3 Temmuz 2011 Pazar

Bu yazıyı kimsenin okumayacağını biliyorum, o devasa blog çöplüğüne atıldı çünkü bu site, tek sorumlusu da benim, aylardır hatta iki yıldır adam gibi yazı yazmayan ben.

Orada olmadığınızı bilmeme rağmen sevgili okurlar diye hitap ediyorum, çünkü Maksat İçimde Kalmasın klasiğiydi o laf. Beni delirmekten kurtaran şeydi bu blog, hayatının iki koca yılını tamamen amaçsız ve sıfatsız geçiren bir adamın tek ama tek uğraşıyıdı. Uğraş da değildi aslında, bir işti benim için yazmak, maaş ise bunalıma girmemekti. Biliyorum yazı çok kişisel bir hal almaya başladı ama, benden başka okuyacak olmadığı için bunda bir sakınca görmüyorum.

Bu işin, lövmiyesi ise akıl sağlığı, ruh sağlığı, cibiliyet idi. Hayatımdan nefret ediyordum, ben ve başkalarından. Ve kötü bir nefret değildi bu. Bence mizahla ilgilenen herkesin hayattan bir raddeye kadar nefret etmesi lazım, yoksa komedyen olamaz; yani olur da boktan bir komedyen olur. Yazdım, saatlerce; düşündüm, günlerce. Benim hayatım yazmaktı, başka hiç ama hiçbir işim yoktu.

Ve sonra bir hayat sahibi oldum. Düzenli olarak gittiğim bir üniversite, bayağı uzun süredir birlikte olduğum bir kız arkadaşım ve eskisi kadar nefret etmediğim bir hayatım var.

Nefret yok olmadı, "Hayat ne güzel, kelebekler, ağaçlar ve dereler ne kadar da harika" diyemiyorum, evet kelebek, ağaç ve dere gerçekten de çok güzel ama biz insanoğlu hepsinin ağzına sıçıyoruz ve ne yazık ki kelebekle aşk, ağaçla akrabalık, dereyele arkadaşlık kuramıyorum, onlar sadece dekor. Oyuncularla benim derdim, senaristle, yönetmenle...

Bazen öyle anlar geliyor ki herkesi, herşeyi yok etmek istiyorum. Onlardan daha iyi olduğum için değil, ben kimseden daha iyi değilim, ve beni az çok tanımışsanız kendimle de çok barışık olmadığını bilirsiniz. İçim nefretle dolup taşıyor ve bunu eskisi gibi yazarak dışarı atmak istiyorum çünkü karanlık bir odada burnundan soluduğun zaman o nefret sıkıcı bir zaman kaybından öteye gitmiyor.

Ama, o yeteneği kaybettim sevgili okurlar, nefretimi evirip çevirip yazı haline getirme yetisini. İçime sinen bir yazı yazdığımda aldığım keyif, sizlerin yorumları gelince ikiye katlanıyor, beni dünyanın en mutlu adamı yapıyordu o günlük. Hatırlıyorum da, Okuma Bayramı'nı yazdıktan sonra, aynı yazının linkini fakeangel'in blogunda görmem ve beni "gününün neşesi" ilan etmesi, bilmem oradan nasıl gözüküyor ama yazarlık kariyerimdeki unutamayacağım anlardan biriydi. Tüm bunlarından huzur içinde uyuduktan sonra sabah kalkınca herşey yeniden başlıyordu, tüm kavga, nefret, yazma ihtiyacı. Bazıları boşluk durumunda pişman olacağı şeyler yapar, bazıları alkol & uyuşturucu ile kapatmaya çalışır ama bende ikisini de yapacak göt olmadığından yazıyordum sadece.

Sahip olmak istediğim herşeye sahibim artık, iyi bir sevgili, istediğim bir okul, sağlık, sıhhat, ekonomik özgürlük. Ama hala hoşnut değilim, çünkü her arada sırada, ne zamandır yazmadığım aklıma geliyor ve sinirlerim alt üstü oluyor, herşeyi arkamda bırakıp çekip gitmek, çölün ortasında tek göz odalı bir kulube alıp kendimi yazmaya vermek istiyorum. Yazmak, bir meslek, full-time, bir yaşam tarzı. Şimdi zırvaladığım gibi önüne geleni tuşlamak değil. Ve ne yazık ki, benim full-time çalışacak zaman ve durumum yok.

Sanatçılar, her ne kadar asosyal, korkak görünselerde aslında çok cesur insanlar. Gerçek bir sanatçı için sanatı herşeyden önce gelir, yani herşeyden. Yani düşünsenize, o adam için sanatı sahip olduğu herşeyden önce geliyor, sevdiklerinden hatta kendisinden bile, inanılmaz bir bağlılık gerektiriyor. Onlar birer kahraman, ve bizim gözümüzde en ufak tökezlemeleri, ara vermeleri bütün o kahramani durumlarını yerle bir ediyor ve "bozulmuş" oluyorlar. Ben sanatçı değilim sevgili okurlar, sanatım için sahip olduğum şeyleri elimin tersiyle geri çevirecek cesarete sahip değilim; bana güvenen insanlara bunu yapamam. Boktan bir bahane gibi gelebilir ama belki beni yazmaya iten bir numaralı sebep şimdi yazmamı engelliyor, kendimden nefret etmem.

Kendimden nefret ediyordum, dolayısıyla hayattan da nefret ediyordum ve nefretimi deşarj etmem gerekiyordu her hafta. Sizi bilmem ama yazım tekniği açısıdan çok geride kalsa da en azından kendi yüreğime işleyen birkaç yazıya imza attım bu blogta, ve böyle yazılar yazabilmenin iki yolu var, ya çok iyi bir okur/yazar olacaksın, ya da hayatındanki herşeyen vazgeçip kalbini söküp, ortadan ikiye ayıracak ve içindeki damarları tek tek inceleyeceksin. Ben ikincisini yaptım, kendimden bir karakter yarattım, çünkü bariz olan şey ben sıfırdan karakter yaratacak kadar iyi bir yazar değildim hiçbir zaman. Yazmak için yaşadım, yaşamak için yazdım. Ama bir numaralı ilham perim, bendeniz, karşısına hayatını daha yaşanabilir kılacak fırsatlar çıkınca profesyonel şekilde hareket etti, iş dünyası sonuçta. Artık onunla çalışmıyorum çünkü başka sahipleri var. Sevgilisi, okulu, arkadaşları ve sorumlulukları. İşte ikilem burada ortaya çıkıyor. Her masalda olduğu gibi doğru olana inandığımı gerçekleştirmek için, sevgilimden ayrılmak, okulu ikinci plana atmak ve eskisi gibi asosyal bir yaşam tarzına dönmem gerekiyordu, çünkü başka türlü yazamayacağım gün gibi açık, yazsam da eskisi gibi olmayacak. Sevgili okurlar, bence bu son kurduğum cümle her ne kadar kağıt üzerinde son derece asil ve doğru dursa da gerçek hayatta yapılabilecek en bencil şeylerden biri ve son kez söylüyorum, kendimden nefret ediyorum, en azından hoşlanmıyorum diyorum ve sevdiklerimi geride bırakamıyorum bu sebepten dolayı. Ne kendimi de ne sanatımı onları sevdiğimden fazla seviyorum. Yalnızken bu fedakarlığı yapmak çok kolaydı ama şimdi, yapamıyorum sevgili okurlar.

Lütfen size haksızlık yaptığımı düşünmeyin, elbette sizler de hayatımda önemli bir yere sahipsiniz, zira çoğu arkadaşımdan bile daha iyi tanıyorsunuz beni, size asla ödeyemeceğim bir minnet borcum var, ama ne yazık ki siz bu durumda boşanan çiftin çocuğu durumunda kalıyorsunuz. Şurada var olan 5-10 düzenli okurumun haftalık atacağı yorumlar için hayatımı baştan şekillendirmek ne kadar akla yatkın, yürümeyeceği belli olan bir evliliği devam ettirmek ne kadar doğru lütfen beni denyolukla suçlamadan önce hatrım için birazcık düşünün.

Bu yazıyı kimsenin okumayacağını biliyorum, okusa da bi sike benzemedi zaten, tam ergen zırvası oldu. Belki de ilk defa kendim için kaleme aldım bir yazıyı, aylardır kafamda dönenleri bir saatliğine de olsa boşaltmak istedim. Hayat beni yeniden yalnızlığa itene kadar görüşemeyeceğiz sevgili okurlar, ben ailenizin korkak, tembel, basiretsiz yazarı Bengisu Türkan, iyi akşamlar.

Not: O kadar nefret ettiğimi söylediğim hayat azıcık delikanlıysa bu laflarıma sessiz kalmaz ve beni yine yazmaya sevkedecek koşulları bir bir yerine getirir, o güne kadar yokluğumu mazur görün sevgili dostlarım....

16 Şubat 2011 Çarşamba

Parmak

Son zamanlarda reklam müziklerine karşı konulmaz bir ilgi duymaya başladım, hatta hastalık derecesinde. Beynimin yanacağını bilmesem mp3 çalarıma yükler tüm gün dinlerim. Sonra dedim ki kendi kendime bari şuraya seçkin koleksiyonundan bir kaç parça at Bengisu, maksat okur öğrensin, ufku açılsın; ama sonra yeniden kendime "Ulan öyle bir şey yaparsam bir Beyazıt Öztürk, bir Okan Bayülgen ve bir Hayrettin gibi kendi yaptıklarıyla değil de editoryal komiklerden ne farkım kalır, skeci için talk show izleyen kitle gibi video için bloga giren bir okurdan ne hayır gelir" diye bir argüman geliştirdim fakat nihayetinde son yazdığım yazıdan 3 ay geçtiğini görmemle içimdeki sese kulak asmayıp gururumu ayaklar altına alırcasına bu yazıyı -daha doğrusu derlemeyi- kaleme almaya karar verdim. Şunu tüm samimiyetimle söylüyorum sevgili okurlar; artık benim de mevzubahis dangalaklardan bir farkım kalmadı

İlk parçam, epik reklamlardan:



Favorilerimden. Eminim çoğunuz izlemiştir ama beyniniz görevini yerine getirip bilinçaltının yedi kat dibine sokmuştur. Benim beyin biraz sakat olduğundan sabah akşam bu şarkıyı söylüyorum. Bir marka ismi ancak bu kadar etkili kullanılabilir:



Görüntünün sınırlarını yitirdiğimiz bir çağdayız, animasyon sayesinde doğada bulunmayan, gerçekleştirilmesi imkansız görseller yaratabiliyor insanoğlu. Reklam piyasamız da nasibini alıyor tabi bundan:



Yukarıdaki videoda gördüğünüz şişeye göbek attırma konseptinin atası olduğunu düşündüğüm, ya da ucuz bütçeli olduğundan böyle bir kanıya vardığım bir reklam filmi var sırada. O müzik, o karakter modellermeleri, o kamera hareketleri... kelimeler yetersiz kalıyor. Eğer bu reklamın yapımında Mahmut Tuncer'in o ya da bu şekilde eli yoksa bana da araştırmacı yazar Bekir Hazar demesinler.



Az sonra izleyeceğiniz reklamı komik bulmayabilirsiniz. Başarılı olmasa da vasat bir reklam gibi duruyor ama iki nokta var ki bu reklamı gözümde efsanevi ve taşak ötesi kılıyor. 13., 24. ve 29. saniyedeki ses efekti ve 36. saniyedeki dönen mobilyalar. Cidden o çıkan ses nedir ya, lütfen bilen varsa söylesin. Emre Aksoy'a da saygılarımızı iletelim bu arada.



Pek tanınmayan reklamlara yer vermeye çalışsam da aşağıdakini paylaşmasam -şu kelime de ne kadar düştü bu günlerde- olmaz. Hiç tarzım değil ama müziği güzel napalım, liseli System of a Down fanı gibi hissetmedim değil.



Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Bir sonraki yazıya dek takıl sen popona göre sevgili okur.

26 Kasım 2010 Cuma

Baş Harfi "O"

Öyle ansızın çıktı ki karşıma, yeryüzüne düşen bir meteor misali. Fakülteden yurda avere avere yürürken, köşeyi döner dönmez, bir aparkat gibi çarptı yüzüme. Gardım düşüktü; arkamı dönemedim, görmezden gelemedim, acelem var diyemedim. Onca şey paylaşmıştım O'nunla ve onca zaman geçmişti ve bu spontane buluşmada ne diyeceğimi kesinlikle bilmiyordum. Bir deniz atı gibi ürkekçe sustum, sadece ağzım değil gözlerimdi aynı zamanda mühürlenen. Hazırlıksızdım, söyleyecek bir şeyim yoktu, olsa da söyleyecek yüzüm yoktu. İlk adım ondan geldi, halimi hatrımı sordu. Hesap sormamıştı, “Neredeydin bu zamana kadar hayvan herif” dememişti. Tüm olanlara rağmen insanlığından taviz vermemişti. Beni resmen olgunluğuyla sikmişti. Biraz düşünüp taşındıktan sonra “İyidir yaaaaaa” dedim. “Gördüğüm kadarıyla üniversiteyi kazanmışsın”, “Evet yeeaaaa” diye yanıtladım. Bölümümü sordu “Sinema ve Televizyon işte yaa” dedim ve sonra zaten tek kelimeden oluşan basit ve bir o kadar basiretsiz cevaplarımı sırf uzatmak için sonlarına “yeeeaaaaa” veyahut “yaaaaa” dedirtecek kadar küçük hesaplar yapan bir bilinçaltına sahip olduğumu fark ettim. Yakışıyordu muydu bu bana; sanki çekip giden ben değilmişim gibi lanettayn cevaplar veriyordum. Mala bağlamanın zamanı değildi, bölümümden memnun olup olmadığını sorduğunda “Şunu anladım ki, insanın okuduğu bölümün adını söylerken utanmaması çok güzel bir şeymiş” diye laf kalabalığı yaparak durumu kurtarmaya çalıştım. “Hmm, peki” dercesine kafasını hafifçe aşağı yukarı oynattı. 9 aydır makas girmemiş saçlarımı görünce “Saçlar da almış başını gitmiş” dedi. “Öyle oldu ya, kısa olmasından iyidir. Kısa kestirince çok afedersin yarak kafasına benziyor” dedim. Güldü, ama bu “Ulan Bengisu ne piç adamsın, nerden buluyorsun bu lafları” gülüşü değildi. Hayır, acı bir gülüştü bu, bitter çikolata gibi.

Gözlerinden anlamıştım, yarak kafası dememe gülmemişti. Başına “çok afedersin”i eklememdi onun gülüncüne giden. Ama güldürürken bir yandan da hüzünlendiren bir espriydi yaptığım. Ben O'nun yanında hiç sövmediğim kadar sövmüş, O'nun huzurunda hiçbir ortamda hayvanlaşmadığım kadar hayvanlaşmıştım ve şimdi sadece kısa saçlı halimi betimlemek için kullandığım masumane bir “yarak kafası” metaforunu bile sarfederken utanıyor, O'ndan af diliyordum.

Çok az daha lafladık ve O müsaade istedi; gitme diyemedim, peşinden koşup “Dur, gitme! Seni seviyorum Okur” diyemedim.

Ne diyecektim ki okura? Alıştırmıştım onu ince eleyip sık dokuduğum yazılarıma. Ben ancak kelimelerin arkasından ahkam kesebilen bir adamdım, sadece yazılı kelimelerin ardına cephe kurabilen bir acemi er. O, hiçbir zaman maruz kalmamıştı benim sığ muhabbetime ve şimdi onca yaşanmışlığın ve habersiz çekip gitmemin ardından neden bahsedecektim ki, yurt arkadaşlarımdan mı? Vehbi Başkan'ı, Kumarbaz İbo'yu, Eşeksiken Burak*'ı mı anlatacaktım okura?

Ben bir korkaktım evet, sigara almaya gidiyorum diyip hiç dönmeyen evlattım ben. Yalçın Abi'lik bir vakaydım, aradakilerden biriydim. Hayırsız değildim aslında, ama hayatın değişkenleğine karşı yeterince hazırlıklı olamamıştım.

Baştan alacağım. Her hafta, herbiri eşek ölüsü boyutlarında yazı yazan adama bir dönüş yapacağım izninizle. Okulu şiddetli geçimsizlik sonucu bırakmıştım, ölümüne tiksindiğim bir şehirde yaşıyordum ve o zamanki sınav sistemi dolayısıyla ÖSS'ye bir buçuk yıl sonra girebilecektim. Ben, sizlerin içine kapanık kuzeniydim. Misafirliğe gelsem annenizin babanızın yanında susardım, onları dinler gibi durur ama çok başka şeyler düşünürdüm. Sabahları gazeteyi elime alır, masadakiler gündemle ilgili haberleri okuduğumu sanırken ben sırasıyla 3. sayfa vahşetleri, Haydar Dümen, spor sayfaları ve arka sayfa güzelleri ve yine arka sayfada bulunan "Uzayda hayat bulundu", "Kanser artık amansız değil" ve benzeri başlığının milyonda biri kadar bile haber değeri içermeyen haberlere bakardım. Anneleriniz, babalarınız iyi niyetlerinden “Ah ne oturaklı çocuk, yaşına göre ne kadar da olgun. Maşallah, maşallah” derdi. Ama bilmezlerdi ki kafamdan geçen hinlikleri! Ah beni bir görselerdi sizin yanınızda yaptığım muhabbetlerde, yazdığım şu benhudar yazılarda, eminim “A ah, Bengisu efendi çocuktur halbuki, neden böyle şeyler yazıyor, kötü arkadaşlar edindi herhalde” derlerdi.

Hayata karşı olan öfkemi kustum ben bu satılarda. İstanbul, okul, kızlar, hatta kendime karşı beslediğim nefret. Sadece o da değildi seri üretimimi tetikleyen. Kusmuklarımla oynayacak, onları şekillendirip ekspresyonist bir sergi açabilecek kadar boş vaktim vardı. Böyle dan dun müzikler dinleyip saatlerce boş sokaklarda yürüyen, bilgisayar başından kalkmayıp bir pencerede Word berikinde blog sayfam, dakika başı ALT+TAB atan bir makineye dönmüştüm resmen. Ben, gereğinden çok boş vakti olan sinirli bir adamdım sadece, iyi ya da üretken bir yazar değildim hiçbir zaman.

Sonra ne mi oldu? Cevaplayayım, ilk olarak dershaneye başladım yani biraz meşguliyet oradan geldi. Akabinde ayıptır söylemesi belki de beni en çok gazlayan konu, evet hanımlar sizden bahsediyorum, bir nebze daha da olsa önemini yitirdi çünkü iki yazıda bir zırvalayıp durduğum kız tipinden farklı biriyle tanıştım. Çıkmak ya da ilişki yaşamak gibi liseli fiillerini kullanmak istemiyorum, mesajı alan aldı. Ama lütfen sakın yanlış anlamayın “Pezevenk karıyı buldu bizi unuttu” demeyin. unutmadım çünkü. Sürekli yazmak istedim, eskisi gibi yorumlarınızı almak için site başında F5 eskitmeyi arzuladım ama olmadı işte. Kafam çok daha rahattı öncesine göre. Artık sadece böğüren adamlardan değil şöyle müziklerden de zevk alıyordum. Bu iki sebep kısa vadede yazı eklemememe daha doğrusu daha kısa vadede yazı ekleyemememe neden olmuştu. Daha sonra, 2010 Şubat'ında, belki de başıma gelebilecek en kötü hadiselerden biri gerçekleşti -detaya girmeyeceğim ama sizi temin ederim karı-kız meselesi değil- ve hayat beni apayrı bir doğrultuya sürükledi. Ne olduğunu anlamadan kendimi Eskişehir'de, bir öğrenci evinde buldum. Evim yoktu artık, onu geçtim odam bile yoktu. Şikayetçi değildim hayatımdan ama malumunuz yalnız kalamıyorum.

Benim yazabilmem için iki şart gerekli, biri az önce bahsettiğim yalnız kalabilme, ikincisi ise bilgisayar başında olma. Yazma biliyorum evet ama kendi yazdığımı ben bile okuyamıyorum zira çivi yazısını sadece yazabiliyorum, okumayı 15 yıldır sökemedim, belki Sümeroloji yandalı yaparak bu açığımı kapatabilirim bir ara. Kalem tutmayı bilmeyen bir yazarım ben, baştan kaybediyorum yani. Derste aldığım notlara bile 5 dakikadan fazla baktım mı yüksek beyin amcıklanması geçirecek noktaya geliyorum. Düşünün, ders notu bu, sikmişim dersi. Öte yandan, o kadar emek verdiğim, kendi evladım gibi gördüğüm yazılarımı o yazıyla yazsam... Allah düşmanımın başına vermesin. Yazacağım her satır benim canımdan, kanımdan bir parçadır; ama elimle yazdıklarım spastik olacak, özenerek yazdığım satırlar ise en iyi ihtimal otistik. Mizah yazarıyım hesapta, o duygu selinde yazacağım yazıları hayal ediyorum da, komiklikle uzaktan yakından alakalı olmaz, olamaz. Olsa olsa Mahsun Kırmızıgül'ün bir sonraki filmine senaryo olabilecek kadar duygu sömürüsü içeren bir eser çıkar ancak ortaya.

Neden bundan bahsettim, çünkü bilgisayar yoktu etrafımda. Listesinde bulunduklarım bilir, MSN'e girmeyeli neredeyse yıl oldu. Bilgisayar görsem bile 10 dakika kullanabiliyordum en fazla. Özet geçeyim; meşguliyet, rahatlık bir de teknik imkansızlıklardan dolayı gerçekleşen bir buhrandı yaşadığım.

İnsan gene bir ses verir, komik video koyar ne bileyim anekdot falan girer, değil mi? Evet girmesi lazım, koyması lazım, ayıptı benim yaptığım. Ama dürüst olmak gerekirse kendime yakıştıramadım o tarz bir dönüş yapmayı. Kafamda apayrı bir plan vardı. Öyle bir yazı yazacaktım ki gülmekten kırılacak, mönitör karşısında alkışlayacak ve yaptığım cibiliyetsizliği unutacaktınız hepiniz. Kafamda bir taslak vardı, ama onu .doc'a dökecek vakit ve ekipmana ulaşamadım bir türlü. Bu geri dönüş romantizmiydi sessiz kalmamın sebebi asıl sebebi, aptalca bir gurur meselesi. Günler geçtikçe daha da sinirledim, daha da güzel yazmayalım dedim kafamda o kadar büyüdü ki bu durum ancak roman yazarak susturabilirdim o orospu çocuğu iç sesi. Hele sınav bitsin yazarım dedim, bitti bu sefer yazın Denizli'de üç ay tanrı misafirliği yaptım. Arkadaşlarımın evine kaldım, annelerinin güzel yemeklerini yedim, yalnız bir saat bile geçirmedim koca yaz. Üniversiteyi kazandım, Eskişehir'e resmen taşındım, yurda yerleştim, bölümdü, vizeler mizeler derken bugüne kadar sarktı geç özürüm.

İstedim, öyle bir döneyim ki aradan geçen bir yıl değil de bir hafta gibi hissetsin okurlarım: tıpkı Çocuklar Duymasın'da olduğu gibi. Elbette Çocuklar Duymasın'da bile bazı değişiklikler yaşanmıştı. Haluk'un gıdısı her erkek Türk dizi oyuncusunun kaçınılmaz kaderi şöhrete ulaştıktan belli bir süre sonra almış başını gitmiş, diziye verilen 7 yıllık arada Havuç'un kamışından tüm Afrika'daki su sorununu çözecek kadar su akmış, ailenin kızını oynayan çocuk ne kadar gerizekalı bir projede yer aldığını anlayınca rolü başka bir embesile devredilmiş ve Pınar Altuğ artık iyice Vietnamlı hayat kadınlarına benzemişti. Fakat dizi hala GDOlu Türk aile yapısı ve götüm gibi esprileriyle aynı bayağılığını muhafaza ediyordu. Çocuklar Duymasın'ın yeniden ekranları dönmesiyle beraber “Benim ne eksiğim var lan Birol Güven'den” diye sordum kendime sevgili okurlar. O yeteneksizse ben de seviyesizdim. Yoktu, yemin billah bir eksiğim yoktu. Fazlam bile vardı, saçlıydım en azından.

Sırma saçlarıma elimi daldırdım ve bir karar verdim sevgili okurlar: bir şekilde bir bilgisayara ulaştım -yazının başlarında kulaklarını çınlattığım birine ödev yapmam lazım diye yalan söyleyerek ödünç aldığım laptopu oluyor kendisi- ve resmi olarak yazmaya yeniden başladım. Şu an bu yazıyı size Eskişehir Anadolu Üniversitesi KYK Yunus Emre Öğrenci Yurdu 5. Blok'un çalışma odasında, yaklaşık kırk kişinin arasında yazmaktayım ama bana inanın bilgisayar başında kendi kendime kalabildiğim ilk an bu 10 aydan beri.

Yazdıklarım ne kadar amatör gözükürse gözüksün, terli ellerimin emeği, kanlı gözlerimin nuru ve kambur sırtımın eseriydi her daim. Güçlü bir kalemim yoktu, güçlüsünü geçtim kalem tutmayı bile bilmiyorum, gözlem gücüm zayıftı, insan ilişkilerini irdeleyecek donanıma sahip olmaktan bayağı bir uzaktım. Dedim ya iyi bir yazar değildim ben, hala da değilim. Eksiklerimi sürekli düşünerek, bir yazıyı yayınlamadan önce 30 kez okuyarak, habire yazdığım cümleleri değiştirerek, rötüş üstüne rötüş atarak kapatmaya çalıştım. Benim yazı yazabilmem için uzun süre bilgisayar başında olmam gerekiyordu ve ancak şimdi yaratabildim o zamanı. Evet geç kaldım, evet suçluyum, evet çok ihmal ettim sizleri. Kadim dostum Melih Gökçek bile sırtını döndü bana, artık çıkmıyor sağ alt köşeden. Melih Gökçek gibi bu toprakların yetiştirdiği en delikanlı, en insan dostu, en vefakar adam bile beni sildikten sonra size yalvaramam, nolur affedin diyemem. Karar tamamen size kalmış.

Son olarak, neredeyse bir yıldır arzuladığım dönüşten baya uzak bir yazı oldu farkındayım ama gururu bir kenara bırakıp başlamam gerekiyordu bir yerde. Güzel bir yazı olamadı, hele bu son paragraf hiç olmadı. Hamlığıma ve çok afedersiniz yarak kafalılığıma verin lütfen sevgili okurlar...

*Eşeksiken Burak: Sanılanın aksine bu lakap Burak'ın eşeklerle cinsel münasebete girmesinden değil, Ankara'da bir işportacının ürünlerine uzun uzun bakıp satın almayan Burak'ı “eşeksikenlik yapmak”la ithaf etmesi dolayısıyla takılmıştır. Tüm kamuoyuna duyurulur.

16 Nisan 2010 Cuma

26 Kasım 2009 Perşembe

Peynir

Uzun süredir görmediğim arkadaşım Ender beni aramıştı. Bir mevzu varmış, yardımcı olup olamayacağımı sordu. Eğer birisi benden yardım istiyorsa bunun tek bir anlamı vardır: Bilgisayarla ilgili bir problem söz konusu.

Hiçbir zaman bilgisayar dehası olmadım, kendi işimi görecek kadar bildim sadece. Ama insanlarımız bilgisayara o kadar cahil ki benim kendi yağımda kavrulmam çoğunun gözünde tanrılaşmama sebep oldu. Paint haricinde bir görüntü işleme programı kullandığımda “fotoshopçu” oluyordum, DNS ayarı değiştirdiğimde webmaster, Çalıştır’a girip msconfig komutunu yazdığımda ise hacker. Türk’ün teknolojiyle imtihanıydı bu ve çan eğrisi geçerliydi.

Kıramadım Ender’i, hallederiz dedim ve cumartesi akşamı Mecidiyeköy’de buluşmak üzere sözleştik. Bana gelen sorunların büyük çoğunluğu şu ikisinden biridir:

1)Abi, Google’da yaptığım aramaları nasıl silebilirim?
2)Kanka, Internet Explorer’i açınca bir sürü sayfa geliyor, napacağım?

Gördüğünüz üzere bu iki sorunun da ortaya çıkış şekli aynı: Bir insan Google’da “sikiş” diye arama yaparak neye ulaşmaya çalışır gerçekten çok merak ediyorum, lütfen bilen biri varsa bana anlatsın.

Buluştuk Mecidiyeköy’de. Üzerinde uçuk mavi ve gri çizgili bir gömlekle altında bej bir pantolon vardı. Tanıyamadım Ender’i bu kıyafetle ilk başta. Gömlek ne iş diye sordum, çalışmaya başlamış, iş yerinden geliyormuş. Kısacası adam olmuş bizim oğlan.

Ben ise hala blog köşelerinde sürünüyorum.

Eski günleri yad ettik, sürüyle insanın kulaklarını çınlattık ve asıl konuya geldi sıra. Cebimde kağıt hazır bekliyordum. Üzerinde “Araçlar/Gözatma Geçmişini Sil/Tümünü Sil/Evet” yazıyordu. Eğer iki numaralı sorunla karşı karşıyaysa kendisini hak yol olan Firefox’a yönlendirecektim.

Ama Ender yanılttı beni, hatta sorusu bilgisayar üzerine bile değildi. Fotoğraf makinesi almak istiyormuş, engin bilgimden faydalanmakmış arzusu. “Valla Enderciğim fotoğraf makinelerinden pek çaktığım söylenemez” desem de itiraz etti, verdi gazı, bir şekilde kendimi en yakındaki teknoloji markette buldum. Fotoğraf makineleri bölümüne geçtik. Kendim de kullandığım piyasada 3. sınıf Çin malı olmayıp da uygun fiyata sahip yegane ürünlerden Kodak C613’ü ararken müşterinin biri Ender’in yanına gelip “Afedersiniz acaba elimdeki MP3player’ın kaç yıl garantisi var” diye sordu. Ender orada çalışmadığını söyledi ve müşteri özür dileyerek uzaklaştı. Kıs kıs güldüm, Ender’in sinirlendiğini görünce kendime çeki düzen verdim ve Kodak C613’ü gösterek “Bak hem ucuz hem de işini görür, sağlam alet” dedim. Suratını ekşitti. “Ben böyle bir şey istemiyorum kanka” dedi “Hani şu büyük olanlar var ya, onlardan lazım bana”. Profesyonel makinelerden bahsediyordu sanırım. “Onlar pahalı olm” dedim “Ne gerek var hepsi fotoğraf çekiyor sonuçta”. İtiraz etti, illa profesyonel makine istiyordu, kendi tabiriyle “başı büyük olanlardan”. Yardım almak için etrafımıza bakındık ama herhangi bir çalışan göremedik o civarda. Derken onlu yaşlarına yeni adım atmış bir velet yanımızda bitti. Ender’in kolundan çekip “Abi oyunlar ne tarafta” diye sordu. Ender bilmediğini söyledi, sinirlendi bacaksız. “Ne demek bilmiyon ya, sen çalışmıyon mu burada”. Kafası atan Ender çocuğa sağ elini serice havaya kaldırarak “Siktir git lan” dercesine bir hareket yaptı, koşarak uzaklaştı küçük oyunsever. Sonunda bize yardımcı olabilecek birini bulduk. Satış elemanı hiç anlamadığımız bilgiler verirken biz de kimi zaman “he”, kimi zaman “me” diyerek onaylıyorduk. Adam megapiksel diyordu, optik zoom diyordu, fakat bizim Ender’in umurunda olan tek şey objektifin boyutlarıydı, “Yok mu usta bunun daha büyüğü” diye soruyordu sürekli. “Beyefendi, standart çap 35 mm’dir” dedi satış elemanı, ama Ender’i kesmedi 3,5 santim. “Önemli olan boyu değil işlevi” bu hususta da kolpa bir laftı anlayacağınız.

Sonunda Ender’in beğendiği türden bir makine ve tatmin edecek ebatta bir objektif aldık ve kasaya yöneldik. Sırada beklerken Ender’in kovduğu çocuk, bilinçli ve bir o kadar da sinir bozucu bir tüketiciye benzeyen annesi ve mağaza müdürü üzerimize doğru geliyordu. Kadın adeta ciyaklayarak “İşte bu benim oğluma kötü davranan eleman, derhal kovulmasını istiyorum” diye bağırıyordu. Çocuk ise annesinin bacağına sarılmış, sanki hayatında ilk defa siktir yemiş gibi masumiyet ayaklarına yatıyordu. Müdür Ender’e çabuk odasına gitmesini emretti. Ender kafası atıp müdüre de az önce çocuğa sergilediği hareketi yaptı, üstelik bu sefer ağzıyla da eşlik etti ama telaffuzu el hareketi kadar hızlıydı, bu yüzden ağzından çıkan söz “Sigigila” şeklinde duyuldu. Baktım müdür çıkışta gel mahiyetinde kaş-göz hareketlerinde bulunuyor, araya girdim. Gözleriyle birbirine laf atan bu iki romantik serseriye içinde bulunduğumuz yanlış anlaşılmayı izah ettim ve iş tatlıya bağlandı.

Anne hala hoşnut değildi gerçi, zaten o tarz kadınları memnun etmek imkansız olduğundan pek de umursamadım.

Ender doksanlı yıllarda ışıklı ayakkabı giyen çocuklar gibi şendi. Sürekli makinenin bir taraflarıyla oynuyor, habire bana sorular sorarak bendenizi sabır testine tabi tutuyordu. Bir baktım objektifi sürekli takıp çıkarmaya başladı, gayet medeni bir şekilde “Olm napıyorsun lan, osbir mi çektiriyon alete” dedim, “Abi çıkan ses çok hoşuma gidiyor ya, baksana –bu esnada objektifi son bir dakikada 31. kez makinesine taktı- müthiş yaaa”. Şlak şlak şlak, Çin işkencesi gibi gelmeye başlamıştı o ses. Son çareye başvurdum, çok acımasızdı ama başka çıkar yolu bırakmamıştı bana.

“Hacı öyle oynama onunla, yalama olur”

Objektifi son kez demonte edip çantasına dikkatlice yerleştirdi ve tek kelime etmedi 10 dakika boyunca. Sessizliğin huzur veren melodisinin tadını çıkartıyordum. Tıklama yoktu, Ender’in kafa siken soruları yoktu, sadece İstanbul ile birlikte standart gelen uğultu mevcuttu ki kulaklarım buna alışalı uzun süre geçmişti. Sessizlik konçertosunu Ender bozdu kısık bir sesle. Dudakları büzüşmüş, suratı pudra şekerine batırılmış gibi beyazlaşmış, ses telleri titreşime alınmışçasına “Bozulmamıştır di mi abi” diye sordu. Ah sevgili okurlar, ah benim yufka yüreğim, onun yüzünden az bela gelmedi başıma. Acıdım Ender’e, o halini görünce kalbime baz istasyonu döşenmiş gibi hissettim kendimi ve sonrasında çok pişmanlık duyacağım şu cümleyi kurdum: “Yok be olm, öyle kolayına bozulmaz o. Üstelik garantisi var, takma kafana”

Nereden bilebilirdim yukarıdaki kötü kurulmuş cümlenin ölüm fermanımda dipnot olacağını.

İçindeki amatör fotoğrafçılık aşkı benim verdiğim güvenoyuyla birleşince bir canavar çıktı ortaya. Ne zaman buluşsak fotoğrafımı çekmek istiyordu Ender. Bu isteğini reddediyordum zira fotoğraflarda Joseph Merrick –nam-ı diğer Fil Adam- gibi çıkıyordum. Ender ısrar ettikçe ben de daha sertleşiyor, basın mensubuna saldıran ünlüden farkım kalmıyordu. Son buluşmamızda yine yaptı aynısını. “Lan sen git aynada kendini fotoğraf makinenle çek Deviantart kırosu” diye çıkıştım, “Zaten çektim hacı, bak birkaç tane var -yalan söylüyordu, 18 adetti- hangisi daha güzel, onu koyayım Deviant’a”. Sol elimle aşağısını, sağ elimi yumruk yapıp işaret ve orta parmağımın arasından çıkardığım baş parmağımı göstererek “Bunu çek amına kodumunun” dedim. Durdu, “Kanka ters ışık var, arkanı dön çekeyim” demesiyle Canon’un sahibinin özne, Ender’in annesinin ise nesne olduğu -beni düzenli takip eden okurlarım yüklemin ne olduğunu anlamıştır çoktan- bir cümleyle uzaklaştım oradan.

Ender’in tacizinden kaçmak mümkün değildi. Buluşma tekliflerini çeşitli bahanelerle reddediyor, mesajlarına cevap vermiyordum ama bu sefer MSN’de şişiriyordu kafamı. Sürekli Deviantart sayfasının linkini yolluyor, fotoğraflarına bakmam, yorumda bulunmam için ısrar ediyordu. Bir defasında o kadar çok titreşim yolladı ki monitörümün 17 inçlik bir vibratöre dönüşmesinden korktuğumdan tıkladım linke. Profilde kendini ayna karşısında fotoğraf makinesiyle çektiği resim vardı. “İyi fikir” dedim içimden “Olurdu eğer bundan önce 28934728974923 kez kullanılmasaydı eğer”

“Ve flaş patlamasaydı”

Ne berbat resimler vardı galerisinde. En güzelinin bile bir vesikalık kadar sanatsal değeri yoktu gözümde.

En azından vesikalık bi boka yarıyordu.

Manzara resimlerinden oluşuyordu çoğu, en güvendiğim diye yolladığı resim ise limanda tek başına bekleyen bir kayıktı. İki saat anlattı durdu, yok kayığın sahibi çok kral bir amcaymış, yok tam güneş batışına yetişmiş, Deviantart’taki arkadaşları resme bayılmış falan filan.

Bu muydu yani sanat? O kadar tantana bunun için miydi? O güneş sanki batmıyordu her akşam, denize düşen ışık yansımıyordu 24 saat. Sen hangi metaları yüklersen yükle, ne anlatmaya çalışırsan çalış o kayıkta millet rakı içiyor, kavun-beyaz peynir yiyordu. Bir sikimi ölümsüzleştirdiğin yoktu Ender, fotokopisini çekiyordun sadece. Ben burada kelimelerle resim yapmaya, heykeller oymaya çalışırken sen renkli fotokopi ile geliyordun kapıma.

Kapamak istiyordum sayfayı ve Ender’e engel basmak ama o kadar yıllık hukukumuz vardı. Fotolar ilerledikçe içimdeki yaşama arzusu iyice azalmış, yerini hiçbir manzaranın olmadığı bir yere taşınma isteği almıştı. Deniz olmayacaktı, dağ olmayacaktı, yaşlı nene hiç olmayacaktı. Sürekli karanlık olacaktı orası, göz gözü görmeyecekti, flaşlar işe yaramayacak, filmler yıkanamayacak, şarküteride bile peynir denmeyecekti.

“Bana şu beyaz şeyden yarım kilo uzatır mısınız lütfen… Hayır, tam yağlısından istiyorum”

Hayaller, neden bu kadar güzel ve uzaktır bize? Kabuslar öbür yandan, hep burnumuzun dibindedir siyah noktalar gibi. Neden hipermetroptur mutluluk?

Bitsin istiyordum artık, buraya kadar gelmiştim, son bir galeri kalmıştı zaten. Bu defayı atlatayım, sonra bir şekilde Ender’i vazgeçirtirdim bu sevdadan. Allah’tan bana ekstra sabır bağış etmesini dileyerek girdim son galeriye. O da nesi, ilk defa mide bulandırmayan bir resim, hatta resimler!

Bol kepçeden kullandığım “:D”lerin hakkını suratımla verir bir ifadeyle sordum Ender’e “Abi, kim bu hatun”. Cansu dedi. Hemen sorguya çektim Ender’i, yaşı kaçtı, nerede oturuyordu, annesinin kızlık soyadı neydi? Fazla bir şey bilmediğini söyledi, pek tanımıyormuş, Devintart’ta tanışmışlar, modellik teklif etmiş, kız da peki demiş. Nedendir bilinmez, o an amatör fotoğrafçılığa biraz haksızlık ettiğimi, aslında düşününce gayet hoş bir sanat kolu olduğunu, bugüne kadar ilgilenmeyerek yanlış yaptığımı fark ettim. Cansu’nun profiline girdim, ne müthiş resimler vardı. Özellikle birine bayıldım. Bir gün batımı resmiydi. Güneş iyice şeftali kıvamına gelmiş, boynu eğik, yavaş yavaş denize gömülürken sahilde tek bir kayık, öylesine bekliyordu. Sanki denizden yansıyan upuzun kızıl bir el okşuyordu kayığı, kayık da bir kedi yavrusu gibi kafasını eğmiş, uysalca tadını çıkartıyordu. Ama ne yazık ki bir köpek gibi tasmalanmıştı limana, gitmek istiyordu, yarma şeftaliyi andıran Güneş’e doğru koşmak ama yapamıyordu, yorulmuştu artık tasmasını zorlamaktan. Kıç kısmındaki kıymıklardı boynunda oluşan morluklar. Ah zavallı kayık, öyle üzülüyorum ki senin için…

Bu bir fotoğraf değildi, hayır sevgili okurlar, bu bir kompozisyondu. Ah bizler, biz tembel yazarlar. Nasılsa atış serbest; alakasız kelimeler, saçma sapan metaforlar, kim tutar seni, salla işkembeden. Parmakların felç olana kadar yazarsın. Ama Cansu’nun yaptığı iş öyle miydi? Bir hazine avcısı gibi arıyordu enstantaneleri, petrolcüler gibi derinlere iniyordu. Gerçek sanat buydu, götünden eser çıkarmak değil, eseri hayatın içinden koparmak.

Hemen kendimi en yakındaki teknoloji markete atıp fotoğraf reyonuna girdim. Fiyatları görmemle kendimi koşarak dışarı atmam bir oldu. En ufak ebatlı objektifi alsam -ki monte edecek profesyonel makinem bile yok- bir yılda zor öderdim. Kodak C613 ile çekilen resim anında belli olur, beni Devintart’tan tekme tokat kovarlardı. Bunun üzerine sağdan soldan çarptığım resimlerle kendime bir profil yaptım ve Cansu’ya arkadaşlık -müstakbel arkadaşlıktan fazlası- teklifi yolladım. Kabul etmişti, inanamıyordum, apaçiler henüz Devintart’ı keşfetmemişti demek, orası bir ütopyaydı.

Kim bilir, belki de Deviant’taki kızlar teklif ediyordu.

Mesajlaştık bir süre, hangi fotoğraf makinesini kullandığımı sordu. Hiçbir fikrim yoktu, tek bildiğim profilimdeki fotoğrafların farklı makinelerden çekildiğiydi zira hepsi farklı yerlerden araktı. “Cansucuğum, bu soruna cevap veremeyeceğim ne yazık ki" dedim "Çünkü ben bir makineyle iki kez fotoğraf çekmem. Prensip meselesi”. Etkilenmişti, tabi etkilenecekti. Taze salladığım bu bilginin ışığında profilime girip alet-edevat bölümüne “Allah ne verdiyse:P” yazdım. Sonra düşündüm, bu kız entel, Allah Mallah dersem karizmayı çizerim, hemen değiştirdim: “Whatever God gives lol”

Bir yalan ötekini takip ediyor, saadet zinciri gibi palavra zinciri kuruyordum. “Geçen Mehmet’le konuşuyoruz” dedim, Mehmet’in kim olduğunu sordu "Ya Mehmet Turgut ya, tanırsın belki... Neyse Mehmet bizim eve geldi, yakın zaten Tokatköy'de oturuyor. 'Abi' dedi, 'Ocağına düştüm, yardım et bana'. Mehmet’i de severim, biraz artist görünür dışarıdan ama iyi çocuktur. 'National Geographic’ten teklif geldi, birkaç foto istediler. Tamam çekerim dedim, yolladıklarımı beğenmediler. Bir hafta süre tanıdılar nolur abi paraya çok ihtiyacım var. Alacaklılar kapıma birikti, sırf Beceren Color’a iki buçuk milyar borcum var. Kış geldi ama marjinalim diye AKP kömür vermedi, donuyoruz abi. Hadi, yap bir güzellik şu kardeşine' dedi. Yav Mehmet kim National Geographic kim? O ancak Yılmaz Beton takvimine konacak resim çeker. Aşağılamak için söylemiyorum, çocuğun potansiyeli o kadar. Baktım durumu kötü, kabul ettim teklifini. Gittim Denizli’ye Pamukkale, Çamlık ve Recep Yazıcıoğlu Parkı’nın resimlerini çekiverdim. Çamlık resimlerinden birini National Geographic kapak yapmış, Denizli Özel Sayısı çıkartmaya karar vermişler yıl sonunda, onun için yeniden gideceğim bir ara. Anlayacağın ilkokulda resim dersi için annesine resim yaptırıp yıldızlı pekiyi alan çocuk hesabı lololololololol.”

Tutturdu beni de çek diye. Uyardım, “Nü çalışırım” dedim “Ama korkmana gerek yok, çok da nü değil, frikik ayarında daha ziyade”. Kabul etti, yeri ve zamanı belirledik. Tek ihtiyacım olan fotoğraf makinesiydi. Ender’e yavşadım tabi hemen, olan biteni anlattım. Olmaz dedi. İnanamıyordum, daha dün objektife büyükbaş diyen adam bugün bana artistlik yapıyordu. Niye lan dedim, arkadaştık hani. “Ulan pezevengin adamı” dedi “Sen benim anama küfrettin o kadar, unuttum mu sandın” Peki madem niye o zaman küsmedin bana, şimdi mi aklına geldi? “Seni kullandım” dedi “Fotoğraflarıma geri dönüş almak için, yoksa gözümde bittin olm sen”

Amatör fotoğrafçı, profesyonel pragmatist.

Pek vaktim yoktu, bir sonraki gün için sözleşmiştik Cansu’yla. Lanet olsun, bulamadım fotoğraf makinesini ödünç verme nezaketini gösterecek kimse. Mecburen Kodak C613’üm ile gittim. Makineyi görünce şaşırdı Cansu. “Şimdi şöyle Cansucuğum” dedim “Ben artık bohem bir yaşam tarzı benimsemeye karar verdim. Öyle profesyonel makineler, pahalı objektifler bozar bohem adamı. Bence gerçek amatör fotoğrafçılık ruhu budur”. Bu sefer yemedi tabi, anladı foyamı. Zaten araştırmış, Mehmet Turgut’un arkadaş listesinde olmadığımı görmüş, sonra mesaj atmış Mehmet Turgut’a, böyle böyle demiş. Bunun üzerine Mehmet Turgut bana biraz sövmüş ve Cansu’ya modellik teklif etmiş. Rastlantıya bakın bugüne o da, hatta oradan geliyormuş şimdi, sadece yüzüme karşı yalancı olduğumu söylemek için uğramış yanıma. “Peki Cansu, sana yalan söyledim, üzgünüm. Sadece bir sorum var, lütfen yaşadıklarımızın hatrına cevap verirken dürüst ol, Mehmet Turgut’a çektirdiğin fotoğraflar herhangi bir çıplaklık içeriyor muydu” Kolları karın hizasında birleşmiş, gözlerini küçümser bir ifadeyle kısmış, göz bebekleri intikam ateşiyle harlanan bir bakışla kafasını evet babında hafifçe yukarı kaldırıp indirdi. Yüzümde piç bir gülümseme belirdi, "O zaman sorun yok" dedim "Amacıma ulaştım ben".

Mehmet Turgut’un Deviantart sayfasında yeni eklenen fotolara bakarken tatlı bir zafer ezgisi çınlıyordu kulaklarımda. Olaylar tasarladığımdan farklı gelişse de hedefime başarıyla ulaşmıştım. Kafamdaki 35 mm çapındaki şişlik olmasa daha iyi olurdu gerçi.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Herşey Ankara İçin

Ben dahil yaklaşık kırk-elli kişi güneşin bize o günlüğüne veda ettiği alacakaranlık vakti Geçit Ekmek'in önünde sıraya girmiş bekliyorduk. Bedava ürün, kavga, kaza vb. Türk insanını bir çember şeklinde etrafında toplatıp olaya müdahele etmeden izleyen bir güruh oluşmasına sebebiyet veren türde bir hadise vuku bulmuyordu Geçit Ekmek'te. Her zamanki gibi un ve unlu mamulleri satıyorlardı fakat alışılagelmişin dışında olan Geçit Ekmek'in kurumsal yapısı değil ürün talep eden müşteri miktarıydı. Bu yalnızca Geçit Ekmek'e has bir durum değildi; civardaki, şehirdeki, hatta tüm ülkedeki fırınlarda benzer manzaralara rastlanıyordu.

Bunun yegane sebebi onbir ayın sultanı Ramazan'da olmamızdı. Evet, kimisi Allah rızası, kimisi mahalle baskısı, kimisiyse göt korkusundan orucunu tutuyor ve evine iftar için sıcak pide götürmek amacıyla fırınların önünde kuyruk oluşturuyordu. Bu insanların çoğu pidesini birkaç saat önceden alabilir, pide hariç bir unlu mamulu pekala tüketebilir, ya da hiç sıraya girmeden soğuk pidesini alıp evine gidebilirdi zira fırında her daim soğuk pide bulunuyor ama ben ve benim gibi maceraperestler sıcak pide uğruna minimum 30 dakika sıra bekliyordu. Diğerlerini bilemem ama ben pideye bayılırım, keşke oniki ay pide çıksa, hep pide yerim. Ama sıcaklığı pek de umrumda değildir. Eğer acelem varsa gider soğuk pidemi alır, afiyetle yer, zerre de üzülmem. "O zaman ne sikime derman sıraya giriyorsun yarrrram" dediğinizi duyar gibiyim içten içe bir Münir Özkul kadar sevimli fakat özgür düşünce platformunu bulunca iki lafından biri küfür olan bastırılmış duyguların insanı sevgili okurlarım ve hemen sorunuzu cevaplıyorum.

Malumuzun ramazan ayında geçiyor hikayemiz ve ben niyetliyim. Bu yıl Ağustos ayına denk geldiği için adama koyuyor oruç ister istemez. Sıcaklık, uzun gün süresinin üstüne kafa meşgul edecek iş güç olmaması iyice zorluyor bünyeyi. En zoru da psikolojik dayanıklılığın iyice azaldığı iftar öncesi oluyor. Artık aç karın, susuz vücut değil yaşlı bir kadın gibi yavaş ilerleyen saatler oluyor baş düşmanınız. Sürekli başka şeyler düşünmeye çalışsam da dağıtamıyordum bir türlü kafamı, beynimde yankılanan seslerle boğuşuyordum düşünce alemimde. Beynimde yankılanan ses "Bu gece barda gönlüm hovarda" melodisi eşliğinde "Cami imamı/Ebenin amı/Okusana hadi ezanı/Lalalalaylalalay" dediği için ben de sıcak pide sırasına atıyordum kendimi. Böylece din adamlarına, eksen eğikliğine ve dünyanın kendi etrafındaki hareketine değil de Geçit Ekmek yönetimi ve çalışanlarına söverek öbür dünyada daha az bronzlaşmayı umuyordum.

Yine aynı sıraya girip sıcak pidemi almış, evimin yolunu tutmuş ve orucumu açmıştım. O ana kadar herşey normaldi. Ta ki ananem o soruyu sorana kadar, "Namaza gidecek misin bugün". Pidemin en sevdiğim bölümü olan kenarı boğazımda düğümlendi bir an. Hayır dedim. Evladım bugün git dedi. Neden anane dedim, nesi var bugünün. Kadir gecesi dedi. Az önce yuttuğum pide kenarı midemde düğümlendi bu sefer.

Kadir gecesi öyle mübarek bir gecedir ki herkesin içindeki küçük mümin ortaya çıkar. Müslümanlar camileri doldurduğu gibi bazı ateist, deist ya da ikisinden biriymiş ayağına yatıp karı-kız düşürmeye çalışan dallamalar bile ibadet ederler. Bunun sebebi günün anlam ve öneminden ziyade dinimizce Kadir Gecesi'nin bin geceden daha hayırlı olması, yani o gün yapılan ibadetlerde bol bol bonus kazanılmasıdır.

Evet, görev çağırıyordu. O gece namaza gidecektim, kaçışı yok. Yemekten sonra abdest almak için tuvalete girdim. Tam musluğu açarken kafama bir şey takıldı, önce ağıza mı su alıyorduk yoksa buruna mı? İşi sağlama almak için yüksek bilgi mecrası internete danışmaya karar verdim. Google'a girip "Nasıl abdest alınır bedava video izle" diye arama yaptım. Oldukça ufak bir oğlan çocuğunun model olarak kullanıldığı bir video sayesinde doğru sırayı öğrendim. Abdest almadan önce birkaç ibretlik video -yılan bebek falan filan- izleyerek imanımı sağlamlaştırdım. Lavaboya attım kendimi, üç ağzımdan su aldım, üç burnumdan -okuru sıkmamak adına buraları makaslıyorum- ve sıra kafamın dörtte birini mesh etmeye geldi. Tam kafamı mesh edecekken mesh sözcüğünün ne kadar klas bir kelime olduğunu fark ettim. Bunun üzerine kafamın dörtte birini değil tamamını mesh ettim, kesmedi. Yüzümü mesh ettim, koltuk altlarımı, kollarımı, dizlerimi derken şimdi burada sizlerle paylaşamayacağım bir bölgemi şevkle mesh ederken gusül abdesti almamı gerektirecek talihsiz bir olay yaşandı. Zamanım kısıtlı olduğu için yıldırım hızıyla duşumu alıp abdestimi tamamladım, overlok maceramdan hiçbir ders çıkarmadığımı anladım ve caminin yolunu tuttum.

Erkenden evden çıkmama rağmen ancak ayakkabılık arkasında bir yer bulabildim. İmamı görmeye pek meraklı olmadığım için üzülmedim ama yoğun ayak kokusu biraz moralimi bozdu. Cami imamı Kadir gecesi, imanın şartları ve camimizin yenilenmesi gereken ışıklarından bahsederken bense Yaradan'la hesaplaşıyordum. Hayır, cenabet değildim. Herkes camiyi tıka basa doldurmuştu, saflar gemici düğümü gibi sıktı, daha namaza başlamadan milletin orasına burasına değiyordum. Hayır, fordçu da değildim. Benim ne işim var burada diye düşündüm. Hayır, ateist, deist ya da ikisinden biriymiş ayağına yatıp karı-kız kaldırmaya çalışan dallama hiç değildim. Yalnızca, namaz kılmayı bilmiyordum. Her yıl benzer travmalar geçiriyor, "Bu sefer öğreneceğim lan" diyerek camiden eve emin adımlarla dönüyor ama bugün yarın diye diye başka bir namazı daha buluyordum. Ufaklıkken anlayışla karşılıyordu herkes, hatta çoğu kişiye sevimli bile geliyordu. Ben ise masumiyet çağını kapatalı uzun zaman olmuştu. Sanki herkes beni yargılıyordu bakışlarıyla, taşıdığım korkunç sırrı hepsi gazetelerden, ana haber bültenlerinden takip ediyordu. Gözlerimi kaçırıyordum cemaattekilerden. Raflara dizilmiş kösele ayakkabılar bile "cık cık cık" diyor gibi geliyordu bana. Biraz rahatlamak için cemaatteki ufak çocukları gözlemlemeye karar verdim. Keza onlar biliyordu çektiğim çileyi, aynı korkunun esiriydik. 10 metre sağımdaki çocuk topluluğuna bir göz attım kendimi aklamak amacıyla. Zaten ben büyüklerin arasında kendimi misafir gibi hissediyordum. Çocuk ruhlu bir delikanlıydım ben, mağara adamı kılıklı bir Sezercik. Suratlarındaki ifadeyi seçemiyordum kalabalıktan dolayı. Birdirbir oynar gibi cemaattekilerin sırtlarından zıplayarak çocuk topluluğunun yanına geçtim. Fakat gözlerinde korkuyu ararken gülümseme, hatta kopuşla karşılaştım. Çocuklar kikiki kokoko gülüyordu. Sonra gördüm ki içlerinden bir tane çocuk, almış eline cep telefonunu, dizlerinin üzerine koymuş, bi şekilde internete bağlanıyor. Dedim vayarlısla kablonun olmadığı yerde internete nasıl bağlanıyorsun. Çocuk dedi ki "Vodafone". Peki bana bunu biraz açıklar mısınız dedim, nasıl oluyor. Dedi ki sadece bir modem vasıtasıyla internete girip işlerimi halledebiliyorum dedi. Kafama yattı, yani hoşuma gitti. Sonra baktım namaz başlamak üzere, içimdeki Tugay Kerimoğlu'nu susturup "Olm cami burası, kapatın şunu, Youtube zaten yasaklı site, çarpılacaksınız" diyerek beklentilerimi uzaktan yakından karşılamadıkları için korkuttum 3Götlekleri.

Namaz başladı. Gözüme namazında niyazında birini kestirip hareketlerini birebir taklit etmeye koyuldum. Adamın sadece sırtını görmeme rağmen yüzünden nur fışkırdığını, imanla, Allah sevgisiyle dolup taştığını hayal ediyordum. Camide namazı en kusuruz kılan oydu bana göre. Hareketleri az buçuk kaptıktan sonra dualara el attım. İlk rekat son birkaç kelimesi hariç bildiğim Sübhaneke, ortasını velveleye getirerek tamamladığım Fatiha ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde sözlüye kalkan her öğrencinin kalbinde kısalığıyla taht kurmuş Kevser surelerini okudum. Sonraki rekat biraz daha freestyle takılıp Türkçe dua etmeye başladım. Birkaç rekat sonra şükredecek, dileyecek şey kalmadı, sağdan soldan duyduğum mırıltıları taklit etmeye çalıştım. Selam verirken sağımdaki çocuklarla senkronize hareket ettiğimizi görmemle onların da beni takip ettiğini anladım. Foyamın ortaya çıkmaması için kendime başka bir hedef seçtim ve her iki rekatta bir hedef değiştirerek devam ettim namaza. Kolay değil, teravih namazı tam 33 rekat, baya sürüyor, benim de kafa dağılmaya başladı doğal olarak. Aklım bir sonraki gün oynanacak maçlara gitti. Finlandiya'da geçen yılın şampiyonu Inter Turku evinde küme düşmemeye oynayan KuPS Kuopio'yu ağırlayacaktı. Her Türk bahissever gibi benim de isminden dolayı Inter Turku'ya karşı sempatim vardı. Yüreğim banko 1 diyordu ama oran çok düşüktü, 1.10. Adamlar utanmasa banko maçlara 0.90 oran verip toplam oranı düşürtecekti. Nefret ediyordum İddaa'nın oranlarından. Halbuki eskiden ne güzel Bwin'den oynuyorduk cillop oranlarla. Değişik bahis türleri de vardı orada, boşluk doldurmayla, İddaa bayiye gitmeyle de uğraşmıyorduk. Ama sonra yasaklandı yabancı bahis siteleri. Diğer yasaklı siteler gibi DNS ayarıyla giriliyordu ama yasaktan dolayı Türk banka hesaplarını kabul etmedikleri için sadece oradaki oranlara bakıp kaderimize sövüyorduk. Zaten öğrenci adamız, 1 YTL'lik oynuyoruz, onla da çorba parası çıkartabilmek için fantastik kuponlar yapıyor, bir tane bile futbolcusunu bilmediğimiz takımlardan medet umuyorduk İddaa'nın merhametsiz oranları yüzünden. İki maçtan yatınca tutturmuş kadar seviniyorduk. Birşeyler yapmalıydım artık, daha nereye kadar gidecekti bu iş böyle? Bwin'in açılması için dua ettim, İddaa'nın daha insancıl oranlar vermesi için, Inter Turku'nın rahat bir galibiyet alması için. Kafama o haftaki fikstürü getirip para basmayı düşündüğüm tüm takımlara kondisyon, kolektif uyum, hakem şansı, taraftar desteği ve etkili hücum varyasyonları diledim. Rakip takımlara ise sakatlık, kırmızı kart, ceza sahasına yakın bölgelerde pas hatası, direkten top dönme, kalecinin kovalaşması gibi "bad"dualar okudum.

İyice kaptırmışım kendimi, bir baktım namaz bitmiş, cami boşalmış, ben hala dua ediyordum. İmam ise beni uzaktan izliyordu. Pek sık gelmesem de diğer camilerdeki gibi bu camide de iyi imam-kötü imam dinamiğinin geçerli olduğunu varsaydım. O ana kadar beni tekmelemediği için iyi imam olduğuna kanaat getirdim. Namazımı bitirip kalktım ayağa, imam yanımda bitti. Sağ eliyle tuttu omzundan, bana hadisler, ayetler okumaya başladı. Çok duygulanmıştı imam, herkesin namazı bir görev gibi görmesi, mesai biter bitmez tüymesi onu oldukça üzüyordu belli ki. Beni de dışarıdan bakınca bir gönül müslümanı zannetmiş ve içindeki coşkuyu paylaşmaya karar vermişti. Kötü imam tarafından falakaya yatırılsam acıtmazdı bu kadar. Napacağımı bilemiyordum, iyi imamın gözleri mutluluktan yaşlanırken ben "Evet abi, haklısın abi, zaten önemli olan niyet" demekle yetiniyordum. Yaman bir çelişkinin tam ortasındaydım. Yanımda böylesine hoş bir insan varken benim kafamda hala soru işaretleri cirit atıyordu. Acaba inancımı mı kaybetmiştim? Kendi kendimi sorgulamaya başladım. Aklımın, gönlümün, ruhumun sesine kulak verdim ve şuna kanaat getirdim. Aslında inancımı kaybetmemiştim. Hala emindim inandıklarımdan, sadece biraz kafam karışmıştı. O, hala kalbimin içinde bir hamur gibi duruyordu. İhtiyacım olan onu şekillendirecek usta ellerdi. Norveçli balıkçıklarınki gibi pürüzsüz olmalarına da gerek yoktu, ne yaptıkları bilmeleri kafiydi. Hakikata ulaşmama yardım edebilirdi iyi imam, nefes almak için yürek okşayan sözlerine ara verdiği bir anı fırsat belleyip lafa girdim. "Hocam" dedim "Var şu mümin kardeşinin bir derdi, umarım bulabilirsin çaresini". O içten sesiyle dinliyorum evladım dedi. İlk başta ağzımı açtım ama ses çıkmadı. Belki de hayatımı kökten etkileyecek bir konuşmaya başlamadan önce olağan şeylerdi bunlar. İmamın şefkat dolu gözlerine bakınca güç geldi dilime. "Şimdi hocam" dedim, "Inter Turku - KuPS Kuopio maçına 1 oynamayı düşünüyorum ama oranı çok düşük, sizce üst biter mi". Hoca gözlerimin içinde baktı, omzumu bıraktı, derin bir iç çekti, az sonra döneceğini söyleyip yanımdan uzaklaştı. Adama çok ayıp etmiştim, kim bilir belki de hüngür hüngür ağlıyordu şu anda. Şimdi kaçıp gitsem hiç olmayacaktı, hak ettiğim fırçayı yemek için beklediğim olduğum yerde. Elinde kızılcık sopasıyla dönmesini beklerken kağıtlarla geldi, hepsini yere serip incelemeye başladı. Sırtımda soğuk terler dinlenme tesisinde yıkanan otobüslerin camlarındaki gibi aşağı iniyordu. İmam belli bir süre düşünüp taşındıktan sonra açtı ağzını, yumdu gözünü: "Inter Turku evinde güçlü bir ekip ama son on iç saha maçının yedisi alt bitmiş. Eğer misafir takım gol bulursa maç üst olur, sistem kuponlarına konabilir"



Halka Sesleniş:

Sevgili Okurlar,

Bildiğiniz üzere siteye uzun süredir yazı eklemiyordum. Sizler de doğal olarak bu konudan şikayetçisiniz. İnanın ben de en az sizin kadar öyleyim. Özellikle son yazıma gelen iki yorum beni derinden etkiledi. İlki libido isimli okurumdan gelen bir veryansın idi. Senden özür diliyorum libido, biliyorum severek okuyorsun yazılarımı ve emin ol bundan sonra daha sık yazmak için elimden geleni yapacağım. Ve bir yorum daha geldi, ama ne yazık ki ona karşı aynı dileklerde bulunamayacağım. Adsız olduğu kadar da terbiyesiz arkadaşım, ben bu blogta hiçbir okuruma laf söyletmem. Yok bir elin parmağı kadarlarmış, yok MİK okumayı bırakacaklarmış, kimsin sen cevap ver. Adam olsan oraya adını yazardın zaten, default isimlerin ardına sığınmazdın. Bak, bizi burada tüm dünya okuyor, terbiyeni takın yoksa ananın amını sikerim.

Sadece o ikisi de değil, yazılarımı takip eden neredeyse herkesten benzer tepkiler aldım son bir ayda. Hatta sağda solda "Zaten götü büyüktü, şimdi de parmak büyütüyor" dendiğini bile duydum. Şu blogu az buçuk takip edenler kimseden gizlim saklım olmadığını, tüm kirli çamaşırlarımı sanki OMO beyazlığını göstermek istercesine sergilediğimi bilir. Ve yine size karşı dürüst olacağım. Siteye eskisi kadar sık yazmamamın sebebi şu sıralar fazla gülememem. Gerek okuduğum kitaplar, yazılar, karikatürler olsun, gerek izlediğim diziler, filmler neredeyse hiç gülmüyorum. Sakın yanlış anlamayın, depresif ibne modunda değilim, gayet memnunum hayatımın gidişatından, sevdiklerimle sohbet ederken veyahut kalitesiz TV programı izlerken o iğrenç gülüşümle çevreme rahatsızlık vermeye devam ediyorum fakat önceden hazırlanmış şeylere pek gülemez oldum son birkaç aydır. Bu sorunu çözmek için dünyanın en güzel gülen insanının belediye başkanlığını yaptığı Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne başvurdum. Sağolsunlar çok yardımcı oldular, doğalgazlı evde oturmama rağmen birkaç torba kömür, yakında esrarengiz bir şekilde imara açılacak ormanlık bir arazi ve iki adet Ankaragücü kale arkası kombinesi vererek içinde bulunduğum sıkıntılı durumu atlatmamda büyük rol oynadılar. Şimdi İ. Melih Gökçek gibi bir bebek masumiyetiyle gülebiliyorum. Sitenin sağ alt tarafında kendisinin çıkması da hürmetimin bir göstergesidir. Sağlıcaklı kalın sevgili MİK okurları, Gökçek'e emanet olun!

Geyik bir yana dediğim gibi komik olma çabası güden şeylere pek gülemiyorum bir süredir ve sizlerin de yazılarımı okurken benzer duygular hissetmenizden korkuyordum açıkçası. Her yazıda üstüne koymaya çalışan ama ne kadar başarılı olduğu büyük bir muamma olan bendenizin istediği son şey herhangi bir yazımı bitse artık gari nidalarıyla okumanız ya da ortada bırakmanızdır. O yüzden bu sefer araya biraz süre koydum, farklı bir iş çıkartmaya çalıştım, yazıyı gereksiz detaylardan arındırdım ve o güzel yüzlerinizde küçük de olsa bir tebessüm bırakmaya çalıştım. Umarım amacıma ulaşmışımdır. Ve yeniden, Gökçek'e emanet olun.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Ne Demek Alt Tarafı İki Dikiş!!!

Kahvaltıda şiirlerimin üzerine salça sürüp yiyordum. Canım sıkıldığında başarısız roman denemelerimden top yapıp terasta dribling üstüne dribling atıyordum. Tuvaletimi yaptıktan sonra kıçımı makalelerimle siliyordum. Hangi akla hizmet bilinmez zamanında varımı yoğumu A4 kağıda yatırmış ve ne yazık ki o kağıtlara ektiklerim bana yol su elektrik olarak geri dönmemişti. Aylar, yıllar geçmişti ama bir türlü dikiş tutturamayan amatör yazar sıfatından kurtulamamıştım. Yazdıklarımın dünya üzerindeki yegane etkisi ağaç sayısındaki azalmaydı. Param da tükenmek üzereydi, bırakın yeni kağıt almayı top yapıp çıplak ayaklarımla tekmelediğim, pis yerlerde süründürdüğüm kağıtları tost makinesine sokup karnımı ancak doyuruyordum.

Bohem yaşayacağım ayağına insanlıktan çıkmıştım, ufukta da edebi bir başarı görünmüyordu. En vahimiyse kağıtla karışık sıçmaktan basur olmamdı. Oturamıyordum bile. Ayakta yazmaya çalışıyordum bir boka benzemeyen yazılarımı. Aynanın karşına geçip uzun uzun kendime baktım. Bu muydu yani kendimi beş yıl önce gördüğüm yer? Duvara kağıt dayayıp küfür üzerinden ucuz mizah yapmaya çalışan bir zavallı. Aynaya yumruk atmaya yeltendim ama son anda elim kanar diye tırsıp vazgeçtim. Gittim yastığa saldırdım, sikip attım yastığı, paramparça ettim, tüm hıncımı ondan çıkardım.

Evdeki bütün tekstil ürünlerini tahrip ettikten sonra temiz kafayla düşündüm. Gittiğim yol, yol değildi. Bir değişime ihtiyacım vardı, yıllar yılı yazar olacağım diye kendimi şartlandırmıştım ama artık bakkala veresiye bile yazdıramaz hale gelmiştim. Kabullenmeliydim bazı gerçekleri. Aksi takdirde açlık ya da yoğun selülöz tüketimi sonucu mide spazmından genç yaşta gözlerimi bir daha açmamak üzere kapayacaktım.

Sabah ilk işim bakkala gidip normal insanlar gibi gazeteyle ekmek almak oldu. Önce karnımı doyurdum sonra gazetenin geri kalanıyla herhangi bir renk farkı olmamasına rağmen sarı sayfalar adı verilen bölümü açtım. Çok iş vardı ama hiçbiri benim aradığım fırsat değildi. Ben hayatımı değiştirecek, geçimimi sağlamasının yanı sıra sosyal avantajlar da sağlacak bir iş arıyordum ama ilandakiler "yemek artı yol"dan fazlasını vaat etmiyordu. Tek tek inceledim tüm ilanları, haklarında kendilerinden on kat uzun analizler yaptım. Kelime seçimlerinden işverenin karakter tahlillerini çıkardım. İçinde 31 geçen bütün telefon numaralarını aradım ama bir tane bile kendime uygun iş bulamadım. Tam ümidimi kesecekken ışıl ışıl parlayan o ilanı gördüm.

Eğer benim gibi kelimelerle haşır neşir olan, onlara dik dik bakıp “Ne ayaksın lan sen” diyebilen bir adamsanız anlarsınız şimdi söyleyeceklerimi. Bazı kelimeler vardır ki anlamları çok geniştir, sonuna üç nokta koydun mu olur hayat felsefesi. Bazı kelimeler vardır ki içeriği güzeldir ama kendisi çirkin, ya da tam tersi. Ve bazı kelimeler vardır ki, nasıl söylesem 90-60-90’dır onlar, ay yüzlüdür, candır, canandır. Sürekli söyleyesi, yazası, okuyası gelir insanın anlamını bilmese bile. İşte ben de öyle bir kelimeye vuruldum ilanları incelerken:

OVERLOKÇU ARANIYOR

Aman Allahım bu ne zerafet, bu ne efsun! Sayfalarca overlok yazasım geldi onu görür görmez. Elle, daktiloyla, bilgisayarla, kanımla hatta. Örnek cümlelerde kullanmak istedim. Akrostiş şiirler yazmaya yeltendim. Ama yapamadım sevgili okurlar, benim gibi odun bir yazarın ellerinde harcanmayacak asalette bir kelimeydi overlok. Ona hayran hayran baktım sadece, belki bir gün usta bir yazar olurum da hakkını vere vere kullanabilirim diye hayaller kurdum.

Ben overlokçu olmalıydım, yıllardır içinden çıkamadığım kimlik bunalımına ilaç gibi gelecekti bu meslek. İnsanlar beni Overlokçu Bengisu diye tanıyacaktı. İlkokul çağındaki bir öğrenci kendini yeterince ifade edecek kapasiteye sahip değildir. İşte bu yüzden okulun ilk günü öğretmenleri ebeveynlerinin mesleğini sorar, oradan bir sonuca gitmeye çalışır. Bizimkiler emekliydi, olabilecek en dandik meslek. Öğretmen olsalar hocalar bana kıyak geçerdi, babam imam olsa Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni keza. Serbest mesleğin bile kendine has bir albenisi vardı. Genelde ayakçılığa tekabul etse de serbest meslek her şey olabilirdi, düşününce Dünyayı Kurtaran Adam bile serbest meslek sahibiydi, o derece açıktı ucu. Ama emeklide yoktu o, sıkıcı bir hayat geçirmiş ve şimdi daha da sıkıcı bir hayata devam ediyorlar demekti yalnızca. Gençliğim emekli çocuğu olmanın verdiği eziklikle geçti. Ama şimdi elime kaçırmamam gereken bir fırsat geçmişti. Doğmamış çocuklarım “Benim babam overlokçu hocam” diyerek sınıfın en havalı elemanları olabilir, öğretmenlerin gözüne rahatça girebilir, her sabah Andımız’ı mikrofondan okuyabilirdi. O kadar ileriye gitmeye de gerek yok, şöyle iki üç ortama aksam, overlokçuluğumu karıya kıza beyan etsem her gece bafi, her gece pompa...

Sakalıma takılan ekmek kırıntılarını tamamen reklam amacı güden Pazar ekiyle sildikten sonra ilandaki numarayı aradım. Müstakbel işverenimle konuştum. İş tecrübem olup olmadığını sordu. Efendim dedim, benim bebekken söylediğim ilk kelime overlok idi, inanmazsanız anneme sorun. Gezici overlokçuluk yapacağımı, iş saatlerinin uzun olduğunu, altından kalkıp kalkamayacağımı sordu bu sefer. Emin Bey dedim, siz ne diyorsunuz Allah aşkına, ben overlok için soyunurum, hatta götümü bile veririm. Başka soru sormadan işe aldı beni.

Bütün gece gözüme uyku girmedi, hayallerimin gerçek olmasına saatler varken nasıl uyuyabilirdim ki? Daha şimdiden akacağım ortamları, yiyeceğim hatunları düşünmekten kendimi alamıyordum.

-Merhaba, adım Bengisu, overlokçuyum. Tabi neden olmasın. Yalnız anal seks yapmıyorum, büyük günah diyorlar.

Sabah kalktığımda sağ elime baktım bir süre. Elveda kadim dostum. Yalnız gecelerimin yareni, en ihtiyaç duyduğum anlarda hep yanımdaydım, ama artık ayrılmamız gerekiyor. Bir overlokçu olarak sağ elimle takılamam bu saatten sonra. Unut beni, seni mutlu edecek biri elbette karşına çıkacaktır. Otogardaki iki sevgili gibi duygusal dakikalar geçirdik sağ elimle, kulağıma fısıldadı, gitme dedi, beni bırakma. Benim adıma sevinmesi gerekirken bu dediği laf mıydı şimdi? Sağ elimin kancığın teki olduğunu anladım o an. İğrendim sağ elimden, kavgada söylenmeyecek küfürler ettim, ağlaya ağlaya uzaklaştı. Zerre üzülmedim, hak etmişti orospu.

Sabah trafiğine, otobüsün içinde metrekare başına düşen 27 insana aldırmadan gittim işyerine. Kapının önündeydim. Bir adım uzaktaydı hayallerim ama bekliyordum olduğum yerde. Dürüst olmak gerekirse heyecanlıydım, ya yüzüme gözüme bulaştırırsam korkusu yaşıyordum. Acaba meslek adının hakkını verebilecek miydim? Hayır, hayır, bunlar eski Bengisu’nun besleyeceği türden duygulardı. Yeni Bengisu Cem Uzan’dan bile daha sikici bir adamdı. Yapabilirdim, Orta Doğu ve Balkanlar’ın en sağlam overlokçusu olabilirdim, yeter ki isteyeyim. Göğsüme bir yumruk salladım ve “İstiyorum amına koyayım” diye haykırdım, sokaktaki herkes bana baktı, kafamı eğip girdim içeri.

İşverenin yanına gidip detayları konuştum, el sıkıştık ve beni ortağımla tanıştırdı. Şimdi eminim benden ortağım hakkında uzun uzun şeyler yazmamı, hikayeden kopup sizleri sıkmamı bekliyorsunuz ama yanıldınız sevgili okurlar. O an aklımdaki tek şey overloktu, geri kalanı zerre sikimde değildi. Ha yine de illa ben kafamda bir karakter canlandıracağım diyorsanız orası başka. Ortağım tipik bir yarrak kafalıydı. Ben önyargılarıyla yaşayan bir adamımdır, bundan kelli tanımadığım herkes gözümde potansiyel bir yarrak kafalıdır. Bu adam da sezilerimi boşa çıkaracak türden birine benzemiyordu. Standart bir yarrak kafalının taşıması gereken bütün fiziksel özelliklere sahipti. Patron bize kullanacağımız taşıtı gösterdi. Dışarıdan bakınca tipik bir minibüs gibi görünen bu araç benim gözümde bambaşka bir şeydi, ona lafı fazla uzatmadan Overlokmobil diyordum. Ortağım direksiyona geçti, ben ise arkaya. İşte karşımdaydı o müthiş alet, üstün Alman mühendisliğinin ürünü, teknoloji harikası, dünyanın en kudretli elektronik cihazı...

Overlok!

Turist Ömer için kompüter neyse benim için de overlok oydu. İlk görüşte aşık oldum ona, parmaklarımı birbirine overloklamamak için zor tuttum kendimi. Ben makineyle yakın temastayken patron ortağıma nerelere gideceğini anlattı ve çıktık yollara.

Sokak sokak geziyorduk, çok duygulandım. 3G falan hikaye, overlok halkın ayağına gelmişti. 70 milyon bu hizmetten faydanabilecekti artık, overlok değmemiş ev kalmayacaktı. Minibüsün dışına yerleştirilmiş hoparlörlerden sürekli aynı ses kaydını çalıyordu ortağım, bayık sesli kadın overlok der demez kulaklarımda bir orgazm peydahlanıyor, bir sonraki overlok deyişine kadar başka hiçbir şey duyamıyordum. Beklediğimin çok altındaydı ilgi, yarım saattir yolda olmamıza rağmen siftah bile yapmamıştık. Normal karşılamak lazım, halkımız henüz hazır değildi overloğa, belli bir sindirme süresi tanımak gerekiyordu. Bayık sesli kadının da suçu vardı biraz, içinde overlok kelimesi geçmesine rağmen hiç de dikkat çekici değildi anonsları. Patronumun pintiliği yüzündendi hepsi. Parayı basıp Seda Sayan’a yaptırması gerekiyordu o anonsu. “Overrrrlok” diye inlemeliydi canım memleketimin sokakları. İş başa düşmüştü. Ortağımdan aracı durdurmasını istedim. Minibüsün üstüne çıktım ve avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. “Ovevvlok” diye bağıra çağıra götümü yırtmama rağmen beni takan yoktu, ilgi çekmek amacıyla tişörtümü çıkarttım. Üzerimde atlet, bir yandan avaz avaz bağırıyor, öte yandan sağ elimle tişörtümü pervane gibi sallıyordum. Sonunda pencereden bakan kadının biri tepki verdi, indi aşağı. Minibüsün üzerinden artistik bir takla atarak kadının yanına zıpladım. Halısıyla gelmişti teyze. İlk başta anlam veremesem de jeton sonradan düştü. Kendi çapında bir kırmızı halı merasimi yapmak istemişti. Kendisine teşekkür edip nasıl yardımcı olabileceğimi sordum. Taramalı tüfek gibi konuşmaya başladı, ne dediğini anlayamadım bir türlü. Yaprak dolmadan çıkıp kabak dolması kıvamına geçmiş boğuk parmaklarıyla halının püsküllerini gösterdi. Çürümüş hayvan leşinden farksızdı püsküller. Nefes almak için sustu. Bir süre bakıştık. Ne kadar istersin diye sordu. Dehşete düştüm, oldukça yaşlı bir kadından ahlaksız teklif almıştım. Tamam gururum biraz okşandı ama düşünmesi bile yaklaşık bir ay boyunca ereksiyon geçirmemem için yeterliydi. Ben çıtır ararken yaklaşık 20 yıl önce sabunluk olarak anılan, şimdiyse kelimelerin kıyafetsiz kaldığı kadının teki beni bulmuştu. Ama teyzeye de hak verdim, sonuçta o da bir kadındı ve içten içe overlokçu bir erkek arzuluyordu. Maalesef hayat ona yeterince cömert davranmamıştı. Genç yaşta hiç de karizmatik bir mesleğe sahip olmayan adamın tekiyle zorla evlendirilmiş; sevgiden, anlayıştan, ihtişamdan kısacası overloktan yoksun acı, çile ve gözyaşı dolu bir hayat geçirmişti. Büyük ihtimalle de kirli halı püsküllerini iğrenç hayatını anlatmak için bir metafor olarak kullanmıştı. Kadının ellerinden tuttum, uzun uzun açıklamalarda bulundum. Eğer başka şartlar altında karşılaşsak teklifini düşünebileceğimi anlattım, ama yine de hayattan ümidini kesmemesini, kendine uygun bir overlokçu bulabileceğini söyledim. Sonradan anladım ki yalnızca püsküllerden bahsediyormuş. İlk başta rahatladım, sonra acı acı güldüm. Overlokçuya gidip halı püskülü vermek, bir ortopedistten sırta bardak çekmesini istemekten beterdi. Kadına acıdım, fazla üstüne gitmedim. Belli ki günde minimum altı saat Cennet Mahallesi'ne maruz kalmaktan beyin ölümü gerçekleşmişti zavallıda. Bize o muhitten iş çıkmayacaktı, minibüsün arkasına atlayıp ortağımdan başka bir mahalleye gitmesini istedim.

Ortağıma Nişantaşı, Etiler gibi ortamlara sürmesini emretsem de kabul etmedi, patron kızar dedi. Ben size demiştim bu adam yarrak kafalı diye, gördünüz haklı çıktım. İşte, tipik bir otorite yakalası daha diye geçirdim içimden. Sırf ortağımın korkaklığı yüzünden pörsümüş mahalle karıları arasında çürütüyordum altın yıllarımı. Overlokmobil ile İstiklal Caddesi’nden bir tur geçsek sikimde döl kalmazdı şerefsizim. Unvanımın ekmeğini mesai sırasında yiyemeyecektim, bunu anladım.

Artık mesaim bitsin de ortamlara akayım havasındaydım. Şöyle yavaştan başlamak en mantıklısıydı, ilkin tekstil atölyelerinde çalışan kızları kaldırıp daha sonra kampüslere, oradan ise plazalara yükselmeyi planlıyordum. Overlokmobil’in arka tarafında dudak alışkanlığı broşür çiğnerken ortağım minibüsü durdurdu. Müşteri vardı herhalde. Oflaya puflaya indim aşağı, kadının biri paspasıyla karşıladı beni. “Ne var teyze” dedim. Metresine ne kadar istediğimi sordu. Fiyat listesine bakmamla beynimden vurulmuşa döndüm. Metre başı 5 YTL yazıyordu, patron delirmiş olmalıydı. Overlok gibi bir hizmet nasıl 5 YTL’den sunulurdu? Benim gibi halkçı, BİMperver bir insan için bile çok düşük bir fiyattı. Overlokçuluk müessesine bir hakaretti bu, hayır izin veremezdim overloğun ayaklar altına alınmasına. Kadına 50 YTL dedim, çıngar çıkardı. Mahalledeki tüm komşuları toplayıp teker teker metre başına 50 YTL istediğimi, soyguncu olduğumu iddia etti. Ulan yıllar yılı bu halk ezildi, hor görüldü, kandırıldı gıkları çıkmadı; şurada ömürleri boyu alamayacakları bir hizmet sunuyoruz verdikleri tepkiye bak diye geçirdim içimden. Amerika'da Umutsuz Ev Kadınları varken bizdekiler Beyinsiz Ev Kadınıydı. Aradaki seksapalite farkına girmiyorum bile. Tiksindim ev kadınlarından, hepsinden. Ama en çok kendini sendika lideri sanan kadından tiksindim. Asabımı bozduğu, uzmanlığımı küçük gördüğü yetmezmiş gibi arkasında onlarca ev kadını, üzerime üzerime yürüyordu. “Alt tarafı iki dikiş atıcan dünyanın parasını istiyon be” demesiyle sinirlerime hakim olamadım, itiverdim kadını, yere yığıldı. Bir kadına, çoluk çocuk, hatta torun sahibi bir kadına şiddet uygulamıştım. Resmen bir canavara dönüşmüştüm. Büyük güç büyük sorumluluk getiriyormuş hakikaten. Kendime çeki düzen verip bir overlokçuya yakışır şekilde hareket etmeliydim. Hemen teyzenin yanına gittim, özür dileyip ayağa kaldırmak için elimi uzattım. Tam elimi tutacakken az önce yaptığı terbiyesizlik yeniden aklıma geldi, koydum karnına tekmeyi. Baktım yerde savunmasız yatıyor, bu fırsat kaçmaz diyerek dizlerimin üstüne çöktüm, sağdan soldan vurmaya başladım.

Bu, overloğu 50 YTL’ye layık görmediğin için, TAK!
Bu, insanların sosyal hassasiyetini kendi çıkarların uğruna kullandığın için, ŞLAK!
Bu da overloğa “Alt tarafı iki dikiş” dediğin için, DAAKKŞŞİNYAAA!

Kendime geldiğimde kadın çoktan yumruk manyağı olmuştu, benim de ellerim kana bulanmıştı. Mahalle sakinleri irileşmiş gözbebekleriyle bana bakıyordu. Herhangi bir tepki vermemelerinin yegane sebebi benden ölümüne korkmalarıydı. Bir ay önce otobüste parmak arası terlikle çorap giyen bir adam görmüştüm. Altıma sıçacaktım az kalsın, gülmekten değil korkudan. Eğer bir insan parmak arası terlik ve çorap kombinasyonuyla sokağa çıkabiliyorsa her şeyi yapabilirdi. Seri katliam, yeni bir toplu yıkım silahı, biyolojik tehdit, kısacası her şeyi. Eminim mahalle sakinleri benzer şeyler hissediyordu şu an bana karşı, ve daha da eminim ki birisi çoktan polisi aramıştı. Kelimenin tam anlamıyla yarrağı yan basmıştım.

Minibüse atladım, ortağıma gaza basmasını söyledim. Oralı bile olmadı. Yalvardım, yakardım, genç yaşıma, overlokçuluğuma dem vurdum ama tek yaptığı kollarını kavuşturup beklemekti. Belli ki suç ortağım olmak istemiyordu. Aşağı indim, mahalle sakinlerine eğer çenelerini kapalı tutarlarsa ömür boyu bedava overlok servisi sunacağımı söyledim. Sanki başka bir frekansta konuşuyormuşum gibi kimse dediklerime cevap vermiyordu. Acaba Cem Uzan napardı bu durumda? Kerizin tekini bulup overloğu dünyanın parasına satardı herhalde. Fakat benim o tarz bir iş yapacak ne meziyet ne de zamanım vardı. Çakallık değil pratik çözüm üretmem gerekiyordu. Beynim mavi ekran vermişti. Güvenli mod bile açılmıyordu. Anakartım yanmıştı. Son çare minibüsün arka tarafına geçip avazım çıktığı kadar bağırarak “Overlokmobil, İLERİ” komutunu verdim. Bir sikim olmadı.

Ah bizim pinti patron!

Yerde kanlar içinde yatan kadını gördükçe yüreğim parçalanıyordu. O benim eserimdi. Bir nevi natürmort. Tek farkı meyveler kasede değil, yere dökülmüş. Ha bir de resmedilen meyve değil insandı. Bir an önce oradan uzaklaşmak, bu talihsiz badireyi unutmak istiyordum. Mapushane köşelerinde bolca vaktim olacaktı unutmak için. Hepsi onun yüzündendi. İbne overlok, sıçtın ağzıma. Yumruk salladım demir gövdesine bir tane, parmaklarım acıdı, üfleyerek acıyı gidermeye çalıştım. İyice sinirlendim, enlemesine kaldırıp yere fırlattım devirlerine kodumunun aletini, parçalara ayrıldı. Derken minibüs hareket etti. Gazı kökledi ortağım. Etrafımızda polis falan da yoktu, anlam veremedim, şimdi mi aklına gelmişti kaçmak? “O lanet aletten kurtuldun sonunda” dedi. Kıskançlık sezdim sesinde. “Merak etme” dedi “Birlikte hepsini atlatacağız”. Planını anlattı, sakin bir sahil kasabasına kaçacak, olay unutulana kadar orada bekleyecek, sonra da hayatlarımıza kaldığımız yerden devam edecektik. Tek çözüm format sanırken güncel bir sistem geri yükleme noktası gibi yetişmişti imdadıma. Sarıldım ona, en içten şekilde. Daha önce bir kaç kez yarrak kafalı damgası vurduğum için sinirlendim kendime. “Kral adammışsın abi” dedim. Elini dizime koydu. Garipsedim. Baktım dikiz aynasından sürekli beni kesiyor, iyice kıllandım. Çadırı kurduğunu fark edince anladım ne dolaplar döndüğünü. Demek ki overlokçu sadece "kadınlara" has bir fantezi değildi. İşemem gerektiğini söyledim. Tenha bir yerde durdurdu arabayı. Çabuk olmamı tembih etti. Ağaçların arkasına geçip kaçtım oradan arkama bile bakmadan; teknolojiden, insanlardan, overloktan uzak diyarlara...




NOT: Uzun süredir bahsettiğim sürpriz elimde olmayan sebeplerden dolayı yattı. Galeyana getirdiğim tüm okurlarımdan özür dilerim.

NOT 2: Evet, iyice seviyesizleştim.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Bugüne Kadar Yazdığım En Uzun Yazı

Okul bahçesinde oturuyordum. Sanki hava yeterince bunaltıcı değilmiş gibi sıcak nefesini üzerime üzerime üflüyordu rüzgar. Benimle birlikte bu iç karartan avluda bekleyenlerin aksine bütünlemelere girmiyordum, okulla alakamı aylar önce kesmiştim. Kestim derken kağıt üzerinde hala İstanbul Üniversitesi öğrencisiydim, ama ne derslere katılıyordum ne de sınavlara giriyordum. Evet kalacaktım, zerre de sikimde değildi. Gelecek yıl ÖSS’ye girecek ve hayatıma bir lanet gibi çöken katsayı farkı kalktığından istediğim bölümü yazacaktım. Okulla olan resmi bağlantımı koparmamıştım zira öğrenciliğin getirdiği avantajlardan mahrum kalmak istemiyordum. 2010 Akbil’ini alır almaz sildirecektim kaydımı. Şimdiyse sağlık karnesi için öğrenci belgesi çıkartmam gerekiyordu.

Bizim okulda öğrenci belgesi çıkartmak kabız olmaya benzer. Yavaştır, sabır ister, ıkınırsınız, tek gayeniz bir hafta önce yediğiniz köfteyi vücunuzdan dışarı atmaktır ama gelin de bunu boşaltım sisteminize anlatın. Mesaisinin son dakikalarındaki bir memur şımarıklığıyla gayet doğal olan isteğinizi reddeder. Görevini yerine getirmez. Pek sevmediğim bir kelime olsa da kullanmak zorundayım, “trip” atar. Tuvalette gazeteleri bitirir, bulmaca ekininin tamamını çözersiniz ama bir gram bile dışkı yoktur klozette. Birkaç gün sonra geçer kabız, güle güle sıçarsınız.

Her türlü bürokratik engeli aşıp birkaç gün bekledikten sonra öğrenci belgemi almak için gelmiştim okula. Ne ders için ne de ortam. O belgeye ihtiyacım vardı. Yalnız bir şeyi hesaba katmamışım. Öğle molası. Aslında öğle molasını hesaba katmıştım, ama memurların bir saatlik molaya onbeş dakika erken çıkıp yetmişbeş dakikalık molaya modifiye ettiklerini unutmuştum. 12:00-13:00 arası kapalıydı öğrenci işleri -en azından kapıda öyle yazıyordu- ve ben enayi gibi 11:48’de okula gelmiştim. 72 dakika vardı öğrenci belgeme ulaşmama. Tanıdık var mı diye bahçede iki tur attım. Kimse yoktu ve 69 dakika kalmıştı öğrenci işlerinin açılmasına. Çantamdan bir mizah dergisi çıkardım. Diğer mizah dergileri gibi omurgasızdı o da. Yeni çalıştırılan arabada henüz soğumamış klima etkisi yapan yaz meltemi dergimi sıradaki dansa kaldırmak için ısrar ediyordu. Ama izin vermiyordum, dergimi havalanırken izlemek değil okumak istiyordum. Dans teklifini reddettiğim için sinirlenmişti rüzgar bana, acısını dergimi okumamı engelleyerek çıkarıyordu. Sayfa çevirmek için yumruk atmam gerekiyordu. Dergi bir yelken gibi açılıyor, iki elimle sıkı sıkı tutuyordum kanatlanmaması için. Zorluyordu rüzgar, artık öncelikli amacım içindekileri okumak değil elimde tutmaktı dergiyi. Direnmeme rağmen terli parmaklarımdan kaydı gitti, uzaklara doğru yol almaya başladı. Rüzgar istediğine kavuşmuştu en sonunda, dergimle tango yapıyordu. Ne danstı o! Buenos Aires’te bile bu kadar güzel tango yapılmıyordu, rüzgar belli ki işinde ustaydı. Dergimi belinden tutmuş kimi zaman döndürüyor, kimi zaman ise yere yatırıyordu. Bir adım bile kaçırmamıştı, acemi dergimin tecrübesizliğini engin bilgisiyle kapatıyordu, kusursuz bir koreografi sergileniyordu okul bahçesinde. Amerikan Güzeli’ndeki torba halt etmişti. Ben dergimi kovalıyordum, o ise bir yandan dans ederken öte yandan ani manevralarla sıyrılıyordu benden. Rüzgar çevikti, ve bir matador kadar sakin. Dergiye yaklaşmamı bekliyor ve hamlemi yapar yapmaz kavalyesini öbür tarafa çekiyordu. Ben de gittikçe sinirleniyordum. Tüm okula rezil olsam bile umursamıyordum, zaten bir daha gelmeyecektim bu boktan müesseseye. 1,5 YTL bayıldığım mecmuaydı benim için önemli olan, gerisi tefarruattı. Deli danalar gibi koşuyordum, kelebek gibi uçuyor ama bir türlü arı gibi sokamıyordum. Her başarısız deneme beni daha da hırslandırıyor, yerden her kalkışımda daha sert hamleler yapıyordum. Bir ara ortam o kadar hareketlendi ki dergimin figürleri kolbastıya döndü. Uzun bir münakaşanın ardından yakaladım tüm sayfaları, çantama tıkıştırdım. Kızgındım dergime, neyi düğü belirsiz bir hava akımını bana tercih etmişti. Bendim onun sahibi! Gazete bayi, dağıtım şirketinin kendisine verdiği yetkiye dayanarak bizi okur-dergi ilan etmişti. Aile içi meseleleri toplum önünde tartışmak istemiyordum, eve gidince ağzının payını verecektim ona. Ama tek suçlu o değildi, gökyüzüne doğru işaret parmağımı kaldırıp intikam için and içtim.

Yorulmuştum, bütün enerjimi okul bahçesinde zilli dergimle köşe kapmaca oynayarak harcamıştım. Bir bankın ahşap ve tırtıklı kollarına bıraktım kendimi. Kalp atışlarım normal hızına döndükten sonra çantamdan rüzgarın istese de elimden alamayacağı ağırlık ve kütleye sahip PSP’mi çıkardım. Kendisi portatif bir oyun konsolu olsa da %95 evde oynuyordum. Misal, otobüste oynadığım zaman tüm gözler üzerime çevriliyor, çocuklar etrafımda toplanıyor, daha sonra da o çocuklardan birinin ebeveyni elimdeki “zımbırtı”nın ne kadar olduğunu soruyordu. Piyasa fiyatının dörtte birini söylememe rağmen “Oha oyuncağa o kadar para verilir mi” diyor ya da der gibi bakıyor ve çocuğunu benden uzaklaştırıyordu. Halbuki vasat özelliklere sahip bir cep telefonuyla aynı fiyattaydı PSP. Ama o ebeveynin gözünde elimdeki teknoloji harikasının çelik çomaktan farkı yoktu. Fakat çocuk biliyordu o “zımbırtı”nın bin çelik çomağa bedel olduğunu. “Ben de istiyom” diye ağlamaya başlıyordu. Benim yüzümden aile dramı yaşansın istemiyordum. Aile dramını geçtim, masumiyetinin son demlerini yaşayan gencecik bir fidanın hayallerini paramparça etmek istemiyordum. O yüzden toplu taşıma araçlarında açmıyordum PSP’mi. Şu an etrafımda çocuk da aile de yoktu. 47 dakika vardı öğrenci işlerinin açılmasına ve PSP zamanıydı.

PSP son derece güçlü bir alet. Teknik açıdan Playstation 2’ye denk diyebilirim, ebatlarını orantılarsak elbette. Üç boyutlu oyunlar, sağlam grafikler, gerçekçi kontroller, bunlar beni açmıyordu artık. Oyunların gerçekçi olmasından bıkmıştım, gerçekse oynamanın ne anlamı vardı zaten, yaşardım. Lumines oynuyordum, Tetris benzeri bir oyun, ama bağımlılık yapan cinsinden. Kaç kere reklam arasında oynamaya başlayıp da Telegol’ün geri kalanını kaçırmıştım. Menüden oyunu seçerken O’nu gördüm. Arkadaşımın arkadaşı. Tanımıyordum, hatta ismini bile bilmiyordum. Tek bildiğim karşı banktaki kızın bizim sınıftaki Murat’ın arkadaşı olduğuydu. Öyle çok da sıkı fıkı değillerdi, karşılaşınca selamlaşıyorlar, formalite icabı hal hatır soruyorlardı, o kadar. Acaba yanına gitmeli miydim, Murat’ı referans olarak kullanarak yepyeni bir arkadaşlığa, dostluğa, belki de aşka yelken açmalı mıydım? Kız tek başına oturuyor ve sıkılmış görünüyordu. Belki beyaz atlı prensini bekliyordu, belki de incir çekirdiğine doldurmayacak bir mevzudan dolayı surat asıyordu. Bilemiyordum, fazla da güzel değildi zaten. Yani ne güzel ne çirkin, yolda gördüğünüzde üzerinizde bir etki bırakmaz. Ne “Off hatuna bak” , ne de “Iyyyy ne iğrenç karı” dersiniz.

Ama buydu beni ona çeken, güzel ve çirkin olmaması. Güzel olsa bana bakmazdı zaten, çoktan başkasına varırdı, varmasa bile götü yaklaşık 10 metre havada olurdu. Çirkin olsa, uzun uzun anlatmama gerek yok, midem kalkardı. Hayatın toz pembe değil de bok sarısı olduğunu öğrendiğimden beri göz kamaştıran kızlara karşı derin duygular besleyemiyordum, çünkü biliyordum aşkımın bumerang gibi geri döneceğini. Tanrım, çok ortalamaydı, tam benim kalemim. Saçları dağınık, arkadan bir lastikle toplamıştı ama sağdan soldan fırlıyordu kırık saç telleri. Ağır makyaj yapmamıştı, yanağındaki sivilceleri uzaktan seçebiliyordum. Yine de ince, uzun, asil bir yüzü vardı. Şişman değildi, zayıftı, ama sıfır beden de sayılmazdı. Vucüt hatları çok belirgin olmasa da tahta gibi düz değildi. Nispeten uzundu. Fiyakalı giyinmemişti, ama en azından rükuş değildi. Bazı kızlar gibi festivali andırmıyordu kılık kıyafeti, şıklığın sadelikten geçtiğinin farkında gibi duruyordu. Gözümü alamıyordum ondan, sıradanlığı büyülemişti beni. O kadar ulaşılabilir duruyordu ki, bir merhaba kadar yakınımda. Yine de emin olamıyordum, ikilemdeydim. Kalbimin sesini dinlemem gerekiyordu, sordum kalbime, ne yapmalıydım sence?

“Siktir et amına kodumunun karısını, oyununa bak”

Kalbim o kadar çok hançer darbesi almıştı ki insiyatif hakkını beynime bırakmıştı. O artık haddini bilip vücudumdaki kan dolaşımıyla ilgileniyordu yalnızca. Tam kızın yanına gidecek gibi oluyor ama beynim aklıma olumsuz şeyler getiriyordu. Ben bir aşk tablosu hayal etmek isterken, kızın beni az önce amansızca dergi sayfası kovalarken görmüş olma ihtimalini düşünüyordum. İçimdeki ses kimi zaman “O kız yolludur olm” diyor, kimi zamansa “Oyunda rekor kırmak üzeresin sakın kapatma” diye tembihliyordu. Güvenmiyordum beynime, taraflı yayın yapıyordu. İn kalk, in kalk, oyundan da zevk alamıyordum ki. Bir gözüm PSP ekranında diğeri ise kızdaydı, ama bana doğru döndüğü an iki gözüm de PSP ekranındaydı. Bekliyordu orada, hadi git, konuş, ne kaybederdin ki? Kaybedecek bir şeyim yoktu, en kötü ihtimal kız yüz vermez ben de oyunuma geri dönerdim. Hiçbir şey kaybetmeyecek olsam da korkuyordum. Dergim gibi ona sahip olduğumu zannedip elimden uçup gitmesine tanıklık etmek, otobüsteki çocuk gibi PSP’nin renkli ekranına vurulup daha sonra da asla o oyunları oynayamayacağım gerçeğini zorla kabullenmek istemiyordum. Şu düşündüklerime bakın hele, Balkanlardan gelen bir sıcak hava dalgası ve gördüğü her oyuncağı isteyen sulugöz bir bebe ile neleri bağdaştırıyordum. Tehlike çanları çalıyordu, tırlatmama ramak kalmıştı. Elbette her düşünce insanı gibi er ya da geç kafayı yiyeceğimi biliyordum ama henüz çok gençtim, keçileri kaçırmak için kafadan 20 yılım vardı önümde.

Davetiye falan mı bekliyordum yoksa, kızın gelip benimle konuşacak hali yoktu, filmlerde bile olmuyordu o tarz şeyler. PSP benimdi, istediğim zaman oynayabilirdim. Kararımı verdim, tanışacaktım. PSP’yi kapattım, çantama koydum, kafamı kaldırdım ve kaderime ana avrat düz gittim. Kız yoktu yerinde, gitmişti. Üzerinde kesik izlerimin bulunduğu boş bir banktan fazlası yoktu karşımda.

Gerizekalı beynim benim.

Çantamı açtım, PSP’yi çıkardım, menüye girdim, Lumines’ı seçtim ve yeni bir oyun başlattım. Az önceki rekorluk performansımı bir hiç uğruna yarıda bırakmış, harcadığım emeği skor tablosuna yansıtamamıştım. 26 dakika içinde Lumines’da rekor kırmak, gidip öğrenci belgemi almak, sonra da eve dönmek istiyordum. Azimli bir şekilde oyunumu oynarken bir ses duydum: “Aaa, Lumines mı o”, hiç heyecanlanmayın, erkek sesiydi. Belki de kalın sesli bir kızdır ümidiyle kafamı çevirsem de hayallerim birkaç saniye sürdü. Erkekti, kalın sesli bir erkek. “Evet, Lumines” dedim. Bir şey daha dedi ama dinlemiyordum, aklım hala kaçan kızdaydı. “Afedersin duyamadım” dedim, “Şey demiştim, merhaba ben VIZZZZ”. Vızzzz dememişti elbette, ama öyle duymuştum. Cümlenin en önemli öğesinde kulağıma yakın irtifada bayağı gürültücü bir haşerat geçmişti. Adama aynı cümleyi otuz kez söyleterek sinirini bozmak istemediğimden “Benimki de Bengisu” dedim “tanıştığımıza memnun oldum”. Lumines’ın ne kadar iyi bir oyun olduğu hakkında keyifli bir sohbet ettikten sonra diğer oyunlara geçtik. PSP’ye çıkmış neredeyse her oyun hakkında bilgisi vardı. Son model cep telefonlarından birine dünyanın parasını saydıktan sonra “Ya ben telefona nasıl dosya atıldığını bilmiyorum, al kablosu bu, rica etsem güzel mp3 oyun video yükleyebilir misin” diyen tiplerden değildi. Elindeki makinenin hakkını veriyordu. O da çıkardı PSP’sini, karşılıklı Tekken oynadık, birkaç el Burnout attık. Ama bunların hiçbiri ölçü değildi, er meydanına davet ettim onu.

Mehmet, ülkemizde en çok kullanılan isimmiş. Tam sayı vermek gerekirse 2,096,486. İkinci sırada Ali var, bu ikisini Mustafa takip ediyormuş. Fakat istatistikten öteye gidemiyordu bu bilgiler, ülkemizde Mehmet/Ali/Mustafa olmayan milyonlarca erkek vardı.

En yakındaki Playstation kafeye gidip kozlarımızı paylaştık. İyi oynuyordu ama her defasında yeniyordum. Olabilecek en iyi rakip tipiydi. Acemilerle oynarken birkaç maçtan sonra fark atmaktan sıkılıyordu insan, fark yiyen de mızıkçılık yapıp gidiyordu zaten. İyi oynayıp yenilen birisiyle oynamak her Playstation’cının hayalidir, ben dahil. Son dakika golleri, uzatmaya giden maçlar, penaltılar, hepsinin ortak noktası kazananın benim olmamdı. Heyecan ve zafer, işte PES bu. Üstelik her maç yenilen arkadaşım bir kez bile kolunun bozuk olduğunu iddia etmedi, topun sürekli önüme düştüğünü öne sürmedi ve kendi defans hattına küfürler yağdırmadı. Bir beyefendi gibi kabul etti yenilgisini, oynamaya devam etti. O, gördüğüm en centilmen PES'ciydi, keşke adını bilseydim de üçüncü tekil zamir kullanmak zorunda kalmasaydım.

Ben en çok Onur tanıyordum. Sırf lise arkadaşım beş tane Onur vardı. Bunların üçü aynı grupta takılıyordu. İsim karışıklığını önlemek için birine Erdoğan -göbek adı-, diğerine Işık -soyadı-, öbürküne ise OEÇ -adı, göbek adı ve soyadının baş harfleri- diyorduk.

İsimsiz adam çetin bir geyikçi çıkmıştı. Sınırları yoktu, bilgi birikimi yüksek, hayalgücü ondan da yüksekti. En önemlisi geniş düşünüyordu. Başkası konuşurken lafı bölmüyor, sırası gelince dolu dolu konuşuyordu. 20 yaşında olmamıza rağmen 40 yıllık dost gibi muhabbet ediyorduk . Hiçbir espri kahkahasız, hiçbir soru cevapsız kalmıyordu. Böyle adamlar zor bulunuyordu artık, insanların çoğu içmeden bırakın geyik yapmayı iki cümleyi ard arda getiremez hale gelmişti.

Cenk nasıl? Kallavi isim, Karındeşen Cenk. Çocuğum olsa adını Cenk koyardım. Evet, Cenk olabilirdi adı.

Müzikten açılmıştı konu. “Queens Of The Stone Age” dedim, “Songs For The Deaf” dedi. “No One Knows” dedim, “Do It Again” dedi. ”God Is In The Radio” dedim, “Another Love Song” dedi. Son iki haftadır Queens Of The Stone Age’in Songs For The Deaf albümünü aralıksız dinliyordum ve en sevdiğim şarkılar No One Knows, Do It Again, God Is In The Radio ve Another Love Song idi.

En mantıklısı Can demekti. Can, Türkiye’deki en yaygın 33. isim. Neden diğer otuziki isimden birini değil de Can’ı seçtiğimi soranlar olabilir, hemen cevaplayayım. Can seksenli yılların ortalarından itibaren isimlik hüveyetini bir nebze kaybedip yardımcı isim görevini üstlenmektedir. Bakın etrafınıza, bir sürü ......can var. Ahmetcan, Mehmetcan, Hasancan, Cafercan ve daha niceleri. Oradan tutardı belki.

Telegol’ün yalnızca bir futbol programı değil hayat felsefesi olduğu konusunda hemfikirdik. Gerçek Kesit’in sona ermesi ikimizi de derinden üzmüştü. Gurbetçi kanallarında yayınlanan reklamlar ve yarışma programları gülme krizine girmemizi sağlıyordu. Bu programlardan yola çıkarak gurbetçilerde zeka geriliği olduğuna, ya da bir takım iç veya dış mihrakların gurbetçileri gerizekalı yapmaya çalıştıklarına dair iki adet komplo teorisi ürettik. Yabancı programlara geçiş yaptık. Family Guy gelmiş geçmiş en iyi çizgi filmdi. It’s Always Sunny In Philadelphia’dan daha komik bir televizyon dizisi çekilmesi imkansız gibi görünüyordu. Arrested Development hakkı en çok yenmiş programların başındaydı.

Bazı isimler var ki sahiplerine bir takım avantajlar getiriyor. Çocukken bizim mahallede Muhammet diye bir çocuk vardı mesela. Elemanla sürekli alay eder, döverlerdi, insan insana bunu yapar mı dedirtirlerdi benim gibi bilinçli çocuklara. Muhammet çok çekti bizim mahallenin serserilerinden ama bir kere bile adına küfredilmedi. Kendisine sürekli küfredilirdi ama asla isminin geçtiği bir cümlede küfür kullanılmadı. Çünkü peygamberimizin ismiydi, kimsenin götü yemiyordu.

Burcu Esmersoy çok abartılıyordu, keza Adriana Lima. Onlara gelene kadar daha ne güzeller vardı, say say bitmez. Burcu Esmersoy yerine Nazlı Öztarhan mesela; Adriana Lima yerine Elisha Cuthbert. İlk akıllarımıza gelen bunlardı. Banu Güven eski güzelliğini kaybetse zekasıyla gönüllerimizdeki yerini koruyordu. Demet Akalın’dan hoşlananları bir türlü anlayamıyorduk, yolda görsem tırsacağım türden bir kadındı. Makyajlı, makyajsız fark yapmaz, her iki türlü de ürkütücüydü. Peki ya Asi’yi oynayan kıza ne demeliydi? Tuba bilmemne. Ben bu kadar boş bakan bir insan evladı daha görmemiştim hayatımda ve herkes o kızın çok güzel, özellikle gözlerinin olağanüstü olduğunu iddia ediyordu. Evet gözleri olağanüstüydü, olağanüstü sıkıcı. Teessüf ettik onları, gözlerine gözlük ellerine sözlük gerektiğine kanaat getirdik. İnsanoğlu zevksizdi, tek kelimeyle zevksiz.

Aynı şekilde Sevgican ismi de bazı avantajlar getiriyor bence. Yani düşünün, içimizden kimin gönlü razı olur Sevgican isimli birine küfretmeye? Ben yapamam sevgili okurlar, dilim varmaz. Öyle bir şey yazacağıma parmaklarımı tek tek kırarım daha iyi. Şahsına hakareti geçtim kendisini öven küfürlü özdeyiş bile edilemez Sevgican’a. “O laflar boy boy, s.ksin seni Sevgican kovboy” bakınız yazamadım. Maksat İçimde Kalmasın tarihinde ilk defa sansür kullanmak zorunda kaldım, umarım aynı zamanda son defa olur. Kimse kuramaz o cümleyi. Hayır efendim olmaz, en başta konsepte aykırı. Benim tanıdığım Sevgican dünyalar tatlısı biri olduğundan böyle düşünüyor da olabilirim, bilemiyorum.

Aradığım adam karşımda olabilirdi. Bence hayatta güvendiğimiz insanlar hariç pek fazla şeye sahip değiliz. Maddiyatın tamamı geçici; bugün var, yarın yok. Ailem yanımdaydı, ama dostlarım şehirdışında. Kader yine ağlarını örmüştü ve üniversite sınavı sonrası dost bellediğim, kızım olsa veririm dediğim iki adamdan biri İsmail Mersin’de, ötekisi Koray Elazığ’da, ben ise İstanbul’daydım. Yanlış anlamayın, burada arkadaşlarım var ama dost apayrı bir şey. Zor bulunur, zor zamanlarda hep yanınızdadır ve çok zor harcanır. Aşklar biter, arkadaşlıklar yalan olur ama dostluklar olağanüstü durumlar hariç mezara kadar gider. Aynı coğrafi bölgede yaşadığım bir kankam olacaktı artık sanırım. Tamam belki karar vermek için erkendi ama o potansiyeli görmüştüm. İlk görüşte aşka inanmıyordum, ilk görüşte dostluk, neden olmasın diye düşündüm. Müstakbel dostumun adını da bilsem fena olmazdı hani.

Bu arada kötü haberlerim var Sevgican. Nasıl söylesem bilemiyorum, en iyisi kopyala yapıştır yapayım:

Sevgican kelimesi Türkiye'de en çok kullanılan 2.472 ad arasında yer almayacak kadar nadir bir isim ve yaygınlık oranı 30.000'de 1'den az. Bu durumda da Sevgican adının yaygınlık oranının Türkiye'nin resmi nüfus sayımı sonuçları ve günlük ortalama nüfus artış hızına orantılarsak ülkemizde 2.174'den az kişinin isminin Sevgican olduğu ve Sevgican isimli kişi sayısının her yıl taş çatlasa 36 kişi arttığı tahmini yapılabilir.

Sitenin yalancısıyım.

Sohbetin tadını çıkaramaz hale gelmiştim. Çok derine inmiştik, ismini soramazdım artık ona. Kendi ağzından çıkması gerekiyordu, öğleden beri 183 kere abi, 97 kere kanka, 71 kere hacı, 53 kere ortak, 39 kere usta ve 17 kere adamım demiştim. Kullandığım zamir ve gizli öznenin haddi hesabı yoktu. Adını söylesene be adam, azıcık ben-merkezci olsana. Bencil insanları hiç sevmem. İnsan dediğin hafiften uyuz olacak kendine, şaka kaldırabilecek, haddini bilecek, başına gelenlerin hep başkalarının suçu olmadığını kabullenebilecek. Gönüllerimizi hoş ettiğim adam tam belirttiğim türden biriydi. Bir kusurun olsun be abi, hadi kadı kızının bile kusuru vardı. Hayır, hayır hep komik hikayeler anlatıyor ama ismini itinayla gizliyordu. Ne olgunluktu bu, Fuzuli misin sen, nedir bu erdem?

Ülkemizde yaklaşık 2,174 kişinin isminin Satılmış olduğu tahmin ediliyormuş. Demek ki çocuğuna Satılmış gibi bir isim koyacak yaklaşık 2.174 duyarsız aile var Türkiye’de.

İki heteroseksüel erkeğin paylaşabileceği her şeyi yapmış ve akşamı bulmuştuk. Çabucak geçmişti zaman. Evli evine köylü köyüne giderken anonim ortağım bir öneride bulundu. Akşam kendilerinde kalmamdı teklifi, reddedemeyeceğim türdendi. Tereddütsüz kabul ettim. Hala okulun etrafındaydık, biraz daha takıldıktan sonra arkadaşımın evine geçecektik. Banklardan birine oturmuş, gelen gideni gözlemliyor ve alay ediyorduk onlarla. Herkesin bir kusuru vardı, biz de dahil. Alay küçümseme değil vakit geçirme aracıydı bizim için. Hava karardıkça etraftaki Rus bayan sayısı arttı, okul Laleli’deydi, iki durak sonra Aksaray. Daha fazla açıklama yapmama gerek yok sanırım. Yavaştan sıvışma vakti yaklaşıyordu. “Abi kalkalım” dedim. Pek istekli durmuyordu. “Yoksa karıya mı gitçen len” diye seviyesi pek yüksek olmasa da komik bir espri yaptım. Güldü, acı acı güldü, “Çok daha fazlası” der gibi güldü. “Senden bir ricam var abi” dedi, dinlediğimi söyledim. Bir kız varmış, ondan bahsetti. Lanet olsun, işte korktuğum buydu. Tanıştığımızdan beri hiç karı-kız mevzusu açılmamış -ünlüler sayılmaz- aynı sıkıcı muhabbeti 2349829. kez yapmak zorunda kalmamıştım. O kadar çok “kızların hoşlandığı erkek tipi” hakkında konuşmuştum ki o tarz bir konu açıldı mı midem bulanıyordu artık. Kızlar piçlerden hoşlanıyormuş, ibne olmak lazımmış, puşt olmak gerekmiş, parasız adama kimse bakmazmış, arkan olacakmış, arabasız mümkün değilmiş. Biz iyi adamlarmışız, kızlar “sadece iyi” adamlara bakmıyormuş. Hep aynı laflar. Sanki kızlar “Ah çok orospu çocuğu bir sevgilim olsa keşke” diye hayaller kuruyormuş gibi. Züğürt tesellisiydi bunlar, bal gibi de kıskanıyorduk o erkekleri, arkalarından küfretmekten fazlası gelmiyordu elimizden. Onları “tu kaka” göstererek kendimizi aklıyorduk. Bu tarz panallerde kaç kere yumruğumu masaya vurup “Yarrak kafalı olmayı reddediyorum” diye bağırmıştım, ah kaç kere. Soylu serzenişler değil zavallı haykırışlardı bunlar. Madem kızlardan yana şansım yoktu, onlardan bahsederek zaman harcamamaktı en iyisi. Bu ismini vermek istemeyen kişiyle tanıştıktan sonra sabahki travmayı tamamen unutmuştum, eğer arkadaşın arkadaşı olan kız olayını da sayarsanız travmalar. Tek arzum sevdiklerimle hoşça vakit geçirmekti, gerisi hikaye.

Kızın adını sordum, bilmediğini söyledi. Ne demek bilmiyordu. Tanıyıp tanımadığını sordum, tanımadığını söyledi. Ne demek tanımıyordu. Nasıl hakkında hiçbir şey bilmediği birine aşık olduğunu sordum. “Sanki sen hiç tanımadığın bir kıza aşık olmadın mı” dedi. Hayatımın belirli bir döneminde -lise yılları- benzer ilişkiler yaşadığımı, iki çift laf etmediğim kızlara delicesine aşık olduğumu, ama artık platonik duygular besleyemeyecek kadar önyargılı düşündüğümü anlattım. “Doğru diyorsun” dedi “ama gönül ferman dinlemiyor”. Kıza açılmasını söyledim, hak verdi, ama bir sorun vardı. Bana anlattığına göre kızlarla konuşurken çok heyecanlanıyor, doğru dürüst cümle kuramıyordu. Kızda son derece embesil bir izlenim bırakmaktan korkuyordu anlayacağınız. Bilirdim o duyguyu, ama aşmıştım artık. Herhangi bir beklentimin olmadığı insanlarla konuşurken çok rahattım, nasılsa bir halt olmayacağını biliyordum çünkü. “Aslında bana yardım edebilirsin” dedi, “Nasıl yani” dedim, “Sen kızla konuşsana”

“Ben Birleşmiş Milletler barış elçisi miyim amına koyayım” diye çıkıştım. Şu aşk meşk mevzularında üçüncü şahısları aracı olarak kullananları bir türlü anlayamam. Aşk iki kişilik bir oyundur benim kitabımda. Israr etti, “Hadi kanka, yardım et kardeşine” dedi. Ben mutlu değildim bari o olsun diye düşündüm, “Peki konuşurum”

Ayağa kalktı, kolumdan çekti, “Hadi gidiyoruz usta” dedi. Nereye gidiyorduk gecenin bu vakti? Kıza gidiyormuşuz. Yanlış anlamayın, karıya değil, "kıza". İlginçtir adını bile bilmiyor ama nerede oturduğunu biliyordu kızın. Okulun hemen arkasındaki kız yurdunun önüne geldik. O yurdun önünden sayısız defa geçmiştim, kız kesmek için falan değil. Hazırlık binası ile edebiyat fakültesi arasındaydı yurt, hazırlık okurken yemekhaneye gitmek için kullanıyorduk o istikameti. Kocaman bir bahçesi vardı, girişte yoğun güvenlik önlemleri. Turnike, güvenlik görevlileri, kimlik kontrolu, metal dedektörü. Bahçede K9 köpekleri ve ellerinde 45lik taramalı Colt tüfek bulunan muhafızlar sistemli bir şekilde dolaşıyordu. İçeride yedi adet kule vardı ve her birinin tepesinde birer keskin nişancı nöbet tutuyordu. Tel örgüler dikilmişti binanın dört bir tarafına, üç-dört metre yüksekliğinde, elektrik yüklü. Bir banka kadar güvenliydi. Saat onbiri geçmiş, yurda girişler kapatılmıştı. Ne yapabilirdik ki, girişler açık olsa bile giremezdik zaten, kız yurduydu orası, erkekler için 51. bölge.

İsmi meçhul dostumun bir planı vardı. Arka tarafa geçtik, çantasından bir sprey çıkardı, tel örgülere sıktı. Birkaç dakika bekledikten sonra gaz sıktığı yere pek de sert olmayan bir tekme attı ve parçalandı tel örgü. Rahatça geçebileceğimiz bir delik açılmıştı, şöyle bir içeri baktım. Avluda sürüyle gardiyan vardı, o an aklıma dank etti ne kadar tehlikeli ve saçma bir iş yaptığımız. Caydım, yol yakınken dönmek istedim. Arkadaşım kabul etmedi. Başımıza gelebileceklerden bahsettim, çok hassas bir mekandaydık, kız yurdu. Gazete başlıklarını süsleyebilirdik, "Kız yurduna gizlice giren sapık öğrenciler terör estirdi". Hapse bile atılabilirdik, hayır hayır değmezdi. Kızla başka zaman konuşamaz mıydı, kaçıyor muydu?

“Ama seni yakalayamazlar” dedi. “Yarrramı yakalayamazlar” dedim. Bugüne kadar hiç gizli operasyonda bulunmamıştım, tecrübem sıfır olduğu gibi pek de soğukkanlı biri sayılmazdım. 14 yıllık öğrencilik hayatımda adam akıllı kopya bile çekmemiştim. Yoğun güvenlik önlemlerini göz önünde bulundurursak anında enselenirdim. Boşuna tırstığımı söyledi. İtiraz ettim, nesi boşunaydı efendim. Eğer sicilime işlenirse hayatım kayardı. Hapishane köşelerinde kim bilir neler yaparlardı bana, benim gibi körpe bir çocuğu çiğ çiğ yerlerdi o alçak tavanlı koğuşlarda. “Ne hapsi be abi” dedi. Ona izlediğim hapishane dizilerinden bahsettim, duş sahnelerini birer birer tüm detaylarıyla anlattım. Güldü geçti. Hala şaka yaptığımı sanıyordu, haneye tecavüz çok ciddi bir suçtu, özellike hane kız yurduysa. “Kimse seni yakalayamaz” dedi, “çünkü zeki adamsın”

Yakışıklı mıydım? Hayır.
Karizmatik miydim? Hayır.
Güçlü müydüm? Kesinlikle hayır.
Zeki miydim? Sapına kadar!

Eleman haklıydı, zeki adamdım vesselam. Beni yakalayan güvenlik görevlilerine öyle bir yalan söylerdim ki ne istesem yaparlardı, ne istesem. Ama bastırılmış homoseksüel dürtülerim olmadığından sadece beni görmemiş gibi davranmalarını isterdim.

“Hadi bir aksilik oldu yakalandın diyelim” dedi “Sen ne yazılar yazdın abi, senin gibi bir değeri hapse atabilir mi bu ülke”

Evet yazmıştım, ne muhteşem yazılardı onlar. Modern Türk yazınına yepyeni bir soluk getirmiştim. Eğer hala Türk mizah camiasında kendime yer edinemediysem benim değil onların kaybıydı. Ne anlardı onlar yazıdan! Ancak balon doldururlardı, bir bilemediniz iki cümle. Hayatları boyunca çizdikleri bütün karikatürler benim bir yazıma denk olamazdı. Hayır, onlar çoluk çocuk güldürürken ben sanat yapıyordum. Götürdüğüm yazıları okumuyorlardı bile, çok uzun diyorlardı. Gülüyordum onlara sadece, ha ha ha. Karikatürlerine değil sığlıklarına gülüyordum. Uzunmuş, alt tarafı altı sayfa. Onlara uzun gelirdi tabi, balon dolduruyordu onlar! Ufacık balonlar. Çünkü onların aklı ancak kısa cümlelere yetiyordu. Bir sonraki amatör gününde aynen şöyle diyecektim: “Buyrun efendim, istediğiniz türden bir çalışma getirdim bu hafta. Kısa fakat çok derin bir yazı. Her karakter hakkında sayfalarca analiz yapılabilir. Bir mizah eseri olmasına rağmen toplumumuzun sosyokültürel yapısına dair kapsamlı saptamalar ve sert eleştirilerle dolu. İlk cümle suratınıza tokat gibi çarpıyor, ikinci cümlede biraz toplarlanıyorsunuz ve BOM! Üçüncü cümlede patlıyor bomba, şoke oluyorsunuz. Okuru ters köşeye yatırıyor, bir yandan karnınız ağrıyana kadar gülerken öte yandan hala ne olduğunu idrak edemiyorsunuz. Muazzam bir final. Evet efendim, üç cümlelik bir yazı. 29 kelime, sizin standartlarınıza göre biraz uzun ama mazur görün lütfen. Eğer okuyacak vaktiniz yoksa buyrun alın bu CD’yi. Yazının Kenan Işık tarafından seslendirilmiş versiyonu var içinde. Hem Audio CD hem de MP3 formatı mevcut, ister 5+1 müzik setinizde dinleyin, ister iPod’unuza yükleyip işte, sokakta, arabada, size kalmış. Ses kaydının sonunda Kenan Işık telefon numaramı ve e-posta adresimi veriyor, oradan ulaşabilirsiniz bana. Şimdiden çok teşekkür ederim efendim, Tanrı sizinle olsun” Sonra bir de utanmadan bu ülkede kimse okumuyor ayağına yatıyorlardı. Ulan sen aydın olacaksın üç dört sayfa okumaya üşeniyordun, halk napsın? Dergilerinde yayınlardıkları yazılar da bir boka benzeseydi bari. İstisnalar hariç bağıntısız, amaçsız, anlamsız paragraflar silsilesiydi alayı. O tarz başarısız yazıları kaleme alan dingillerle aynı meslek grubuna mensup olmaktan dahi utanıyordum. Onlar mizah yazarıysa ben başka bir şeydim; bir edebiyatçı, bir filozof, Türk mizahının duayeni. Gün gelecek çok ünlü bir yazar olacaktım ve beni geri çeviren bütün dergiler şapkalarını önüne koyup “Biz ne yaptık” diyecekti. Ama çok geç olacaktı, benim yazılarım ülkedeki okuma oranını arttıracak, önce Avrupa sonra da tüm dünya dillerine çevrilecek, herkes benim kitaplarımı okuyarak kah gülecek, kah düşünecekti. Fakat dergiciler ağlayacaktı, benim gibi bir yeteneği kaçırdıkları için hüngür hüngür ağlayacaktı.

Süperzeka beynim benim.

O yurda girecek ve dostuma yardım edecektim, dostlar böyle günler içindi. Sevdiğim birinin üstün yeteneklerime ihtiyacı vardı. Arkadaşımla helalleşip teldeki delikten içeri girdim. Gardiyanların vardiya değişimi yaptığı andan faydalanıp hızlıca arka kapıya gittim. Yerden bulduğum bir saç tokasıyla kilidi açtım. İçerideydim, etrafta lazer sensorları, kamera sistemleri, ısıya duyarlı alarmlar olabilirdi, dikkatli olmam gerekiyordu. Duvarlara sürüne sürüne ilerliyordum, bir yılan gibi. Solid Snake’dim ben, gizlilikti en büyük silahım. Ama yazının başlarında bahsettiğim gibi gerçekçi oyunlar sarmıyordu artık beni. Metal Gear Solid oynadıysam tek sebebi senaryosuydu. Ben daha çok Serious Sam, Painkiller, Left 4 Dead gibi RAM yarattı demeyip düşmanları onar onar öldürdüğüm oyunlardan hoşlanıyordum. Çünkü kanımda vardı bu dürtü. Ben Osmanlı çocuğuydum, bir aklınıza getirin tarihi figürlerimizi: Sırtında top mermisi taşıyan asker, cepheye mermi götüren yaşlı kadın, Battal Gazi, Malkoçoğlu, Medyum Memiş. Bunlardı bizim kahramanlarımız, Anadolu’nun bağrından kopup gelmişlerdi benim gibi. Hayır, biz sinsi batılılar gibi değildik, hiç ajan yoktu tarihimizde. Böl-parçala-yönet taktiğini kullanıyordu onlar, bizler ise Allah ne verdiyse dalıyorduk. Hem zaten duvarda sürte sürte güzelim tişörtüm mundar olmuştu. Koridorlarda bir yiğit gibi kimseden korkmadan, göğsümü gere gere yürüyordum artık. Gölgelerde saklanmıyordum, gölgelere tükürüyordum sadece. Hodri meydan!

Arkamdan biri bağırdı. “Gel buraya” dedim, zerre korkmuyordum ondan. Öyle bir bahane bulacaktım ki gıkını çıkartamayacaktı. Çünkü ben zekiydim, dünyanın en zeki adamı, vücudumdaki bütün kıvrımlar beynimdeydi. Bekçi bana doğru yaklaşırken düşündüm. Büyük ihtimalle okumamış, cahil bir adamdı. Benim dehamın dergi editörleri bile farkına varamazken ilkokul terk birinden anlamasını beklemek biraz hayalperestlikti. O bekçinin karşısına Dostoyevski’yi getirin, bahsetsin suçlu psikolojisinden, bir insanı suç işlemeye iten unsurlardan, dinler miydi bekçi? Hayır. “Onu bunu geç Dosto, nasıl verdim eline dün tavlada” derdi. Tavlaymış, hah! Satranç oyna bari, cahil adam. Hayır anca tavla oynarsın, bir şans oyununda kazanınca atarsın havanı. Onu da zar tuta tuta kazandın zaten tüm kahve biliyor. Nasıl zar tutsun Dostoyevski, adamın elleri yazmaktan nasır tutmuş. Dünya edebiyatına adını altın harflerle yazdırmış adamın koltukaltına tavla tahtası sıkıştırır bizim bekçi, budur onun insanlığa mirası. Sizi zavallılar, ufak zaferlerinizin tadını çıkarın, çünkü gereksiz hayatlarınız sona erdikten sonra mezar taşınızdan başka bir iz bırakamayacaksınız bu dünyada.

Zekama güvenim sonsuzdu ama bekçinin kapasitesi hakkında ciddi endişelerim vardı. Dahiliğin onda dokuzu kaçmaktı ve onda birlik şaft kayma riskini göze alamazdım. Tamamlamam gereken bir görev vardı, ....... bana güveniyordu. Başladım koşmaya. Bacaklarım uzundu, bir çitanınkiler gibi. Benim bir adımım bekçinin iki adımına denkti, kısa sürede fark attım. Arkamdan bağırıyordu “Gaçma amuğaa goduğğğuuummmnnnn”, acaba normalde de sesi böyle miydi yoksa nefes nefese kaldığından mı böyle çıkıyordu diye düşündüm koşarken. Bu şartlarda bekçinin bana yetişmesi olası değildi, fiziksel üstünlük bendeydi. Ama o atletik, uzun, sütunumsu bacakların üstünde kıllı ve yağlı bir göbek, onun da üzerinde her koştuğumda hoplamaya başlayan iki adet yüzde yüz doğal göğüs vardı. Bir dakika içinde nefesim tükendi, dalağım ha patladı ha patlayacaktı. Koşarak alt edemezdim rakibimi. Köşeyi döner dönmez yere attım kendimi, uzandım bir bariyer edasıyla. Beni görmeyip takılan bekçi yere yığıldı. Hemen üzerine çıktım, sağ bileğinden kırdım, sırtına yapıştırıp etkisiz hale getirdim. Tek yapmam gereken onu güvenli bir yere kelepçelemekti. Ama adamın üzerinde kelepçe yoktu, kelepçeleri nerede sakladığını sordum “Bizde gelepçe yok abey” dedi. Belindeki tabancayı gördüm. Silahı elime aldım. Adama ateş etmeyecektim elbette, o bir emir kuluydu, ekmek derdindeydi. Sadece kabzasıyla vurup bayıltacaktım. Silahı ters çevirip indirdim boynuna. Bayılmadı, çığlık attı yalnızca, yeniden vurdum. Yeniden, yeniden, yeniden. Bayılmıyordu, sanırım yanlış noktaya vuruyordum, kafasına vurmaya başladım. Darbelerim etkili olsun diye keline nişan alıyordum. Canı yanıyordu sadece, hala bilinci yerindeydi. Ensesine vurdum, omuzlarına, sırtına, beline, hatta taşşaklarına. Bayılmıyordu adam, Hollywood filmleri yalan söylemişti yine. Adama vurmaktan kolum yorulmuştu ama o hala uyanıktı. Sanki altımda bekçi Hüseyin Efendi değil de Mike Tyson vardı.

Baktım bekçinin nakavt olmaya niyeti yok, bir odaya kilitleyeyim dedim. Bayılmasa da amı götü kaybetmişti, ayağa bile kalkamıyordu. Sol omzuna girip malzeme odasına götürdüm, ücra bir köşeye oturtup yerden bulduğum başka bir saç tokasıyla kilitledim kapıyı. Michael Scofield elime su dökemezdi. Bina içi güvenliği çökertmiştim, şimdi tek yapmam gereken hedefe ulaşmaktı. Kızın hangi odada bulunduğunu bilmiyordum, telefonuma “adsız” diye kayıtlı dostumu arayıp sormalıydım, bildiğini pek sanmıyordum gerçi ama AVEA içi bedava dakikalarım vardı, sorun değildi. Aradım, telefonu birkaç kez meşgul tonu verip kapandı. Garipti, her AVEA abonesi gibi bu tarz olaylara alışıktım, garipliklere katlanıyordum çünkü hesaplıydı. İsmini, cismini bilmediğim bir kızı nasıl bulacaktım koskoca yurtta? Düşünmeliydim, normal beyinlerin çözebileceği bir problem değildi bu, beni ise birazcık zorlardı. Saksıyı çalıştırma vaktiydi, kuytu bir köşeye gidip düşünen adam pozuna büründüm. Sağ elim çenemdeyken arkamdan biri dürttü.

AYNASIZLAR, enselemişlerdi beni, duruşmadaki savunmamı planlamaya başlamıştım bile. Arkamı dönmemle basılmadığımı, başıma tüm bunları açan adamın beni dürttüğünü anladım. Ne işi vardı burada? Mevcudiyeti büyük tehlike teşkil ediyordu. Benim gibi bir ajan değildi o, sıradan bir sivildi. İkimizi her an yakalatabilir, tüm operasyonu berbat edebilirdi. Ama içinde bulunduğum şartlar altında onu azarlamak benim profesyonelleğimdeki birinin yapmayacağı bir hataydı, soğukkanlılığımdan taviz vermeden iletişime geçtim.

-Beni mi aradın?
-Evet ama telefonun meşguldeydi.
-Arkadaşla konuşuyordum ya. Pek kastırmadı değil mi güvenlik?
-Çocuk oyuncağıydı.
-Senin adın Tomas bunlar sana komas, koçum benim.
-Yenge hangi odada biliyor musun abi?
-Bir üst katta, gel göstereyim.

Kıllanmıştım, hatunun kızlık soyadını dahi sorsam söylerdi ama ismini bilmiyordu. Buraya nasıl geldiği ise başlı başına bir muammaydı. Ama ona güvenmekten başka çarem yoktu şu anda. Kızı tanımlamasını istedim, fiziksel olarak. “Hani bu sabah kestiğin bir kız vardı hatırlıyor musun” dedi. Demek aynı kıza göz koymuştuk. Kıza kaçamak bakışlar atarken yakalamıştı beni; dostunu yanında tut, düşmanını daha yakınında felsefesini benimsediği için benimle tanışmış, sonradan sıkı bir ikili olmuştuk. Benim için sorun teşkil ediyordu muydu bu durum, diye sordu, kesinlikle hayır dedim. O kızı çoktan unutmuştum bile, dünya ahiret bacımdı bu saatten sonra.

Odanın önüne gelmiştim, en zor bölümdeydi sıra. Güvenlik görevlilerini sivri zekamı kullanarak alt edebilir, çakallığımla her türlü ortamdan sıvışabilirdim ama kızların arasına girdim mi yapabileceğim pek bir şey yoktu. Türk kızları her tipsiz erkeğe potansiyel tecavüzcü muamelesi yapıyordu ve ne yazık ki benim Orlando Bloom’la uzaktan yakından alakam yoktu. Saç sakal birbirine karıştığında hafiften Colin Farrell’a benziyordum ama bu yeterli değildi. İçeride Allah muhafaza linç bile edilebilirdim. Hayatımı tehlikeye atmadan önce bir şeyi öğrenmem gerekiyordu:

-Abi, sana bir şey sormam gerek.
-Sor aslanım.
-Ya kusura bakma ama senin adını unuttum ben, neydi?
-Fark etmiştim bir kere bile ismimi kullanmamandan zaten.
-Kafam biraz dağınıktı da, neyse sonunda çıkardım ağzımdan baklayı.
-Bengisu.
-Efendim?
-Hayır, hayır. Benim adım Bengisu.

Bengisu’nun Türkiye'de en çok kullanılan 1991. isim olduğunu biliyor muydunuz? Ülkemizde yaklaşık her 29,448 kişiden birinin adı Bengisu ve ismin yaygınlık oranı binde 0.03.

Kulaklarıma inanamıyordum, bu bir mucizeydi. Hayallerim gerçek olmuştu, yeryüzündeki tek erkek Bengisu’nun ben olmadığımı öğrenmiştim nihayetinde. Eğer gizlilik gerektiren bir görevde olmasak zafer şarkıları söyler, sevinç çığlıkları, mutluluk taklaları atardım. Öteki Bengisu fazla sevinmemem gerektiğini söyledi. Ben sevinmeyecektim de kim sevinecekti? Yıllardır süren ezikliğim tarihe karışmıştı. Artık kız ismine sahip olduğumu söyleyen herkese göğsümü gere gere itiraz edebilecektim. İsimler sözlüğünde Bengisu’nun hem erkek hem kız ismi olduğu yazmasına rağmen basım hatası yapıldığına ben bile inanmaya başlamışken gerçek tüm aydınlığıyla ortaya çıkmıştı. “Yanılıyorsun” dedi “Dünyadaki tek erkek Bengisu sensin”. Nasıl olurdu bu, adamın sakalları vardı. Hormonal bir bozukluk muydu yoksa? Peki ya aşık olduğu kız? Öteki Bengisu lezbiyen miydi? Bu iddialarımı duyar duymaz gülmeye başladı, öyle bir şey değil dedi. Yoksa, yoksa uzaylı mıydı? “Yine yanıldın. Ben senim”

O bendi, ben oydum. Kafam iyice karışmıştı.

“Ben gerçek değilim, bilinçaltının yarattığı bir karakterim” Bütün o diyaloglar kafamdan dışarı çıkmamıştı, yapay zekaya karşı PES oynamıştım, rehberime kendi telefonumu kaydetmiştim, kız yurduna tek başıma girmiştim. Kendi mahsulum hayali arkadaşımın adını bilmediğim için gergin dakikalar geçirmiştim hatta.

Şizofren beynim benim.

Bilinçaltıma sinirliydim, neden böyle dalavere yapmış, arkamdan oyunlar oynamıştı? “Sebebi basit” dedi “aksi takdirde senden bir bok olacağı yoktu”. Bilinçaltım kalbimi kırıyordu, böyle bir yorumu hakedecek ne yapmıştım ki ben? “Daha ne yapacaksın ulan” dedi “1,5 liralık dergi için kendini tüm okula rezil rüsvan etmeyi biliyorsun, sikik bir oyunda rekor kıracağım diye saatlerini harcıyorsun, ama gidip bir kıza merhaba bile diyemiyorsun. Ben de insanım lan; sevmek, sevilmek, sevişmek benim de hakkım anasını satayım” Adam gibi söyleseydin ya bilinçaltı, gider konuşurdum kızla. “Hayır konuşmazdın” dedi, haklıydı. Ne kadar sağlam bir geyikçiysem o kadar da fos bir flörtgendim. Tanımadığım bir kızla ıssız bir adaya düşmeden konuşmam pek olası değildi. Beynimin beni tuzağa düşürmekten başka çaresi kalmamış, kankalık müessesini kullanarak aşk ortamlarına sokmuştu. O kızı uzun süredir bilinçaltımda kesiyordum, yurda girip çıkarken görmüştüm kaç defa. Bütün parçalar yerine oturuyordu, biri hariç. Kızın hangi odada kaldığını nereden biliyordum? Bu bilgi tamamen sallamaydı, her türlü permütasyon hesabını yapsam bile hata payı inanılmaz yüksekti.

-İçime doğdu.
-Ne demek içime doğdu, sırf içine doğdu diye girmem o odaya.
-Bazen en iyisi hislerine kulak vermektir.
-Hislerime sıçayım.
-Peki tamam, hisleri salla. Aşka inanmıyor musun peki?
-Yoo inanıyorum.
-Güzel.
-Aşkın adamı en savunmasız halinde yakalayıp götünden kan alan bir şey olduğuna inanıyorum.
-Saçmalamayı keser misin lütfen.
-Asıl sen saçmalama, bu romantik-komedi numaralarını yutmam ben.
-Öyle mi, inanmıyorsun peki, tamam. O zaman bana açıklar mısın, yüksek güvenlik önlemleri alınan bir binaya elini kolunu sallayarak nasıl girdin?
-Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu olm? Bu komplekse sızabilmek için kıvrak zekamla tilki kurnazlığımı...
-Bırak lan bu ayakları, iyi ki bir iltifat ettik götün tavan yaptı hemen. Dahi mahi değilsin amına koyayım. Normalde bu yurdun önünden bile zor geçersin sen.
-Kırıcı konuşuyorsun.
-Şimdi geyik sırası değil. Bir mucize gerçekleşti, sıra ikincisinde. Kaderinde yazıldığı için şu an buradasın, kaçamazsın alınyazından. Sonuna kadar geldin, hadi güven bana, içeride kız.


Romantik beynim benim,

İçeri girmeden önceki son direktifleri veriyordu bana:

-Tamam, kendine güven.
-Peki.
-Sakın kızdan gözlerini kaçırma.
-Anlaşıldı.
-Saçını düzelt.
-Düzelttim.
-Keşke daha düzgün bir şey giyseydin gelmeden.
-Üzerimde en sevdiğim tişört var, Between The Buried And Me tişörtüm.
-Evet sorun da bu zaten, "senin" en sevdiğin tişört.
-Ne demeye çalışıyorsun?
-Demek istiyorum ki bu tişört senden başka kimseye hiçbir şey ifade etmiyor.
-Bu tişörtten Türkiye’de sadece bende var, tamam mı? Üstelik sakın bana bu baskı kötü deme.
-Hayır, gayet güzel baskısı, logo da başarılı. Hatta The Silent Circus gelmiş geçmiş en efsane albümlerden biri.
-Yani.
-Fakat sence o kız Between The Buried And Me nedir biliyor mudur?
-Hiç sanmıyorum.
-Peki bu binada kalan herhangi biri biliyor mudur?
-Kesinlikle hayır.
-Peki bu şehirde bilen kız var mıdır?
-Adını duymuş birkaç tane olabilir, ama dinleyeni yoktur muhtemelen.

Olsun, yine de en sevdiğim tişörttü ve kendime güvenimi ikiyle çarpıyordu. Başladığım işi bitirmeliydim. Ne maceraydı ama, acaba içerideki kız biliyor muydu onunla tanışabilmek için neler yaptığımı? Ben bile birkaç dakika öncesine kadar farkında değildim gerçi. Ne hikaye, bir destan adeta. Nasıl tanıştığımızı soranlara uzun uzun anlatacaktım olanları, inanmasalar bile umrumda değildi, şu an tarih yazıyordum. Kapıyı sessizce açıp içeri girdim. Karanlık bir odaydı, yalnızca pencerenin birinden hafif bir ay ışığı hüzmesi sızıyordu içeri. O da müstakbel sevgilimin üzerineydi. Ne hikaye, romandan aşağı kalır yanı yok. Yanına gittim, ne de tatlı uyuyordu, uyandırmaya kıyamıyordum ama yapmalıydım. Benden başka kimsenin göremediği Bengisu’nun dediği gibi kaçamazdım kaderimden. Hafifçe dürttüm, tepki vermedi. Biraz daha sert dürttüm, kafasını öbür tarafa çevirdi. Bu sefer şiddetli dürttüm, hatta salladım ve uyandı.

Ah o gözler, ilk defa bu derece yakından görüyordum onları. Kanlı ve çapak dolu olmalarına rağmen ay ışığını mükemmel yansıtıyorlardı.

Kız gözlerini açtıktan sonra biraz affalladı ve beni tanımlar tanımlamaz çığlık atmaya başladı. Sapık diye bağırıyor ve kendini benden uzaklaştırıyordu, elinde yastık tüm gücüyle vuruyordu desem yalan olur. Bunların hiçbirini yapmadı, normalde insanlar uyandırıldıklarında -özellikle gecenin bir yarısı- huysuz davranırken o tam zıttını yapıyordu. Çünkü farkındaydı karşısındakinin Colin Farrell’ı andıran potansiyel bir tecavüzcü değil hayatının aşkı olduğunun. Beni bekliyordu yıllardır ve sonunda gelmiştim. Yatağın üstüne bağdaş kurdu, yanına oturdum. Konuşmuyorduk, hayır açıklama yapmamıza gerek yoktu. Koluma girmişti, ne sıcaklık, ne mutluluk. O kadar uzun süre geçmişti ki koluma bir kız girmeyeli. Adını sormamın zamanı gelmişti, içimden bir ses Alev diyordu. Ne güzel bir isim, Alev. İddialı ve bir o kadar da doğal. Bengi”su” ve Alev, çelişkili iki isim, muazzam bir dilemma, yin ile yang, doğanın vazgeçilmez iki unsuru. İsmini sordum, ağzını açtı benim ve diğer Bengisu’nun yavuklusu :“Benim adım VIZZZZ”

Orospu çocuğu beynim benim,

Yine yapmıştı yapacağını! Alay ediyordu benimle, karşımdaki kız öteki Bengisu kadar gerçekti. Nasıl kanmıştım bu maskaralığa, eminim katıla katıla gülüyordu şu an bana, yüzyılın işletmesine imza atmıştı. Diğer bütün organlarıma anlatacaktı beni nasıl tongaya düşürdüğünü. Böbreklerim o kadar çok gülecekti ki muhtelemen bir hafta ishal olacaktım. Kızı ittim, nasılsa gerçek değildi, acımazdı canı. Kafamı duvara vurmaya başladım, sağdan sağdan vuruyordum. Gelecek yıl ÖSS’ye gireceğimden matematiksel işlemleri yapan sol lob bana lazımdı. Ölen beyin hücrelerimin geri dönmeyeceğini biliyordum, sikime kadar yolları var, istemiyordum artık onları. Bağırıyordum, bilincimin altına üstüne küfürler saydırıyor ve sert bir şekilde kafamın sağ tarafını duvara çarpıyordum. Yalandı hepsi, yurtta falan değildim, büyük ihtimalle şu an bizim apartmanın boşluğunda çığlıklar atıyordum. Az önce gece bekçisini değil de komşulardan birini takoz cep telefonuyla pataklayıp asansöre koymuştum. Maceram karman çorman bir dizi halüsinasyondan ibaretti.

“Napıyorsun” diyordu Alev. Adı Alev değildi belki de, hatta hayalgücümün ürünü olduğu için istediğim adı koyabilirdim ona. Hayriye diyebilirdim mesela ironik bir şekilde, ya da Galatasaray'ın bu sezon renklerine bağladığı Fildişi Sahilli sağ kanat oyuncusu Abdul Kader Keita. Buldum, buldum, onun adı bundan sonra Bengisu olacaktı. Kız ismiydi nasılsa. Kolumdan çekiyordu ama tenim kandırıyordu beni. Beş duyuma da inanmıyordum artık, hepsi benimle taşşak geçmek için ellerinden geleni ardına koymuyordu.

Hayal gördüğümün farkında olsam da bulunduğum ortamdan kurtulamamıştım, şov daha yeni başlıyordu. Diğer kızlar uyandı ve çığlık atmaya başladılar. Sapık, sapık diye bağırıyorlardı. Bazıları ağlıyordu, hayatlarının en korkunç gecesiydi. Oraya ait olan en son şeydim, uçakta açık cep telefonu, apartmanda köpek, AKP kabininde bıyıksız milletvekili, kız yurdunda erkek, üstelik yakışıklı olmayan bir erkek, pek de zeki sayılmayan bir erkek. Kızların çoğu makyajsız olduklarından zombi gibi görünüyordu. Gözlerinin altında bir değil dörder çizgi vardı. Nefes alamayan ciltleri pörsümüş, yanakları Ege kıyılarından bile daha girintili çıkıntılı hale gelmişti. Alev onlar gibi değildi ama. Sabahki halinden farkı yoktu, hala sivilceliydi, saçları dağınıktı. Üzerime üzerime gelen kızlar korku filmini andırıyordu, hani zombilerin şehri ele geçirdiği filmler. Ya da Left 4 Dead. Onar onar geliyorlardı. Ne yazık ki bölüm başında silah almayı unutmuştum. Makyajsız, pijamalı, parmakarası terlik giymiş kızlar, gülle gibi kocaman çantalarını üzerime fırlatıyorlardı. Odanın içindeki kız sayısı gittikçe artıyordu. Yurt mevcudunun yarısı bir odaya doluşmuş beni dövüyordu. Yere yatırmışlardı beni, uzun ve ojesiz tırnaklarıyla tırmalıyorlardı vücudumu. Emindim bu olay bittikten sonra üzerimde bir tane bile çizik izi olmayacağından. Karşılık vermiyordum o yüzden, yaslanmış eşeğin sudan gelmesini bekliyordum. Arka taraftaki kızlardan birinin “Aaa yoksa o Colin Farrell mı” dediğini duydum. Arkadaşının “Hayır, tecavüzcünün teki” demesiyle makyaj çantasını kafama fırlatması bir oldu. Cani diye bağırıyordu kimi, kimi polisi arayın diyordu. Bazıları patlamış mısır almış, Cuma gecesi linçinin tadını çıkartıyordu. Ellerinde meşalelerle dolaşan tipler bile görüyordum. Alev, Hayriye, Abdul Kader Keita ya da 3. Bengisu ise diğerlerini durdurma gayretindeydi. Azgın kalabalığa karşı tek başına korumaya çalışıyordu beni. O bana aşıktı, evet bilinçaltı karakterim bana aşıktı, ne kadar da şanslı bir adamdım ben. Etraf bulanıyor, gözlerim kapanıyordu. Bunun ne demek olduğunu biliyorsunuz. Evet, bir kabusun daha sonuna geldik sevgili okurlar. Yayında ve yapımda emeği geçen herkes adına sizlere teşekkür eder ve mutlu birer haftasonu dileriz.

Beyinsiz beynim benim.

Gözlerimi gökyüzüne karşı açtım. Takımyıldızlar çocuk kitaplarındaki birleştirilmeyi bekleyen noktalar gibi dizilmişti, Küçük Ayı, Herkül, Büyük Ayı, Hasan Mezarcı ve diğerleri. Hepsi bana bakıyordu sanki. Hayatımda ilk kez açık havada uyumuştum, güzel bir duyguydu, daha sık yapmalıydım. Bir banka uzanmıştım ama yumuşak bir şey vardı kafamın arkasında. Çantamdır heralde diye düşündüm. Ama tutulmuş boynumu hafifçe sola çevirince yanıldığımı fark ettim. İki kişinin gölgesi düşüyordu yere, birisinin dizindeydim, o biri Alev’di. Yurdun bahçesinde oturuyorduk. Uyandığımın farkına varır varmaz çok sevindi, nasıl hissettiğimi sordu. Hareket edemiyordum, bir patlıcan kadar morarmıştım, rüzgar bile acıtıyordu vücudumu, bedenimde kıldan çok çürük vardı. Sağ eliyle okşadı yüzümü. Titriyordu eli, kemikleri seçiliyordu ve bembeyazdı. Pijamasının üstüne ince bir süveter giymiş ve belli ki saatlerdir dışarıda bekliyordu. Donmak üzereydi garibim ama şikayetçi değildi. Tipik kızlar iki dakika soğuğa maruz kalınca Azer Bülbül gibi titremeye başlar ve sanki dünyanın klimasını ben ayarlıyormuşum gibi trip üstüne trip -bu kelimeyi hala sevmiyorum- atardı. Alev o kızlardan değildi, belki de Alev kız bile değildi. O kadar çok şey gelmişti ki başıma son 24 saatte, doğmakta olan güneşe dahi güvenemiyordum. Fakat içinde bulunduğum fiziksel hal -eşeğin sudan gelmesi, hatta damacana doldurması- soğuk havaya rağmen Alev’in sıcaklığı, en önemlisi de bana bakış şekli yaşadıklarımının bütünüyle halüsinasyon olmadığının göstergesiydi. Sanırım yanılmıştım, Alev gerçekti, öteki Bengisu hariç her şey gerçekti. Tamam yurttaki güvenlik önlemleri, kuleler, K-9 köpekleri, keskin nişancılar da hayalgücümün ürünüydü, ama onların haricinde her şey yüzde yüz gerçekti.

Olan biteni psikolojik dengesi bozulmamış birinden öğrenmeliydim. Alev’den yaşananları kısaca anlatmasını istedim. Söylediğine göre yurttaki kızlar tarafından bokum çıkana kadar dövülmüştüm, son anda kurtarmıştı beni. Yalvar yakar kızları polis çağırmamaya ikna etmişti. Kimse beni yurdun içinde istemiyordu, o yüzden dışarıda bekliyorduk. Tek başıma sokakta yatmama razı olmamıştı, kucağında uyuyakalmıştım. Ah Alev, bu kadar zahmete gireceğini bilsem sabahleyin okul bahçesinde konuşmaz mıydım seninle. Ama zerre şikayetçi durmuyordu, hatta bilincimin yerine gelmesi onu oldukça sevindirmiş, uzun ve zorlu bekleyişini bir anda unutturuvermişti. Bir ev kadını gibi verilen görevi kabullenmiş, kayıtsız şartsız yerine getirmiş ve ancak bir annenin evladına gösterebileceği kalibredeki şefkatle dizlerine yatmama izin vermişti. Saat beşti, yani beş buçuk saattir başımda bekliyor demekti bu. Gözlerinden anladığım kadarıyla bir damla bile uyku girmemişti. Biricik Alevim benim, ben kendi yaptıklarımla övünürken, o beni çoktan geçmişti. Hala Alev dediğime bakmayın, ismini bilmiyordum. Adını sordum, Alev dedi. Şüphelerim geri dönmüştü, beynim nerede duracağını bilmiyordu, sakız gibi uzatmıştı şakayı. Herşeyin bir sınırı vardı, o ana kadar yaptıklarının hepsini bir yere kadar anlayışla karşılasam da bu bardağı taşıran son damlaydı. Tam kafama okkalı bir yumruk geçirecekken Alev güldü “Tüm gece bana Alev deyip durdun, nerden estiyse artık. Gerçek adım Arzu”. Alev kadar olmasa da güzel isimdi Arzu, tutku vardı içinde. R içermesi telaffuz ederken biraz zorluk çıkartacaktı ama olsun, yine de hoş isimdi.