlar, olur olmadık şeyleri kafaya takmaya değmez. Sizi sevmeyen ölsün lan, beni sevmeyenler hayatta kalabilir hadi izin veriyorum.

Bir laf vardır “Azimle siken mermeri deler” diye. Halkımızın ne denli geniş bir hayalgücüne sahip olduğunu gösterir bu söz, ve bir o kadar da anlamlıdır. Evet sevgili okurlar, mermeri deldim en sonunda. Yok yanlış anlamayın mermerle cinsel münasebetim olmadı, mecaz anlamda. Çalıştım, çabaladım ve nihayetinde bir dergiye o ya da bu şekilde bir ayağımı attım. “Ekmek” derginin adı, çoğunuz duymamıştır zira yeni çıktı. Lütfen “OOO bilmez miyim, ben her sabah ekmek alıyorum olm ehuuhaauhuaa” tarzı insanı hayattan soğutan espriler yapmayın.

Belki bazılarınız neden daha tanınan bir dergiye girmediğimi sorabilir, ki eminim soranlar olacaktır. Gittim sevgili okurlar, yazılarımı götürdüm ve her defasında sonra bakarız, sana da mail atarız dediler. Ama bana bir kere bile mail gelmedi, tüm gün mail kutumun başında F5’e bastım ama nafile, sayısız kez gittiğim mizah dergilerinden hiç yanıt alamadım. Taaa ki yanlış hatırlamıyorsam Mart ayına kadar. İsmini vermek istemediğim bir yazar suratıma karşı az önce yazdıklarımı söyledi: “Çok kötü, aşırı amatör, gerçekçi değil, bunalım liseli havalarından çık, ilk defa mı hikaye yazıyorsun, özellikle sonu hiç olmamış”. Onun kelimeleri, okuttuğum yazı Bir Eşek Kadar Olamadım, yorum sizin.

Samimiyetimizi kağıda dökerek para kazananların ne kadar götü kalkık olabildiğine, zekasını takdir ettiklerimizin işlerine gelmedi mi ne kadar sığ düşünebildiğine tanıklık ettim sevgili okurlar ve hırs yaptım. Kimsenin anlamadığı, anlasa da gülmediği yazılarla mizah dergilerini işgal edenleri, amatörleri eklembacaktan sayanları göt etmek, yıllar önce Kemik dergisinin kapanmasıyla yitirdiğimiz mizahi değerleri geri getirmek için bu yola baş koydum. Ama beni takan yoktu, yazılarımı okumuyorlardı bile. Gerçi okuduklarında da neler olduğunu gördük. Pes edebilirdim, vazgeçebilirdim, yaşıtlarım gibi çenemi kapatıp okuluma devam eder, hayallerimi Shift+Delete yapabilirdim. Sizlerden başka kimse inanmadı bana, mizahçılar da dahil. Çevremdekiler bana salak muamelesi yaptılar, dolaylı yoldan hangi dergi seni işe alır dedi hepsi, çoğunun da zahmet edip bir yazımı bile okumuşluğu yoktur. “Boş işler bunlar, okuluna devam et sen” ama maksat ibnelik değil mi, yılmadım. Beni köreltmekten başka işlevi olmayan okulu bırakıp kendimi okumaya, düşünmeye, yazmaya verdim. Ve sonunda insan muamelesi gördüğüm bir dergi buldum.

Tabii henüz herşey yeni başladı. Heyecanımı mazur görün, daha düzenli köşem bile yok ve ettiğim laflara bakın hele. Aslında 3 hafta önce bir yazım yayınlanmıştı ama burada açıklama yapmadım zira eski yazılarımdan biriydi. Ama bu seferki hem yeni yazı hem de Ekmek’le prensip anlaşmasına varmış bulunmaktayım. Kendime güveniyorum sevgili okurlar, sizler arkamda -o anlamda değil, amma fesatsınız lan-, çalışarak, her hafta üstüme koyarak mizah aleminde kendime hatırı sayılır bir yer edinebileceğime yürekten inanıyorum. Bana yardımcı olabilmek için yapabileceğiniz üç şey var, birincisi yorumlarınızı eksik etmemeniz. İkincisi PMİK yazıp 3131’e göndermek. Üçüncüsüyse Ekmek almanız. Ha diyebilirsiniz bizim burada yok, biraz daha araştırın. “Heryere baktım ama bulamadım abi” derseniz mail atın, yollarım size yazılarımı. “Buldum ama şu sıralar maddi sıkıntı çekiyorum” derseniz de yollarım, ama lütfen olayı abartıp “Güvenme yetime gider koyar götüne” dedirtmeyin bana. Sizi duyarlı olmaya davet ediyorum ibneler.

Beni tanıyanlar bilir, veda etme özürlüyümdür. Sevdiğim birisiyle buluştum diyelim, dört saat takıldıysak son yarım saati otobüs durağındadır. Gitsin istemem, muhabbet devam etsin, aman sabahlar olmasın! Ama bu sefer öyle olmayacak ve klas bir lafla sizlere veda edeceğim sevgili okurlar:

Ben noktalama hatalarıyla dolu uzun cümlelerden ibaret bir adamım, ve bundan gurur duyuyorum.


Ehemmiyeti yüksek not: Blogu kapatmamaya karar verdim, çünkü yeni başladığım için dergide kısıtlı bir yere sahibim. Siz gidip bir ressama not defterinden -hani ilkokulda kullanırdık, cebe sığar, ödev falan yazardık onlardan- sayfa koparıp bana mutluluğun resmini yap derseniz “Sen benimle taşşak mı geçiyon postmodern gavat” demez mi? Bence der. Öyle eskisi gibi sayfalarca yazamayacağım başlarda, normali de budur zaten, kimse dergiye sövmesin. İnşallah ilerleyen zamanlarda Bir İçim Nesquik, Okuma Bayramı ve hatta Bir Eşek Kadar Olamadım yayınlanır, ama şimdilik daha kısa yazılarla kendimi ispat etmek zorundayım. İlham gelip uzunca birşey yazarsam bloga eklerim, o yüzden ara sıra göz atmayı ihmal etmeyin.

5 Haziran 2009 Cuma

O Geceyi Hatırlıyor Musun İsmail?

Yıl 2007, yaz gelmiş, can dostum güzel insan İsmail Pişer'le beraber tatile çıkmaya karar verdik. Yoğun ÖSS temposu, üstüne herkes tatildeyken -yedi günlüğüne de olsa- YDS stresini yaşamanın verdiği zihinsel yorgunluk. Tatile çıkmak farz olmuştu, fakat bir sorun vardı, pardon iki. İlki ikimizin de doğru dürüst tatil yapacak yer bilmemesi, ikincisi ise pek paramız olmaması. Çeşme ikimiz için de kapalı kutuydu, adını çok duymuştuk ama hiç bulunmamıştık orada. Tatilin yan amaçlarından biri de buydu, keşfetmek, yeni ufuklara yelken açmak. Ailelerimizden aldığımız ÖSS primi ve birikimlerimizle 150şer YTL çıkardık. Çınar’daki Pamukkale yazıhanesine gidip iki Çeşme bileti istedik. Çeşme’ye doğrudan araba yokmuş, İzmir’e aldık. Her zamanki gibi adım yanlış yazıldı “Bengüsü Türker”. Ben alışık olduğum için takmadım ama İsmail biletinin üstünde “İsmail Pisak” yazdığını görünce hafiften dellendi. “Pişer nasıl Pisak anlanır abi, Pisak ne lan” diye söylendi durdu. İki gün sonrasının sabahınaydı otobüs.

İki gün sonra sabah yedide Çaybaşı Camii’nin orada buluşup garaja doğru salına salına yürüdük. Daha Denizli sınırlarından çıkmadan tatil havasına girmiştik. İsmail’in beklentileri vardı, kızsal bazda, ben ise son iki yıldır sınıfta yoğun kız dırdırına maruz kaldığımdan hiç uğraşacak havada değildim. Otobüsümüze bindik, başladı serüven. Muhabbet dostlar başına, üç saat üç dakika gibi geçti, İzmir Terminali’ne vardık. Denizli’deki gardan sonra İzmir Terminali modern sanat harikası gibi duruyor. Zaten birisi dandik bir gar diğeri ise Terminal, kalite farkı var. Yarım saatimizi bu güzel yapıyı ve İzmir kızlarını inceleyerek geçirdik. Tek otobüs kalmıştı, bekle bizi Çeşme!

Minibüslerin bulunduğu bölüme geçtik. Sadece adı minibüs, bildiğiniz otobüs aslında hepsi. İlçeler arası yol gittiği için minibüs diyorlar. Yaklaşık 200 metrelik bir alandı ve otobüslerin her biri yüzü bize dönük şekilde sıralanmıştı. Üzerinde bok yeşili ve inanılmaz dandik bir yazı tipiyle TİRE yazan dikkatimi çekti, İsmail’e “Böyle sikindirik ilçe ismi mi olur” diyerek duygularımı paylaştım. Perona şöyle bir bakınca her iki otobüsten birinin Tire’ye gittiğini gördük. Az önce alay ettiğimiz Tire bir medeniyet yuvası olmalıydı bu kadar sefer yapıldığına göre. Bir tane bile Çeşme göremedik sürüyle otobüsün arasında. Yan tarafımızda tiplerinden ve vücut dillerini sürekli direksiyon çeviriyormuş gibi kullanmalarından otobüs şoförü oldukları sonucuna vardığım amcalar grubuna Çeşme arabalarının nereden kalktığını sordum. Hepsi “Ne Çeşme mi, bir dakika düşüneyim” tarzı tepkiler verdiler, kendi aralarında fikir alışverişinde bulundular fakat kesin birşey diyemedi hiçbiri. Ya bu işte bir yanlış vardı ya da birisi bizimle fena taşşak geçiyordu. Çeşme lan bu, Türkiye’nin en ünlü tatil beldelerinden biri, Tire ne amına koyayım. Tire o güne kadar benim için bir noktalama işaretinden fazlasını ifade etmiyordu. Baktık amcalardan hayır gelmeyecek bütün peronu incelemeye karar verdik. Çeşme otobüsü ta en sondaydı ve kalkmak üzereydi, boştaki son iki koltuğa oturduk.

Önümüzdeki 2 -yazıyla iki- adet dayı vardı, biri hiç konuşmuyor, diğeri ise telefon görüşmesi yapıyordu. İşin ilginç tarafı adamın dediğinden hiçbir şey anlamıyorduk, 20 dakika geçmiş ve sadece üç anlamlı kelime öbeği kullanmıştı: “Burası Eskişehir değil”, “Eski dükkandaki mallar” ve “Roberto Carlos”. Bunların haricinde tamamı manasız kuruntulardı. Adam ne zaman ağzını açsa İsmail’le ben kopuyorduk, telefon konuşması da bitmek bilmiyordu. Dayının acayip sesler çıkarmaya devam etmesi üzerine gülmekten çenem ağrıdı. Bir kahkaha daha atarsam çenem düşebilirdi. Çenemi sağlama almak için kulaklıklarımı taktım ve sesi sonuna dayadım.

Yolculuk bitip, otobüsten inerken dayı bize pis pis baktı, bir an için onu takip etmek istedim. Macerandan maceraya atılabilrdik o dayıyla birlikte, İsmail’e dedim ki bu adam bir işaret, onun gittiği yere gidersek hayatımızın tatilini yaşayabiliriz. İsmail ortamlara akmak istediği ve dayının bize tekme tokat dalacağından tırstığı için teklifimi kabul etmedi. Yol yordam bilmeden Çeşme sokaklarına attık kendimizi. Bir sahil bulup yakınındaki en uygun fiyatlı pansiyona yerleşmekti hedefimiz fakat bir türlü sıcak denizlere inemiyorduk. Su bulsak bile sahili yoktu, betondan denize atlamak istesem Kadıköy’deki Beşiktaş İskelesi’ne giderdim. Çeşitli kitap ve dergilerle doldurduğum “Ağır Yük” sınıfına giren çantam sırtımda fellik fellik sahil arıyorduk. Bir saat boyunca dolandık ama nafile, Çeşme’de sahil yoktu anasını satayım. İstihbarat edinmek için şehrin iç kısımlarına yöneldik. Lokantadır, hediyelik eşya dükkanıdır böyle yerlere güvenmiyorduk, adamların gözlerinden belliydi müşteriyi ayakta sikmek istedikleri. Bir çiçekçi bulduk, kocaman bir bahçe, arka tarafta ufacık ve eski bir ofis. Belli ki aile mesleği ,uzun zamandır buradalar. Yaşlı bir çift vardı ofisin içinde, selam verdim ve derdimizi anlattım. “Biz tatil yapmak isteyen iki öğrenciyiz. Çeşme’ye ilk defa geldik, bize uygun bir yer önerebilir misiniz”. Paşalimanı* dediler, orada halka açık sahil varmış. Garajdan otobüs kalkıyormuş ama bir kez daha otobüse binmek istemiyordum, götüm uyuşmuştu oturmaktan. İsmail’e genç adamız yürürüz gazını verip Paşalimanı’na yöneldik. İki saate yakın yürüdük, güneşten beynimiz amcıklanma noktasına geldi. Sırt çantam yüzünden omuriliğim kan ağlıyordu. Sonunda ulaştık Paşalimanı’na, ufak ve tıklım tıklım dolu bir halk plajından ibaretti. Park edilmiş Renault Toroslar ve plajda gezen kıllı-göbekli amcalardan anladığımız kadarıyla burası bize göre bir yer değildi, gereğinden fazla halka açıktı. Tamam kızlarla pek muhattap olmak istemiyordum ama göz zevki diye birşey var. Gittiğimiz o yolu söylene söylene geri döndük. Çeşme’den bize yar olmayacağını anladık, akıl danışmak için güvenimizi kazanmış çiçekçiye yöneldik. Çiçekçiye ulaştığımızda yaşlı çiftin oğlu da oradaydı, Bilgin abi. “Ben doğma büyüme Çeşmeli olmama rağmen tatil için Marmaris’e gidiyorum” dedi “Eğer cebinde para, altında araba yoksa Çeşme sıfır”. Adam o kadar içten konuştu ki bizim yaşadıklarımızın aynısının başından geçtiğini düşündüm. Pahalı otellere giremezsen Çeşme’nin çocukken aile zoruyla götürülen Emekliler Sitesi’nden farkı yoktu. Sanki bizi takip etmiş de ona göre yorum yapıyordu. “Siz en iyisi Marmaris’e gidin, durun arabamla sizi garaja bırakayım”. Bilgin abi gerçekten çok kral bir adamdı, Marmaris yeni rotamız, Bilgin abi diyorsa vardır bir bildiği.

Garajda otobüs beklerken kuzen aradı. Tatilimizin nasıl geçtiğini, düzgün bir yer bulup bulamadığımızı sordu. “Çeşme kadar kolpa bir yer görmedim lan ben, iğrenç olm, bir daha geleni siksinler” dedim, farkında olmadan sesimi yükseltmiş olacağım ki duraktaki herkes korkak adımlarla uzaklaştı benden. Çeşme yerli turiste söylenmiş en büyük yalandır sevgili okurlar, gitmeyin, sevdiklerinizi göndermeyin. Terminale geçtik, oradan Marmaris biletimizi aldık. Marmaris otobüsünde hayatımda gördüğüm en orijinal muavinle karşılaştım, adam hiç konuşmuyordu. Tipi de bir dönem Galatasaray formasını giymiş Sırp futbolcu Sasa İliç’i andırıyordu. İkramları dağıtırken ne istediğimiz sormuyor, sadece kaşlarını hareket ettiriyordu. Yol boyunca ağzını açtığını görmedim ta ki Rus yolculardan birinin cep telefonu çalana kadar. Muavin, Rus’un yanına gidip “Bir daha öterse alırım telefonunu”diye azarladı, kurduğu tek cümle dilimizi bilmeyen birisineydi. Muavin de kral adam çıktı, artakalan ikramları en arkada oturan bize verdi. “Eyvallah abi” dedim, kaşlarını “Birşey değil” babında kaldırdı.

Gece yarısı Marmaris’e vardık. Neredeyse zifiri karanlıktı, sadece büfenin kısık ışığı bir nebze de olsa aydınlatıyordu etrafı. Memleketin batısında olmamıza rağmen bütün yazlık mekanlardaki gibi çalışanların tamamı doğuluydu. Büfeye yaklaşıp yakınlarda geceyi geçirebileceğimiz bir yer var mı diye sordum. Büfeci bize cevap vermeden telefonunu çıkardı, sinsi bir ses tonuyla “Abi müşteri var” dedi. İsmail’le ben tırstık, adam doğulu olduğundan değil, telefonda adeta bir pezevenk edasıyla konuştuğu için. O an, o ortamda, o cümleyi, o şekilde Tatlıcı Tombak bile söylese tırsardım. “Bir dakika bekleyin gençler” dedi ve telefonla uzaklaştı, İsmail titriyordu. “Sakin ol, erkek adamız, napacaklar bize” diyerek rahatlatmaya çalışsam da İsmail'in ciğerini bilirim, kesin kafasından biz orada kalırken polis baskın yapar da bizi içeri alırsa diye korkuyordu. Belki de baskını yapan polisler mekanın genel kullanım amacından yola çıkarak ikimizi homoseksüel sanıp sakallı ve iri yarı olan beni aktif, İsmail’i ise pasif zannedecekler diye düşünüyor olabilirdi. İsmail "Abi tabanları yağlıyalım" der gibi bakıyordu ama kaçamazdık, bir gece geçirmek zorundayık büfecinin yönlendireceği yerde. Yeniden yanımıza geldi “Kusura bakmayın, yer yokmuş” demesiyle çok sevindirik olduk ama büfeciye belli etmedik. Garajdan biraz ilerleyince yazlık evleri gördük ama mal gibi gecenin bir yarısı dolaşmak istemedik çünkü bilmediğimiz bir yerdeydik ve sinir bozucu derecede tenhaydı sokaklar. Yakında otel tarzı mekanı bırakın Tekel bayi bile yoktu. Benzinlikte bir adam, dolmuşunun deposunu dolduruyordu. Başka çaremiz yok, ona sorduk. Bildiği bir otel varmış, bizi dolmuşuyla oraya götürdü.

İçeri girdik, iki yıldızlı bir oteldi, yıldızsız olsa bile sikimde değildi, zira sabah olunca düzgün bir mekan bulmak için sahile inecektik. Resepsiyonda 15-16 yaşlarında bir çocuk vardı, oda istediğimizi söyledim. “Üst katlar rutubetli, alt kattan vereyim abi” dedi, olayın mantığını çözemedim. “Üstelik alt kattakiler apart-oda, daha rahat edersiniz”. Bana ne kardeşim aparttan, gecenin birinde yemek yapacak halim yok ya, uyuduktan sonra yelken açacağım denize, kuma, güneşe. Ama çocuğa laf dinletemedik, illa da tutturdu alt kattan vereyim diye. Üst katta sanki rutubet değil de domuz gribi varmış gibi davranıyor, ısrarla alt kattan oda tutmamız gerektiğini söylüyordu. Yalan söylediği çok belliydi, üst katta rutubet varken alt katta serin bir yaz esintisi mi olacaktı sanki? Hayır, arada da hatrı sayılır bir fiyat farkı var. Dedim ki biz sadece gece kalacağız, apartlık işimiz yok. Yok arkadaş, rutubet diyor başka birşey demiyor çocuk. Tam “Ne rutubeti lan yarrak kafalı” diye medeni bir çıkış yapacakken birşey dikkatimi çekti. Kayıt işlemleri için bırakılmış nüfus cüzdanları bir mavi bir pembe olarak sıralanıyordu. Sanırım lobinin etrafında dolanan üstsüz adamların da sebebi buydu, sesimi çıkarmadan apart-odayı kabul ettim.

Ne yalan söyleyeyim, güzel odaydı. Mutfakla birleşik salonu, tuvaleti ve ayrı bir yatak odası vardı. Çok pis tuvaletim gelmişti. Tek isteğim kendimi klozetin merhametli kollarına bırakmaktı. Pantolunumu indirdim, ellerim boxerımdayken İsmail tuvalete daldı, omuzlarımdan tutup orta şiddetle sallayarak “Burada tuvaletini yapma abi, hastalık bulaşır, dikkat et” şeklinde uyardı. Tek başıma olsam hiç aklıma gelmeyecek bir tedbirdi, İsmail’in tavsiyesine uyarak götümü klozete değdirmeden sıçtım ve yatak odasına yöneldim. Yine İsmail geldi “Abi burada yatılmaz, temiz midir değil midir bilemeyiz. Binbir türlü hastalığı var”. İsmail, Word belgesinde birşey yazarken ikide bir çıkan denyo ataç gibi sinirimi bozuyordu. “İyi len iyi” dedim ve yastığın birini kapıp salona geçtim. Salonda iki adet çek-yat, bir televizyon vardı. Televizyonu açtık, Okan Bayülgen’in programı dönüyordu. 10 dakika izledik bozuk olan yayını karıncalar tamamen ele geçirene kadar. Zaten geç olmuş yatalım dedik. Ayakta olan İsmail’den ışığı kapatmasını istedim. Sağ serçe parmağıyla ürkek bir ceylan gibi düğmeye dokunmaya çalışıyor ama çok hafif bastırdığı için anahtar kapanmıyordu. Hayatımda ilk defa elektrik düğmesinden iğrenen bir adam gördüm. “Korkma olm oraya da attırmamışlardır amına koyayım” demem üzerine bozularak kapattı ışığı. Akabinde bana fırça atmaya başladı: “Kim bilir millet neler yapıyor burada, sen hala işin dalgasındasın. Sabah ezanıyla kalkıp gidelim abi buradan, kapıyı kilitledin mi? Cüzdanını yastığın altına koy. Elimi yıkamam lazım ama buradaki sabun pistir, acaba yakında açık sabun satan bir yer var mıdır? Üst katta neler oluyordur şimdi, polis molis gelmez inşallah. Ya bizi nezarete götürürlerse...”. Kendisine nazik bir dille karı gibi adam olduğunu belirtip uyumasını rica ettim. Normal şartlarda bile kolayına uyuyamam, bir yandan resepsiyondaki çocuğun bahsettiği “rutubet”, diğer yandan ise odada yankılanan hışırtılar, evet hışırtı. Fare olabilirdi, radyoaktif fare tarafından ısırılıp mutasyon geçirmiş bir insan da. Zaten sakıncalı mekandayız, hafiften yusufluyorum, iyice kıllandım. Ne yazık ki yanımda beyzbol sopası yoktu, çantamdan içi boş su şişemi çıkardım, siper alıp açtım ışığı. İsmail’den geliyormuş, yastığının üzerine gazete koymuş, AIDS’den korunuyor aklınca. İsmail’le bir güzel taşşak geçip ışığı kapadım.

Günün ilk ışıkları horoz etkisi yapıp uyandırdı ikimizi. Sahile indik tam bize göre, denize yakın, fiyatı uygun ve fuhuş yapılmayan bir pansiyona yerleştik. Marmaris 10 numara mekan, hem ucuz hem güzel –ki deneyimlerime dayaranak söylüyorum bu iki sıfat aynı ismi çok nadir niteler-. 4 gün kaldık, gezdik, tozduk ve eğlendik. İlk gece kaldığımız otelde ikimize zührevi bir hastalık bulaşmadı. Kız bulamadık, İsmail biraz hayal kırıklığına uğradı ama benim bir beklentim yoktu zaten. Güzel tatildi, iyi geldi bünyeye. Daha çok anlatılası anım var o tatile dair, ama eminim İsmail'le keranede geçirdiği geceyi hayatım boyunca unutmayacağım.





*Çiçekçideki yaşlı çift bizi nereye yönlendirdi net olarak hatırlamıyorum. Google’den Çeşme diye arama yaptım, gözüme ilk ilişen belde ismi Paşalimanı idi onu koydum yazıya. Birisi çıkıp “Baba naptın ya Paşalimanı çok güzel mekandır” derse boynum kıldan incedir. Kim bilir belki gerçekten de Paşalimanı’na gittik ve götüm gibi bir yerdi. Yine de bütün Paşalimanı sakinlerinden özür dilerim. Tire’den dilemem, boşuna özür mözür beklemeyin, osuruktan nem kapıyorsunuz.