28 Şubat 2009 Cumartesi

Yıkılamayan Kalıplar

“Abi, herşeyi olduğu gibi kabullenmeyin. Dogmatik bilgi diye birşey yoktur, sorgulamanız lazım, kafa yorup gerçek hakikata ulaşmayı en azından denemeniz lazım. Sonra ne farkınız kalır habire küfür ettiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin %47’lik kesminden, sırf başka partiye oy verdiniz diye kendinizi üstün mü görüyorsunuz, onlar da yobaz siz de” dedim. İlk defa birşey anlatırken kendimden bu kadar emindim. Mitingteki parti lideri, okuldaki müdür, kadın programındaki teyze gibi hedefe kilitlenmiş önüme çıkan herşeyi bir çığ gibi eziyordum.

Masadaki kimse sesini çıkartmıyordu, aslında hiçbiri benimle aynı fikirde değildi ama o kadar dominanttım ki kimsenin götü yemiyordu itiraz etmeye. Bu sessizlik beni sıkmaya başlamıştı artık, beşinci vitesteyken durmak yakışmadı bana “Sizleri de suçlayamıyorum ki, çocukluğunuzdan beri beyniniz yıkanmış. Artık benimsediğiniz gerçekleri yadırgamak zor bir süreç, ama bir yerden sonra gözlerinizi açmanız gerek, bugüne kadar öğrendiğiniz herşeyin kocaman bir yalan olduğunu, ailenizin, öğretmenlerinizin, dostlarınızın size yalan söylediğini doğru bildiğiniz herşeyin yanlış olduğunu kabullenmelisiniz beyler”

O tahta gıcırdamasıyla eşdeğer gıcıklıktaki sessizlik bütün gürültüsüyle devam ediyordu. Duvardaki yankımla konuşuyordum resmen, kimsenin olumlu ya da olumsuz bir tepkisi yoktu. Bir noktadan sonra “Haydi arkadaşlar, birşey desenize” demek zorunda kaldım. Bu kadar efsanevi sözler ederken birilerinin öyle ya da böyle birşeyler eklemesi gerekiyordu. Kamil “Sana katılmıyorum” dedi, “Bırak da heteroseksüeller konuşsun” diyerek zaten bir boka benzemeyeceği dünden belli konuşmasını başlamadan bitirdim.

Kamil’in bu serzenişi diğerlerini cesaretlendirmişti, o bile bana katılmadığını söyleyebildiyse el ele verip benim teorimi çökertebileceklerini düşünmeye başlamışlardı. İsmail “Kardeşim sen değil misin ben bu halkın sesiyim diyen, o zaman neden herkesin kabullendiği birşeyi yadırgamamızı talep ediyorsun” dedi. Ardından Koray sazı eline aldı “Baba dogmatik bilgi yoktur diyorsun da yukarıda Allah var, onun varlığını inkar edemezsin ki, sonuçta o bize görünmese de Peygamber yollamış, kitap indirmiş, sen şimdi ben ateistim mi demek istiyorsun bu çıkışınla”. Peşinden Oğuz “Abi bazı şeyler hakkında bu kadar düşünmemen lazım, kafayı yersin”.

Yanlış insanlarla arkadaşlık ediyordum, herbiri dar vizyonlu, sığ, boşuna oksijen tüketen mahlukatlardı. Dost diye bağrıma bastıklarımın hepsi gerçekten korkan, “Aman hacı ben mi değiştireceğim dünyayı” diyecek kadar kolpa çıkmıştı, ama yine kısık da olsa bir ışık görüyordum onlarda. Sonuçta bunlar seçilmiş kişilerdi, onlar anlamazsa kimse anlayamazdı beni.

“Beyler, demagoji yapıyorsunuz. Şimdi İsmail sana göre ben halktan kopuk biriyim yani, entelim ben eziyorum insanları bu mu demek istediğin; ben halk aydınlansın, artık karanlık cehalet kalmasın diye debeleniyorum burada. Peki sen Koray, şurada sosyolojik bir çözümlemede bulunuyorum sen bana Allah’dan bahsediyorsun. Abi bak O’nun adını ağzıma alırken bile dudaklarım titriyor, herşeyi yaratandan bahsediyoruz, elbette O’nun varlığını inkar etmiyorum, sadece O’nun yarattıklarının bize yalan söylediğini, hepimizi kandırdığını anlatmaya çalışıyorum. Ve sen Oğuz, ben senin gibi alemci birisi değilim. Sen Taksim’de ortamlara akarken ben kitap okuyor, herşeye saatlerce kafa yoruyorum, o yüzden sakın bana “Abi akşam Pi’ye gidelim kızlar da gelecek” deme.”

Korkuyorlardı, konuyu saptırmalarının tek nedeni buydu. Bugüne kadar yaşadıklarının yalan olmasından, gerçeği kabullendikten sonra diğer cahiller tarafından dışlanacaklarından korkuyorlardı. Dünyayı değiştirebilecek cesaret yoktu hiçbirinde.

“Benim hedefim büyük arkadaşlar! Belki size göre saçmalıyorum, hatta kamuoyu bu düşüncelerimi küçük görebilir, onlarla alay edebilir, hatta bütün dünyanın taşşak geçeceği bir adam bile olabilirim, ama Tanrı şahidim olsun bu nesil değil belki ama çocuklarınız bana teşekkür edecek.”

Kare masadaki arkadaşlarımın hepsi bana korku dolu gözlerle bakıyordu, büyük ihtimalle keçileri kaçırdığımı, fazla kafa yormanın beyinciğimde kısa devreye sebebiyet verdiğini düşünüyorlardı. Kamil’in sivilce dolu yanakları parlıyordu. Evet, ayın yüzeyinden bile daha pürüzlü, hayatımda gördüğüm en iğrenç et tabakalarında bile bir ışık hüzmesi vardı, bunun tek bir açıklaması olabilirdi, Kamil ağlıyordu.

Ani bir hareketle Kamil’in omuzlarından tutup duvara yapıştırdım “Neden korkuyorsun ha söyle, hayatım boyunca ezdim seni, elime geçen her fırsatta alay ettim seninle. Biliyorum içten içe kıl oluyorsun ama Kamil ben bugüne kadar sana hiç yalan söylemedim, tamam belki herkese bilgisayarında gay pornosu bulduğumu söylemem bir iftiraydı ama gençliğime ver bunu, bembeyaz bir yalandı bu insanları eğlendirmek için. Gözlerimin içine bak Kamil, gerçeği kabullenecek kadar erkek misin, yoksa yıllardır geçtiğim dalgaların hepsi doğru muydu, ibne misin sen?”

Kamil ağlamanın bir üst seviyesi olan hönkürmeye başladı, hayatımda ilk defa tanıdığım birini bu kadar üzgün görüyordum. Dizlerinin üstüne çöktü, kafasını bacaklarının arasında koymuş hıçkırıyordu. Kontrolden çıkmıştım artık, ortamın yaşça en büyüğü Koray beni uzaklaştırdı Kamil’den. Devrim uğruna kaç yıllık arkadaşım Kamil’i ne hale getirmiştim, ama bu bir bahane olamazdı. Eğer birşeyler değişecekse daha çok gözyaşı hatta kan akacaktı.

En zayıf halkaydı Kamil, onun bu acınası hali vicdanı olan bütün canlıların yüreğini burkacak bir manzaraydı, insanlığımdan şüphe duyan masadakilerin benim diktatörlüğüme dayanacak bir damla sabrı kalmamıştı. İlk hançeri İsmail soktu “Abi ben onu bunu bilmem, kaybettin”. İsmail’in bu hamlesi odada bir uğultuya sebebiyet vermişti, hatta bu başkaldırı Kamil’e bile güç verip ayaklandırmıştı. Yardakçılarım isyan ediyordu bana, hepsi birer Brütüs, birer Hüsamettin Özkan’dı artık.

“Beyler beni dinleyin, iddiayı kaybeden çöpü atacaktı, ama ben kaybetmedim, o yüzden kusura bakmayın, çöp möp atamam bu soğukta” dedim. Hep bir ağızdan çığlıklar yükseliyordu, Tribün Ateşi’nde Adnan Aybaba saçmaladıktan sonra Hayri Hiçler nasıl cinnet geçiriyorsa, dostlarım da öyle itiraz etmeye başladılar. Oğuz “Bu yaptığın hileciliktir abi, oyunun kuralları açık kaybettin işte”, Koray “Sözünde durmamak sana yakışmaz” hatta Kamil bile birşeyler demişti ama az önce hönkürdüğü için sesi titriyordu, ne dediğini seçemedim.

“Akıl var mantık var, taş makası kırararak makas ise kağıdı keserek etkisiz hale getirir. Ama kağıt taşı sardığında o taşa ne etkisi nedir? O taş yine makası kıramaz mı, denize belirli hız ve açıyla attığın zaman sekmez mi, mahalle arasında kale direği olarak kullanılmaz mı, taşı bırak kağıt istersen alimünyum folyo ile sar o taş her yerde taştır.” dedim. “Abi sana göre taşın bir hile bir God Mode olması gerekiyor, oyunun mantığına aykırı bu.”diye itiraz etti Oğuz, “Bu oyuna girerken taşın kağıda kaybettiğini biliyordun, insanoğlu tarihin başından beri bu oyunu kağıdın taşı sarıp elemesiyle oynuyor” diye sıkıştırdı beni Koray. Dört bir yanım da sarılmıştı:

“Abi zaten son cümlenle benim haklı olduğumu kabul ediyorsun sen de. Bak tarihi devirlere Taş Devri var hem de iki tane, nerede Kağıt Devri, haydi gösterin bana Makas Devri’ni, gösteremezsiniz. Kapitalizmin kirlettiği dünyamızda, materyalizmin ırzına geçtiği insanlar bu iki canavar yokken mis gibi yaşıyorlarmış. En iyi dostları taşmış işte;buna ne diyeceksiniz peki? Kaybedilen masumiyettir taş, insanlığın kurtuluşudur!”

Karaya vurmuş bir balığın çırpınışları kadar etkisizdi son sözlerim, kabullenmeliydim artık benim dostlarım Melih Gökçek’i hala belediye başkanı seçecek Ankara halkı gibi gerizekalı değildi. “Taş-Kağıt-Makas”ta kaybetmiştim, sabaha kadar demagoji yapsam bile bu gerçeği değiştirmem mümkün değildi. Daha önce de yenilmiştim ama ilk defa bu kadar itiraz ettim, hatta insanlık tarihindeki en kapsamlı Taş-Kağıt-Makas sorgulamasını yaptım, neden mi? Çünkü Kamil’di bu sefer beni yenen.

27 Şubat 2009 Cuma

Armut

Arkadaşımla bir yan projeye başladık, adı "Armudun İki Yarısı". Konsept ise her hafta rastgele seçilen bir kelimeden yola çıkarak birer yazı yazmak. Tavsiyem önce benim sonra Onur'un yazılarını okumanız; zira kendisi biraz Dali'dir, ben ise biliyorsunuz deliyim sadece.

http://armudunikiyarisi.blogspot.com/

23 Şubat 2009 Pazartesi

Gaymil

Teras katta oturuyoruz şu anda. Bundan önce kendimi bildim bileli hep zemin kattaydık, asansör kültürüm sıfırdı. Apartman kapısını açmaya çalışan dilencilerin, satıcıların, adres soranların bir numaralı tercihi olmak gibi dezavantajları vardı ama yine de seviyordum zemin katı. Yazın serin oluyordu bir kere, klimaya falan hiç gerek kalmıyordu. Apartman kapısını açar açmaz eve de girmiş sayılıyordum, ne bileyim canın sıkıldı mı eve balkondan atlıyordum.

Balkon deyince aklıma geldi. Bir gün cenabetlikte sınır tanımayan arkadaşım Kamil’le başımızdan ilginç bir badire geçti. O zaman daha ADSL yeni yeni yaygınlaşıyor, internetten video falan bulmak zor, bulunsa bile 56 K ile indirmek apayrı bir dert. Zamanında pek sevdiğim grup Annihilator’un “All For You” isimli klibinin bulunduğu bir CD varmış Kamil’de, gidip onu alacağız. Ama Kamil ve ben bir araya geldik mi kesin bir hikaye çıkıyor ortaya.

Mesela bir keresinde evde kimse yokken arkadaşları çağırmıştım. Bir yerden Playstation kiralayıp sabaha kadar oynayacaktık. Neyse açtık PES’i kapışıyoruz falan derken Kamil geldi eve, inanır mısınız sevgili okurlar adam ceketini asar asmaz elektrikler kesildi. Gece bire doğru geri geldi öyle oynadık ancak, sonra sabah haberlerde gördük bütün Ege’de elektrikler kesilmiş. Hatta hiç unutmam Fransa – Brezilya maçı vardı 2006 Dünya Kupası, Ege’de kimse izleyememiş o maçı, turistler isyan etmiş tarzı haberler dönmüştü.

İşte böyle bir adamdır Kamil, ama yanlış anlamayın asla abdestsiz gezmez. Adamın kaderinde var bir uğursuzluk. Neyse sevgili okurlar gittik Kamil’in evine CD’yi alacağız, Kamil ceplerini yokladı ne dese beğenirsiniz, anahtarlarını unutmuş. Ben geleneksel hale gelen küfürlerimi saydırmaya ve kendisinin homoseksüel olduğunu yüksek sesle belirtmeye başladım. Kendisi de gücendi tabi bu sözlerime ve beni yanıltmak için ne pahasına olursa olsun eve girip o CD’yi almaya karar verdi.

O da zemin katta oturuyordu, balkondan girmeyi denedi ilk ama başarılı olamadı. Baktım pencereleri falan zorluyor “Olm siktir et lan, sonra alırım” dedim ama Kamil’in gözü dönmüştü. Kaç defa arkadaşlarımın önünde kendisine gay demiştim, PES’teki sayısız zaferlerime, her maçta fark atışıma sinirlenmişti artık Kamil.

Kamil en sevdiğim arkadaşlarımdan biridir çünkü yenilmeye mahkum olsa da asla oynamayı bırakmaz. Adama 8 atarım bana bir gol attığı için sevinir, sürekli taşşak geçerim ama bana mısın demez, böyle güzel bir insandır Kamil. Ama şansımı fazla zorlamıştım sanırım, o da insandı sonuçta.

İçeri giremiyorduk, Kamil ise belki de hayatında ilk defa bir işi düzgün yapmak istiyordu. Benimle gel dedi, beraber apartmanın bodrumuna indik. Bir an Ocean’s Eleven filmidenki gibi atraksiyonlara gireceğimizi düşünsem de Kamil bir tornavida aldı, çıktık yeniden yeryüzüne.

Eğil dedi. İlk başta anlam veremedim, ama sonra herşey yerine oturmaya başladı. Kamil bana karşı içten içe kin besliyordu, benden iki yaş büyük olmasına rağmen arkadaşlığımızda dominant olan taraf bendim. Üstelik kendisine sürekli aralıklarla pasif ibne diyordum. Kamil’in elindeki delici alet –yanlış anlaşılmasın tornavidadan bahsediyorum- yapbozun son eksik parçasıydı. Kamil sevgili yazarınızın ırzına geçmek üzereydi.

Ama öyle değilmiş sevgili okurlar, sırtıma çıkmak istiyormuş. Belki içinizde izlemiş olanlar vardır, Edward Norton’un başrolünü oynadığı “American History X” diye gayet güzel bir film. Bir sahnesinde Edward Norton hapishaneye düşüyor ve diğerleriyle iş birliği yapmadığı için duş alırken tecavüze uğruyor. İşte o filmi izlediğimden beri en büyük korkum tecavüze uğramak. Bazen kendimi milli istihbarat ajanlarının yerine koyuyorum da her türlü işkenceyi çektim diyelim gıkım çıkmaz ama birisi gelse “Domal, sikeceğiz seni” dese bülbül gibi öterim. Homofobi demek çok ağır kaçar, sonuçta insanların kendi tercihleri ama karşınızda elalemin sikini görmemek için zaman zaman lezbiyen filmlerini tercih eden birisi var. Yoksa herkesin cinsel tercihine saygı duyarım, penislerini benden uzak tuttukları sürece.

Gördüğünüz gibi yazıların “Giriş-Gelişme-Sonuç” bölümlerinden oluşması gerekirken benimkiler “Giriş-Gelişme-Konuyla tamamen alakasız hiçbir okurun işine yaraması asla mümkün olmayan ve genellikle kendimi küçük düşüren gereksiz bilgi-Sonuç” şeklinde gelişiyor.

Sırtta kalmıştık, Kamil’in planı sırtıma çıkıp camlardan birini elindeki tornavida ile etkisiz hale getirip eve sızmaktı. Dedim ya eski zamanlardı sevgili okurlar, Lost, Prison Break falan bilmiyoruz.

Kamil sırtımda pencereyi açmaya çalışıyor ama artık şanssızlığı mı yoksa kabiliyetsizliği mi diyelim bir türlü amacına ulaşamıyordu. Denizde fazla açıldığınızda sahile dönmek için sürekli kulaç atarsınız ama hiç yaklaşmamış gibi görünürsünüz, sanki kumsal kaçıyordur sizden; yürüyen merdivende ters istikamete gidiyormuş gibi bütün adımlarınızı boşa atarsınız, işte Kamil de o şekil zorluyordu camı.

Birinin sırtına çıkıp söylene söylene elindeki tornavidayla pencere açmaya çalışan adam elbet şüphe toplayan bir tablo. Kamil’in bacakları her ne kadar görüş açımı engellese de etraftaki apartmanlardan çıkan kafaları görebiliyordum. “Çabuk ol lan millet bakıyor olm” dedim Kamil’e. Bana sorun olmayacağını, 15 yıldır bu evde oturduklarını, bütün komşuların kendisini tanıdığını söyledi. Mantıklı bir açıklama olmasına rağmen Kamil’in ağzından çıktığı için pek etkili olmadı üzerimde.

Ve korktuğum başıma geldi sevgili okurlar. Evin önünden polis arabası geçti, işin komik tarafı geçip gitti. Kamil’e polis arabasının geçtiğini söyledim ama inanmadı zira o zamanlar çok puşt biriydim. İşletmede mastır yapmış, eline geçen her fırsatta milleti taşşağa almayı hedefleyen bir delikanlı imajı çiziyordum. Yalancı çoban bile benim yanımda Kemal Kılıçdaroğlu kalıyordu. Kamil doğal olarak siktiri çekti, hiçbir şey olmamış gibi pencereyi zorlamaya devam etti.

Birkaç saniye sonra polis arabası geri vitese alıp tam önümüzde durdu. Bir polis memuru “Napıyorsunuz gençler” diye sordu, “Abi ev bizim” dedim ve inanır mısınız anında gaza bastılar. Tabi araba geri viteste olduğu için biraz daha geri gitti, sonra birinci vitese çekip yollarına devam ettiler. Biz de eve girdik aldık CD’yi bizim eve geçtik. PES attık, fark koydum Kamil’e, dünya olağan yörüngüsinde dönmeye devam etti.

Kafama takıldı o gün, şimdi ben son derece ergen giyinsem –o gün de üzerimde uzun kollu mavi South Park vardı- böyle günün ortasında bir eve girip çıksam kimse şüphelenmez. Ters psikoloji işte sevgili okurlar, Death Note izlemiş olanlar bilir sayın L çok sık kullanır bunu, ama ben denedim birkaç defa hep yüzüme gözüme bulaştı. Böylesine derin planları dizilere bırakmak gerek sanırım.

Şu yazıya gece yarısı uğultuların sardığı evimde yazmaya başladım -hayır sevgili okurlar ben Starbucks’a gidip laptopuyla yazanlardan değilim- ne kadar alakasız birşey çıktı gördüğünüz üzere. Bu yazıdan da yola çıkarak aşağıdaki sorular sorulabilir:

-Bir yazı bu kadar mı ana fikrinden sapar?
-Yazar neden her defasında başka bir erkeğin kendisini taciz edeceğinden şüpheleniyor?
-Kamil gerçekten homoseksüel midir, açıklayınız.

Birbirinden değerli MİK okurları, şu maddeleri sıralarken aklıma ilginç bir fikir geldi. Bundan sonraki yazımın konusunu siz seçecekseniz, evet yanlış okumadınız. Tek yapmanız gereken istediğiniz konuyu yazıp yorum olarak yollamak. Şubat ayı bitmeden 31. Noter huzurunda yapılacak çekilişte şanslı okurumun hayali gerçekleşecek, ben namı diğer “Ben” seçtiği konuyu kaleme alacağım. Bu fırsatı kaçırma Türkiye!

16 Şubat 2009 Pazartesi

Maldonado

Öğrencilik hayatım boyunca süregelen bir konsantrasyon eksikliği vardı bende. Hiçbir zaman öğretmenin anlattıklarını dinlemezdim, daha doğrusu dinleyemezdim. Gereksiz gelirdi okulda gösterilenler. Arkadaşlarla makara yaparak, sıranın altından Kemik ya da Posta okuyarak, olmadı Gameboy oynayarak geçirirdim dersleri. İşte bu uğraşlarım ve uzun boyumdan dolayı hep en arka sıradaydım, ta ki seninle tanışana kadar.

Sen hayatıma girdikten sonra en arkanın bir önünü mesken edindim kendime, çünkü seni izleyebileceğim en iyi koordinattı orası. Yanına oturursam profilinle yetinmek zorunda kalacaktım, hayır en güzel açıyı bir önündeki sırada yakalıyordum. Derste hocanın dedikleri bir kulağıma bile girmiyordu çünkü beş duyum da sana odaklanmış ziyafet çekmekle meşguldü.

Seni gözetlediğimi farkedince kaçırıyordun her bakışımda içlerinde kaybolduğum gözlerini, o kadar tatlı oluyordun ki göz hapsimden firar etmeye çalışırken. İşe yaramadığını anlayınca ellerinle kapatıyordun biblovari yüzünü. Zarif parmaklarını okşuyordum, kafanı çeviriyordun bu sefer. Saçlarını kokluyordum, artık kaçacak yerin olmadığını anlayınca pes ediyordun. Eşsiz mimiklerinle “Hoca bakıyor önüne dön” mesajını hiç zaman kaybetmeden veriyordun bana, seni kırmayıp on dakika ara veriyordum ben de. Kafamı sıraya yaslıyıp uyuyor numarasına yatıyordum ama asıl yaptığım şey sıranın arasından bacaklarını, ayakkabılarını izlemekti. Normalde hiç hoşlaşmadığım kot pantolon ve Converse ayakkabılar artık sahiplerinin hatrından dolayı olsa gerek, bir ayrı duruyordu.

Kabul et lütfen, asla sana dokunmamı istemedin. Tanıştığımız günden beri sevdin beni, güleryüzünü eksik etmedin hiç, sana karşı beslediğim derin duyguların hakkını vermek için elinden gelen herşeyi yaptın. Fakat asla beni “erkeğin” olarak görmedin, ikimizin aynı ilişkiyi, evi, kısacası hayatı paylaşmamız fikri hiçbir zaman aklının ucundan bile geçmedi. Senden önce hayatıma hem fiziksel hem de zihinsel estetiğe sahip biri girmediğinden, itiraz edemedim bu isteğine. Gözlerimle kavradım vucudunu, kulaklarımla hissettim dudaklarını, burnumla okşadım saçlarını, birlikte geçirdiğimiz zaman zarfında tatma ve hissetme duyularım köreldi…

Sen geleceği parlak, tribünlerin sevgilisi dört dörtlük bir santrafordun. Ben ise işe yaramaz bir ortasaha oyuncusu. Daha kariyerlerimize yeni başladığımız için aynı takımdaydık.

Bir lig maçında sakatlıklardan dolayı forma şansı bulmuştum. Son dakikalara yaklaşırken gol sesi çıkmamıştı hala. Rakip takım korner atışı kullanacaktı, neredeyse bütün oyuncularıyla yarı sahamıza gelmişlerdi. Ben ise hava toplarındaki kötü zamanlamamdan dolayı ceza sahasının dışında bekliyordum.

Korner atışı kullanıldı, sol bekimiz ön direkte kafayla uzaklaştırdı topu. Çok sert kesilmiş bir orta olduğu için top bir anda önüme düştü. Etrafımda metrekaralerce boş alan vardı, ileride seni gördüm. Belki de profesyonel futbol hayatında ilk defa yoğun adam markajında değildin. İleriye atacağım bir top ile rakip kaleye gidebilir ve bitirici bir vuruşla son dakikada skoru lehimize değiştirebilirdin.

Ama benim o pası atacak teknik kapasite ve oyun vizyonuna sahip olmadığımı bildiğinden defans arkasına koşu yapmadın. Ofsayta düşmemek için bekledin olduğun yerde, ben de geri pas attım. Tribünleri dolduran binlerce taraftar annem, olmayan kız arkadaşım, hatta hayata uzun yıllar önce gözlerini yummuş ebem hakkında ileri geri söylemlerde bulundu hep bir ağızdan.

Sen benim gibi molozlarla aynı takımda olmayı haketmiyordun, o pası sana Fabregas'ın, Kaka'nın, Messi'nin atması gerekiyordu. Geleceğin parlaktı, eğer bir sakatlık geçirmezsen üst düzey takımlarda forma şansı bulman işten bile değildi.

Yine de maçtan sonra yanıma gelip “İyi oynadın, çalışmaya devam et” dedin bana. Seni diğer yıldızlardan ayıran, apayrı yapan özellik de buydu işte. C Ronaldo gibi orospu çocuğu olmamıştın, ilgi seni olgunlaştırmış, her futbolcunun aynı sahayı paylaşmayı hayal ettiği, milyonların sevgisini kazanmış bir futbol ilahına dönüşmüştün.

O maçtan sonra tesislerde gözüme uyku girmedi. Korkaklığımdan dolayı maçı kazandırma, camiada daha da önemlisi senin gönlünde yer edinme şansını tepmiştim. O gece yemin ettim kendime, eğer bir daha benzer bir pozisyon olursa en azından o pası atmayı deniyecektim; büyük ihtimalle top taca ya da auta gidecekti gerçi.

Bir sonraki maç yedek kulubesindeydim. Elime gelen şansı iyi değerlendiremediğim için koltuk ısıtıcısı görevini vermişti bana teknik direktör. Benden bir bok olmayacağını anlayınca takımın eski yıldızı Serkan'ı yeniden transfer etmişti başkan. Onunla oynuyordun artık, yüksek fizik gücü, teknik sol ayağı, liderlik vasıfları,oyunun iki yönünü de oynaması, engin tecrübesi... Aradığın oyun kurucuya kavuşmuştun en sonunda. Seni istediğin noktalarda topla buluşturabilen, adam eksiltme özelliğiyle boş alan yaratan, rakip defansın arkasına attığı ara paslarla takım arkadaşlarını gollük pozisyonlara sokan bir forvet arkasıydı Serkan. Birbirinden başarılı maçlardan sonra onunla basın toplantılarına katılıyor, kulup dergisine beraber roportaj veriyor, izin günlerinde onunla "alemlere akıyordun".

Bunlara rağmen meşin yuvarlak ayağına geldiğinde bilekleri titreyen, top kaybı yapmamak için en yakınındaki takım arkadaşına yan pas atan, yedek kulubesindeki koltuklarda götünün izi çıkmış bu şapşal, her defasında senin ne kadar örnek bir sporcu olduğunu tekrarlayan takım arkadaşını özlüyorsundur eminim.

Ama futbol tanrılarının başka planları varmış ikimiz için. Sen onların en sevdiği kullarından biriydin, kutsanmış bileklerinle hem bu hem de öbür dünyadakileri büyüleyen bir virtüozdün. Senin kalibrendeki bir oyuncunun benimle santra atışı kullanması futbol tanrılarına bir hakaret olurdu ancak. Sen Şampiyonlar Ligi için yaratılmıştın, ben ise amatör küme…

Bilmiyorum bundan sonra senin kadar yetenekli biriyle aynı formayı paylaşabilir miyim. Hadi şans yine yüzüme güldü diyelim, bu sefer ileriye oynayacağım. Top stadyumun dışına çıksa bile, tribünler “Baban da mı minareciydi” tezahüratı yapsa bile, deniyeceğim o arapası.

Asla kolektif düşünmedin ikimizi. Ben bir yıldız değildim, ama faydalı bir oyuncuydum. Hani düzenli forma şansı bulmasa da her takıma lazım futbolculardan. Teknik becerilerim kısıtlıydı, kondisyonum da pek yüksek sayılmazdı. Futbol aşkıyla yanıp tutuşan bir gençtim sadece, tek artım buydu. Cezalar ve sakatlıklar idi benim ortaklarım, ancak onlar sayesinde beraber olabiliyorduk sahada. Antremanda Serkan’a çift dalarak aşil tendonunda birinci dereceden yırtığa sebeb olmayı düşündüm bir ara, ama kalıcı çözüm olamazdı bu. Üstelik senin üzüldüğünü görmektense, futbolu bırakırdım daha iyi.

Keşke bu kadar güzel olmasaydın, belki o zaman birlikte olabilirdik. Boyun kısa, götün büyük, kaşların kalın ve birleşik olsaydı, işte o zaman beraber yaşlanabilirdik bir ihtimal. Ama sen zarafetin vücut bulmuş haliydin. Olası bir aşkımız yalnızca romantik-komedi filmlerinde mümkündü...

Şüphesiz bana çok şey öğrettin. Bunlardan en önemlisi ise sanılanın aksine gönlün sadece ota konduğu gerçeği. Bu yüzden kızamıyorum sana, “Ben seni elalemin asistleriyle gol at diye mi sevdim orospu!” diye haykıramıyorum maçlarını izlerken. Üst düzey oyuncular yerine top sektirmeyi beceremeyen bir kazmayı seçmeni düşünmek, dünya barışından bile daha ütopik.

Hayatımın en mutlu günlerini seninle geçirdim, her ne kadar senin kurallarınla oynasak da. Ama artık kendi kaleme gol atmaktan usanmış, hep başkalarının yedeği olmaktan bıkmıştım, o yüzden bıraktım seninle oynamayı. Topumu alıp evimin yolunu tuttum.

Skor tabelasına bakıp suçlu aramak haksızlık bazen. Hata kimindi burada; senin Fair-play ruhun mu, benim kazmalığım mı, Serkan’ın yetenekleri mi? Ne sana, ne kendime, ne de ona kızamıyorum. Belki de takımı maç kaybetmiş kulüp başkanları gibi hakemi suçlamalıyım, ama hiçbirşeyi değiştirmeyeceğini biliyorum…



















…tıpkı bu yazı gibi.

13 Şubat 2009 Cuma

Ayak Kokusu Ve Otobüs Uğultuları

Geçen hafta dört günlük bir Denizli kaçamağı yapayım dedim, çokluğunun bokluğuna hayli yansıdığı bu lanet şehirden uzaklaşmam gerekiyordu. Otobüs yolculuklarını hiç sevmezdim küçükken ama geliştirdiğim bir teknikle yollar artık vız geliyor bana. Hayatınızın geri kalanında hiçbir işe yaramayacak bilgilerle dolu yazılarımda bu sefer sizlere büyük bir kamu hizmeti sunacağım sevgili okurlarım.

“Müzik sarhoşluğu” adını verdiğim bu yöntem sayesinde otobüs yolculukları rahatsızlık dolu saatler, sıkışan diz kapakları, saya saya bitmeyen elektrik direkleri, bir lira verip de umumi tuvalette işeyememenin verdiği inanılmaz acıdan ibaret olmayacak.

Şimdi en sevdiğiniz albümü -ben şahsen Between The Buried And Me'nin Colors isimli şaheserini kullanırım- klasör halinde MP3 çalarınıza atıyorsunuz. Yolda giderken uyumak hayli zor ama 5-10 dakikalık şekerlemeler özellikle gece yolcukluklarının kaçınılmazlarından. Benim kullandığım taktikle aralıksız çalıyor müzik, hiç kapatmıyorum, nasıl olsa otobüste uyuma özürlü biriyim. İşte tam bu 5-10 dakikalık kaçamaklarda “White Wall” çığlığıyla uyanmak, kendine tam gelmemişken o müthiş soloyu orta kulaklarımda hissetmek kelimelerle anlatamayacağım bir haz.

Colors dolu bir yolculuğu hayal ederken kader yine aduket çekti bana sevgili okurlar. 4 yıllık emektar MP3 çalarım yola çıkacağım gün bozuldu. Otuz kere firmware güncellemesi yapsam da bana mısın demedi alet. Hayatımın en zorlu yolculuğundan sonra Denizli'ye beyin amcıklanması geçirmiş bir vaziyette ulaştım.

İlk durak Denizli'deki favori mekanım Erdoğanların evine uğradım. Annesinin eşsiz yemekleri, abisinin kral sohbeti, ailenin tamamına yayılmış samimiyet ve daha birçok nedeni var Aydın ailesine misafir olma farkını seçmemin.

Aydınlar -kabul ediyorum fazla amerikanvari bir hitap oldu- son derece iyi niyetli ve ağzına geleni söyleyen insanlardır. Eve adımımı atar atmaz Erdoğan ayaklarımın koktuğunu ve ayaklarımı yıkamamı, hatta mümkünse çamaşır suyu da kullanmamı son derece direkt bir şekilde belirtti.

Evet ayaklarım kokuyordu, zira 12 saatlik bir yoldan gelmiştim, hiç de alınmadım bu söylemine. Alınmam için bir sebep de yok zaten, gelmeden ayaklarıma deodorant mı süreyim yani nedir çaresi.

Ama nedendir bilinmez insanlar her zaman inkar ediyor ayaklarının koktuğunu, sanki utanılcak birşey amına koyayım. Hani fazla yemek yersen koca götlü olursun, çalışmazsan sınavlardan çakarsın, kendine bakmazsan kızlar da sana bakmaz ama ayakların kokuyorsa ne yapılabilir soruyorum sizlere.

Bunun için üretilmiş tabanlar, kremler falan var ama bende onlara verecek para yok. Uzun yolculuklardan sonra ayak yıkamak, çorap değiştirmek, ayağa kolanya dökmek, osurarak ayak kokusunu saf dışı bırakmak gibi çarelere başvurmak zorundayım.

İnsanlar çok anlamsız yere utanıyor bazen, ayak kokusu bunlardan sadece biri. Dikkatimi en çok çekenlerden biri de horlama. Herkes asla horlamadığını, gecenin yarısı evi inletenin başkası olduğunu iddia eder. Valla ben bu mantığı hala çözebilmiş değilim, bir insan nasıl horlayıp horlamadığını farkeder, uyurken odaya kamera yerleştirip sabah kontrol mü ediyorlar, yoksa horlarken rüyalarında da mı duyuluyor o ses. Başkası horluyorsun dediğinde de inanmıyor burnuna soktuklarımının!

Horlayıp horlamadığım konusunda kesin bir bilgim yok. Yıllardır ananemle aynı evde yaşadığımdan dolayı horultu ile uyuyabilme yetisine sahibimdir, ama herkes ananem gibi horalmıyor malesef. Ananem bir saat gibi sekronize horlar, belirli bir zaman diliminden sonra kulaklarım buna alışır ve hafif olan uykuma dalarım. Ama bazı terbiyesizler ritmsiz horluyor. Bir iç çekişten sonra dışarıya hava püskürtmenin kaç salise sonra geleceğini bir türlü kestiremediğin için de uykumun içine ediliyor.

Anlamsız utançlardan bir diğeri de yaşlılık. Özellikle bayanlarda görülen bir gereksizlik bu. Üstüne utanmadan “Bayanlara yaş sorulmaz” kuralı geliştirilmiş. Hayır sorsam nolur sormasan nolur, 42 yaşında olmanın saklanılcak neresi vardır. Şimdi birisi gerçek yaşını öğrendiğinde “Vay be amına kodumunun orospusu 42 yaşına girmiş, insan biraz yavaş yaşlanır lan” mı diyecek. Bu ne kolpalıktır, diğer insanlar gibi 365 günde bir yıl daha yaşlanmanın utanılcak nesi var?Sanki bir makine var amına koyayım, içine girince donacaksın daha sonra çözecekler seni doğum tarihinin üzerinden 291 yıl geçmesine rağmen 38 yaşında olacaksın.

İnsanların 42 yaşına geldim, bugüne kadar kime ne faydam dokunmuştur, kaç kişinin kalbini kırmışımdır, ne kadar hayır duası aldım, acaba cennete yetecek kadar repim var mı diye düşünmek yerine yok genç göstermekmiş, ayağının kokmamasıymış, horlamamakmış böyle anlamsız şeylere kafa yormaları beni dellendiriyor sevgili okurlar.

Ulan diyorum içimden namusunun bacak arasındaki bir zara baktığı, huzurun cebinin doluluğuyla doğru orantılı olduğu, sevginin karşılıklı çıkarlara bağlandığı bir dünyada ne sikim yemeye geldik. Detaylarda kaybolan, hakikatları unutan bir canlı insanoğlu...

Ama felsefe yaparak sizleri sıkacak değilim, çünkü sizler benim canlarımsınız sevgili okurlar. Bundan bir önceki yazıma gelen yorumlar gönül deryamı coşturdu, bir yerine iki yazı yazmaya karar verdim evet bundan sonraki kısım farklı bir yazı öncekiyle az çok paralellik olacak, değişik birşey deniyorum umarım hoşunuza gider.

Değerli insan Oğuz Arı ile İzmir'e gitme kararı almıştık. Herkesin somestırı bittiğinde bizimki yeni başlıyordu henüz ama yine de başka bir şehre gitmek, olası maceralara atılmak için can atıyordum. Oğuz çok değişik bir adam, sınavda sınava görüyordum sadece, tam bir “alttan ders alan üst sınıf” modeli çiziyordu, sonra öğrendim ki aynı sınıftaymışız ama derse girmiyormuş hiç.

Dil sınıfında kafa dengi bir adam bulundu mu sıkı sıkıya yapışmak gerekiyor sevgili okurlar. Zira ortam sik gibi birşey paylaşalıbilecek birine kenetlenme içgüdüsü oluyor insanda. İşte Oğuz ile aramızda böyle bir arkadaşlık var, daha adamı tanıyalı beş gün oldu ama beraber İzmir'e gitmeye karar verdik gerisini siz düşünün.

Ben de herkese anlatıyordum İzmir'e gideceğimi, bütün planlarımı -çok dolu bir hayatım var sanki de- Cumartesi sabahı İzmir'de olmak üzere ayarlamıştım. Perşembe akşamı tam yatacakken Oğuz'dan MSN'e girmem gerektiğini söyleyen bir mesaj geldi.

Dediğim gibi Oğuz hiç okula gelmeyen bir adam, hazırlıkta da sınavdan sınava uğramış. Şimdi bizim okulumuz 1453'ten beri bir adım bile ileri atmadığı için diğer üniversitelerin aksine öğrencilerinin askerlikle ilgili belgelerini ilgili kurumlara yollamıyor. Bunun yerine belgeleri öğrencilerin almasını ve en yakınlarındaki askerlik şubesine teslim etmelerini bekliyor.

Hal böyle olunca, okulla uzaktan yakından alakası olmayan Oğuz geçen yıl öğrenci olduğunu orduya bildirmemiş. Sevgili inzibatlar da Oğuz'u dört aylık asker kaçağı olmakla suçlayıp içeri almaya çalışmışlar. Bütün bunlar İzmir'e olası seyahatimizden bir gün önce oluyor.

Yapılabilecek birşey yok tabi, iptal olmuştu gezi. Sonra aklıma dank etti, canımdan çok sevdiğim memleketim Denizli'ye gitmek. Kalacak ev bol zaten,burs Cuma yatacak kafa dinlerim biraz. Oğuz'un asker kaçaklığı hayırlı bir işe vesile oldu anlayacağınız.

Tüm günümü planlamıştım, sabahtan bursu çekecek, Denizli Seyahat'ten bileti alacak, oradan Penguen'e gidip yazı gösterecek, gece ise müzik sarhoşu olup Cumartesi sabahı Denizli'ye varacaktım.

İlk iş bursu çekmek için Ziraat Bankası ATM'sine gittim.Başbakanlık bursu her ayın altısında yatıyor, Cuma diye bahsettiğim de 6 Şubattır, sıfatında hayır olmayan burs yatmamış sevgili okurlar. Daha sonra denemek üzere evime geri döndüm, zira hangi yazıyı götüreceğimi seçmem gerekiyordu.

Düşündüm, taşındım yine eşeğimi sağlam kazığa bağlayıp “Bir Eşek Kadar Olamadım”ı seçtim. Yeni bilgisayarımda son derece eski yazıcıma uyumlu bir giriş olmadığı için başka yerlerden çıkartıyorum yazıları, aynı zamanda flash bellek görevi üstlenen MP3 çalarımı taktım makineye, hata verdi. Firmware güncellerim düzelir diye düşündüm ama Penguen'in amatör saati başlamak üzereydi, zamanım yoktu usbsi boklu aletle uğraşmaya.

Kuzenim bir kutu boş DVD almış fakat bilgisayarında DVD yazıcısı yerine DVD okuyucu olduğunu öğrenince bana vermişti malları. Beleş olmasının verdiği gazla 0.7 Mblık belgeyi 4.5 Gblık DVD'ye pervasızca yazdım sevgili okurlar.

Hemen akabinde fotokopi merkezine gittim. DVD'yi uzattığımda eleman 15-20 saniye boyunca DVD'ye baktı, içeriğine değil sevgili okurlar elinde tutup baktı adam. Sonra DVD'yi yerleştirdi ve sadece bir Word belgesiyle karşılaşınca bastı kahkahayı. Heralde benim Rapidshare'den dosya indirmeyi beceremeyen mallardan biri olduğumu düşünmüştü. “Abi flash disk bozuldu, dönem ödevi bu ondan DVD'ye yazdım” diye savunmaya geçtim, bilmiyorum inanmış mıdır, inanmasa da sikime kadar yolu var gerçi ama yine de adama taşşak malzemesi olmak koymadı desem yalan olur. Keşke DVD dolu gözüksün diye birkaç film atsaydım diye iç geçirdim.

Çıkarttırdım 10 sayfalık mini-romanımı bir de ciltlettirdim, tuttum Taksim'in yolunu.O eski belediye otobüslerinde hiç kesilmeyen uğultu ne kadar çekilmezmiş farkına vardım, kitap okumaya çalışsam da aklım hep yandaki teyzenin dedikodularına takıldı.

Taksim'e vardığımda internetten aldığım adresi sormaya başladım herkese fakat bir Allah'ın kulu Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Anadolu Sokak No:2 Daire:4 nerede bilmez mi? Aynı dükkanların önünden geçiyordum sürekli, hep merak etmişimdir neden her daim İstiklal Caddesi'nde bir kalabalık vardır, sürekli inip çıkarlar diye, işte o sorunun cevabı bendim. Kuru insan kalabalığına karışmış, her geçen dakika daha da sert adımlarla dağlıyordum yeri.

Yürümeyi bıraktım, kafamı çalıştırmam gerekiyordu. Kendimi nispeten boş bir ara sokağa atıp gözyüzüne bakmaya başladım, kafama bir elma düşmesini bekledim. Tam bu esnada önünde dikildiğim kebapçılardan biri “Birader pide ister misin” diye sordu. İşte beklediğim elma o Doğulu kardeşimin ağzından ulaşmıştı bana.

Kemik okuyarak büyümüş olanlarınız bilir, her defasında adı geçen bir yer vardır “Nizam Pide” adında. Çizerler acıktığı zaman Nizam Pide'den sipariş verirler, işte beni Penguen'e götürecek anahtar noktaydı orası.

Tabi bir restoranta başka bir pidecinin adresini sormak ayıp olacağı için diğer bir sektörden esnafa gidip Nizam Pide'yi sordum. Nizam Pide'ye de Anadolu Sokak dediğim an son derece emin bir şekilde direktifleri verdi oradaki eleman.

Penguen'in bulunduğu 2 numaralı binaya vardım. İkinci katta Lombak vardı, dördüncü katta Penguen. Şimdi nereden biliyorsunuz diye soranlarınız olabilir, kapılarının önünde öküz gibi yazıyor. İlk başta nazik bir izlenim bırakmak için kapıyı tıklattım, biraz bekledim kimse gelmedi, zili çaldım, yine kimse gelmedi. O kadar uğraş boşuna mıydı, hayal kırıklığını verdiği kuvvetle kapıya yumruk attım, sinirimden pembeleşen parmaklarımdaki acıyı hissetmiyordum.

Üst kattan bir ses geldi, Harry Potter benzeri birisi çıkmıştı, kapının önündeki yazıya rağmen “Pardon burası mı Penguen” diye spastik bir soru sordum adama, “Hayır ben az önce dergiden çıktım burası” dedi. Dertlerim tasalarım uçtu gitti, bunun sonucu olarak elimdeki acıyı hissetmeye başladım. Ama hayat böyledir işte sevgili okurlar, emeksiz ekmek yok kimseye.

Dergiye girdim, gerekli açıklamaları yaptım, yazıyı büyük usta Selçuk Erdem'e verdim, terkettim binayı. Hayaller kurarken yaptığım büyük bir hatanın farkına vardım, hatırlayanlarınız vardır “Bir Eşek Kadar Olamadım”da göze çarpan bir Uykusuz reklamı ve Umut Sarıkaya hayranlığı mevcut.

Eve dönmeden bursu kontrol ettim hala yatmamıştı, ananemden borç para alıp yazıhaneye gittim yedi sularında. Sadece dokuz arabasına yer kalmış, genelde tercih ettiğim 23:00 ekspresinde bütün biletler satılmış mecburen iki saat içinde kalkacak otobüse bilet aldım. O kalan iki saati de umutsuz bir şekilde MP3 çalarımı tamir etme çabalarıyla geçirdim, yola çıkmadan önce duvardan duvara fırlattım, düzeldi alet ama 10 dakika sonra yine eski açılmaz haline döndü.

Bursumun yatmamasından dolayı yer bulamadığım ekspres otobüs aksine dokuz arabası on değil oniki saatte Denizli'ye ulaşıyor.Müziksizlik de eklenince götüm gibi bir yolculuk geçirdim sevgili okurlar. Görmeyenler için belirteyim son derece kıllı, yağlı ve şekilsizdir götüm.

Denizli'de ise dolu dolu dört gün, müziksizliğin verdiği boşluğu unutturdu bana. Burs da ayın yedisinde yatmış, onun da payı var. Makineyi tamir ettirdim son gün, canavar gibi çalışıyordu. Ama tamir sürecinde format yemiş ve deneme amaçlı birkaç şarkı yüklenmişti içine. Artık o kadar da özlemiştim ki kulaklıklarımı 50 Cent'e bile razıydım. Şansa bakın kendisinin “Just A Lil' Bit” isimli eseri MP3 çalarıma yüklenmişti ben de onu dinleye dinleye Erdoğanların evine gittim. Daha önceden depoladığım eski MP3 arşivimi yükleyip geri döndüm İstanbul'a. Müzik sarhoşu oldum yolda hafiften.

Sikinde Olan Okurlar İçin Not: Penguen'den hala ses çıkmadı, bugün yine gideceğim. Bu sefer geçen yıl yazdığım 14 Şubat yazısını vereceğim. Blogu kapatmama daha çok zaman var gibi duruyor, umarım yanılırım...