28 Ekim 2008 Salı

Sen Git Aşk Bana Kalsın

Sabahları yataktan çıkasım gelmiyor bazen,yanlış anlamayın geceleri beşte yatıp daha sonra arkadaşlarına “Olm o da birşey mi ben beşten aşağı yatmam” diye hava atan lavuklardan biri değilim.Kendimi kısıtlamaktan,özellikle başkalarına hava atmak için, haz almadığım gibi geç saatlere kadar ayakta durmanın neden övünelecek birşey olduğuna bir türlü anlam verememişimdir.

Yataktan kalkmak istemememin yegane sebebi ne uykusuzluktur ne de tembellik.İçimde yaşama isteği kalmadı,kendimi zorlamamı,her türlü detaydan zevk almamı sağlayacak o motivasyon artık yok.Hergün diğerinin kopyası,hiçbir şey katmıyor benliğime geçen 24 saatler...

Geçen yıl tam zıttıydı halbuki.Gökyüzü neden bu kadar mavi,güneş ışığı ne kadar da parlak,bokum ne kadar da kahverengi diyerek derin düşüncelere dalıyor,dönüp dolaşıp bu mutluluğumu O’na borçlu olduğumu görüyordum.

O ki çikolata kutularındaki sütlü çikolataydı ya da karışık çerezdeki şanfıstığı.Bütün erkekleri büyüleyen,herkesin sahip olmak istediği,delice arzuladığı yegane şeydi O.Bu mükemmelliği yüzünden bitter çikolatalar ve leblebeler piç muamelesi görüyordu,ama doğanın kanunu;birileri kazanıyorsa diğerleri kaybetmek zorunda.

O’nunla tanışmadan önce çok karamsar biriydim.Nefret ediyordum kendimden,hiçbir zaman kendimi güvende hissedemiyordum.Arkadaş çevrem vardı ama birşeyler eksikti hayatımda;internet kafelere giderek,am-göt muhabbeti yaparak iyi zaman geçirebiliyordum ama yine de daha derin duygular yaşamam gerektiğinin farkındaydım.

Her gece yatmadan önce hayal dünyasına dalıyordum,zira ancak o zaman bu boşluğu dolduruyormuş gibi olduğumu düşünebiliyordum,rüyaların sınırı yoktu nasıl olsa.

Bana düşlerimde yardımcı olanlar güzel kızlardı elbette,gerçek hayatta bırak yüzüme bakmayı,yanlışlıkla gözleri bana doğru kaymayan kızlar,hayallerimde bana sırılsıklam aşık oluyordu.

Hepsi o film yüzündendi,”Komşu Kızı”.Kahinattaki en güzel yaşam formu Elisha Cuthbert’ın ameleliğin sınırlarını zorlayan bir çocuğa aşık olduğu bu film yüzünden hayatım karardı sevgili okurlar.”Ulan o denyo için bile bunları yapıyorsa Elisha bizim okuldaki kızlar benim için kendini öldürür” mentalitesi beynime kazınmıştı bir kere.Bütün o düşünceler aslında o kadar mantıklı geliyordu ki zamanında.

Ama gerçek hayatın alakası yoktu romantik-komedi filmleriyle.Güzeller güzeli kızımızı tek taşşağı bile iki kilo çeken,yakışıklı,kendine güveni tavan yapmış,kafası pek çalışmayan,bu noksanlığını adeleleriyle kapayan kusura bakmayın ama anatomisini siktiminin denyoları kapıyordu her zaman.Sevgiymiş,sadakatmiş hayallerimi süsleyen kızların zerre sikinde değildi bunlar,onlar için yeterli değildim ben,zavallının teki olarak görüyorlardı beni ve benim gibileri.

Acı da olsa öğrenmiştim bunu.”Artık hayatımda birisi olacak amına koyayım” diyerek hayatımın en “reddedilemeyecek” teklifinde bulundum,teknik olarak reddetmedi tabi kız,tepki bile vermedi.Umrunda bile olamadım sınırlarımı sonuna kadar zorlamama rağmen,işte o zaman anladım içimdeki o boşluğu kimsenin dolduramayacağını,insanoğlu bu kadar ulvi bir varlık değildi.

Derken O’nunla tanıştım,bugüne kadar kafamda kurduğum tüm tabuları yıktı bir anda,inanılmaz çekiciydi ama buna rağmen bana değer veriyordu.Diğerleri gibi değildi,herkes onu beğenirken o kendini beğenmiş birisi değildi,en büyük erdemlerden biri de bu değil midir zaten,o kadar ilgiye rağmen sağlam bir karakter geliştirebilmek?

Kim bilir kaç erkeğin hayatını değiştirmişti varlığıyla,onu tanımayanlar bile güzelliği karşısında hayat doluyor,kaybettikleri ışıltı geri dönüyordu...

Ben de onlardan biriydim işte,hayatımın en güzel aylarını onunla geçirdim.O yanımda değilken bile onu düşünerek Dünya’nın en mutlu adamı oldum,erdim,kendimi hiçbir zaman olmadığım kadar güvende ve değerli hissettim.

Geceleri yatağıma girdiğimde hafif bir serinlik oluyordu tenimde,mutluluktandı bu.Zaten sıcağı hiç sevmem,uyuşturur adamı.Fakat bu üşütmeyen tam anlamıyla rahatlatan bir serinlikti,çünkü bir pazar gecesini daha onunla geçirmiştim.

Fakat sonraki Pazar karşımda yoktu,beynimden vurulmuşa dönmüştüm,her Pazar olduğu gibi sözleşmiştik STAR TV ekranlarında buluşmaya...

...Fakat o gece TELEGOL gecesi değildi.Aman Allahım bu gerçek olamazdı,beni ben yapan,dünyanın bütün pisliğinden haftada 3 saatliğine bile olsa arındığım zaman dilimi artık yoktu.TELEGOL yayın hayatına son vermişti.

Artık Adnan’ın çocuksuluğu,Serhat’ın şüpheciliği,Sabri’nin otoritesi,Gökmen’in rahatlığı ve Ziya’nın sinir krizleri hayatımda olmayacaktı,bana bunu nasıl yapabilirdi?Artık kimseye ihtiyacım olmadığını düşünmeye başladığım,ölene kadar devam edeceğini sandığım birlikteliğimiz ansızın son bulmuştu.

O gece gözüme uyku girmedi,hepsi benim suçumdu.Eski ezik günlerim gözümün önünden bir Powerpoint slaytı gibi geçti,çok tipsizdim,çok güçsüzdüm.ben TELEGOL’ü haketmiyordum,ansızın çekip gitmesi hep benim hatamdı.Kim bilir şimdi kimin koynundaydı?Beni üzmemek için aylarca rol yapmış,ama en sonunda iticiliğime dayanamayıp terketmişti beni,onu suçlayamıyordum bile,benden çok daha iyilerini hakediyordu.

Hayatımın geri kalanında hep yalnız kalacağımı sanıyordum,özellikle Pazar geceleri kabus gibi geçiyordu,ne yapsam o boşluktan çıkamıyordum bir türlü.Televizyon tüm renklerini kaybetmiş,futbolun hiçbir cazibesi kalmamıştı,yarenim nelerdeydi?

Ansızın ondan bir haber aldım,geri dönüyordu!Başka bir kanaldaydı ama zerre umrumda değildi,yeniden Pazar geceleri TELEGOL gecesi olacaktı.Bütün olanları o saniye unutmuştum,format atmıştım duygularıma,hayatımda revizyona gitmiştim.

İyi başlamıştı program,eski kadro aynen korunmuş,geçen süre zarfına rağmen formundan hiçbir şey kaybetmemişti.Yine gönlümü kazanmıştı TELEGOL,eski günlere geri döneceğimizin,TELEGOL ile yaşlanacağımın işaretiydi bu.

Ama sevincim kısa sürdü.Yarım sezon sonunda TELEGOL yine yayından kaldırıldı,ne kadar ahmakmışım,yine aynı şeyi yapmıştı.Biliyordum neden geri döndüğünü,kesin kavga etmişti,hayatına kimi aldıysa artık,ona ihanet etmişti ve moralini düzeltmek için kendini kollarıma atmıştı,nasılsa ben bir zavallıydım,onun zerafetine asla karşı gelemezdim.Sadece nefes alması bile beni mutlu etmeye yetiyordu,o sırada ihtiyacı olan tek şey de buydu zaten,hiç çaba sarfetmeden kendisini özel hissetmek.Beni benden daha iyi tanıyordu,adeta bir kuklaydım o kusursuz ellerinde...

Kör topal bir süre daha devam etti ilişkimiz ama ne zaman morali bozulsa ya beni çocuk gibi azarlıyor ya da reklama giriyordu,ona yardımcı olmama bile izin vermiyordu.Artık farkına varmıştım,onun için stres topundan farkım yoktu.

Kendimi uzaklaştırmak zorundaydım ondan,ne pahasına olursa olsun...

Zorlu bir dönemden sonra kendime geldim,hala yaralarım var elbette ama onu nispeten unuttum,koskoca bir yılımı sadece O’nun ne kadar güzel olduğunu düşünerek geçirdiğimi göz önüne alırsak bayağı ilerleme kaydetmiştim.Ve yine geri döndü TELEGOL,ama eski ihtişamından uzaktı.Bir kere Adnan Aybaba yoktu artık,Serhat Ulueren de kendisini iyi aile spor müdürlüğüne vermişti;eski cesaretinden eser kalmamış,gündemi belirleyen dosyaları yerini maç özetlerine ve tartışamalı pozisyonlara bırakmıştı.Beni kendine hayran bırakan özgünlüğü yerini diğerlerinden tiksinmeme sebep olan sıradanlığa bırakmıştı.

Ama herşeye rağmen bir şans vereyim dedim eski günlerin hatrına,en az değişmiş olan Gökmen idi,her zamanki beyefendiliğiyle katılıyordu programa.Ama yeni katılan iki yorumcu hayal kırıklığından başka birşey değildi.Adnan Aybaba gibi Türk Televizyonculuğunda çığır açmış bir fenomenin yerini adını bile hatırlayamadığım kendisine söz verilmediği vakit tek kelime bir spor yorumcusuyla mı dolduracaksanız,peki ya Tanju Çolak’a ne demeli?

Hayatı boyunca gol atmak hariç herşeyde çuvallamış,inanılmaz yetenekli olmasına rağmen Avrupa yerine maphushane yolunu tutmuş birisiyle mi beni kendine mahkum eden TELEGOL’e geri döneceksiniz;hiç sanmıyorum.

Her gördüğümde Allah’a şükrettiren yüzü sivilcelerle dolmuş,her bakışımda boğuldum gözleri şaşı olmuş,her erkeği etkileyebilecek vücudu fazla kilo ve selilütlerle bozulmuştu,bırakın beni etkilemeyi,yüzüne bile bakasım gelmiyor artık.

Ama yine de eski günleri özlüyorum bazen,hiçbir program eski TELEGOL kadar etki bırakmadı üzerimde.Keşke hiç terketmeseydi beni diye kederleniyorum,fakat nedendir bilmiyorum insanlar değişiyor,çoğu zaman da yaşadığı güzellikleri berbat etmek uğruna...

Ama artık yeni bir aşkım var,Tribün Ateşi.Pazartesi geceleri FOX’ta bu şöleni sakın kaçırmayın!

18 Ekim 2008 Cumartesi

Zorunlu Açıklama

Bildiğiniz gibi burada sinirimi bozan şeyleri kimilerine göre doğal,kimilerine göre sert bir dille eleştiriyorum.Kendi çapımda bir kitleye hitap ettiğim için de bugüne kadar “Ne diyorsun lan sen yavşak” tarzı yorumlar gelmemişti yazılarıma.Artık okur sayım arttı diye sevinsem mi yoksa annem hakkında ileri geri yorumlar geldiği için üzülsem mi bilemiyorum.

Belki de en haklı olduğum eleştirilerimden birine aldığım yorumları sizlerle paylaşmak istiyorum zira çoğunuz görmesi neredeyse olanaksız çünkü 5 ay önce yazılmış bir yazı; fakat nasıl olduysa halkotobüsüperver insanların tepkileriyle yeni yeni karşılaşmaya başladım.

Heralde Halk Otobüsleri’nde çalışan insanların takıldığı bir forum var,www.biletgecmez.com mesela,benim yazım da orada yayınlanmış.Sadece bana,pardon anneme, küfretmek için blogspot hesabı alan şahıslar ana avrat düz gidiyor.Ama düşünce özgürlüğüne sonuna kadar inanan biri olduğum için bu yorumları silmedim,silmeyeceğim de.Sanki onların demesiyle annem şoför ve muavin feşisti birisi olacak...

İşte o yazı,sayfanın aşağı tarafında yorumları görebilirsiniz:

http://maksaticimdekalmasin.blogspot.com/2008/06/halk-otobs-iiri.html

En başta blogspot hesabı olmayan ve misafir olarak yorum yapan okuyucu bana nispeten hafif bir küfür etmiş,sonra kimsenin takmadığını görünce yaklaşık üç hafta sonra ramazan adıyla bir hesap alıp yine aynı cümle kalıbını kullanarak daha ağır bir hitapla şikayetini yeniden dile getirmiş.Çok yaratıcı,derinden etkilendim,geceleri gözüme uyku girmiyor.Başarılarının devamını diliyorum Ramazan.

Daha sonra yine Adsız lakabını kullanan ,ama bu uğraşıp hesap almış, birisi önce annemin halk otobüsü personellerine karşı bir ilgisi olduğunu ileri sürmüş ve ardından “erkeksen git de duygularını onların yüzüne söyle” demiş.Şimdi kendisine soruyorum:

Ulan yarrak beyinli,madem bu kadar “erkek”sin niye konuyla hiçbir alakası olmayan anneme küfür ediyorsun,bana küfret!

Ve anneme saldıranlar için ekliyorum:

Hepinizin ananızın amına akbil basmazsam adam değilim!

12 Ekim 2008 Pazar

Öylesine

Geçen gün otobüste bir eşyamı –daha ayrıntılı olmak gerekirse şapkamı- unutmuşum.Ama sıradan bir şapka değil,benim için manevi değeri oldukça yüksek.

-Markası neydi moruk?
-Bilmiyorum,tam olarak marka sayılmaz.
-O zaman neden üzülüyorsun be olm,ben de Nike şapka gitti diye efkarlandın sandım.
-Tommy Hilfiger siksin seni e mi!

Neyse konumuz bu değil.Günler süren telefon görüşmelerinden sonra nihayet bir tarih alabildim otobüs şirketinden.Evet şapkamı bulmuşlardı,Denizli’den gelecek otobüsteydi,tek yapmam gereken 18:30’da Bayrampaşa’da olmaktı.

İstanbul piçi olan kuzenimden edindiğim istihbarata göre bulunduğum yerden Bayrampaşa’ya gitmek bir saat alıyordu,trafiğe yakalanırsam iki -şimdi mutlu oldun mu fakeangel-.
Bana verilen saate göre beşte çıkmak en iyisiydi.En kötü ihtimal yedide orada olacaktım.

Neyse yaklaşık 20 dakika süren bir yolu –üşendiğimden değil giden zamana yanarım- yürüyerek katettikten sonra Kavacık Köprü olarak tabir edilen durağa geldim.Kavacık Köprü nedir diye soran arkadaşlar olabilir şöyle açıklayayım:


İnsanların her zaman gülümsediği,güneşin hiç batmadığı,benzinin bir YTL olduğu,tüm kızların Elisha Cuthbert,tek erkeğin de ailenizin gereksiz yazarı benim olduğum rüya gibi bir yer

Değil elbette,ne alaka lan,tüm şehirlerarası otobüslerin sike sike geçmek zorunda olduğu,otoyolun ortasında amdan götten bir durak işte.

Neyse efendim bu güzide yere geldikten sonra oradak otobüslere –ad aktarmasına gel- binbir yalvararak beni Bayrampaşa’ya bırakmalarını istedim.

Ve 23 dakika sonra oradaydım,yavşak kuzenimin “Beş tam iş çıkışı,ancak iki saatte Bayrampaşa’da olursun” temini yaptığı herşey gibi beni zor bir duruma soktu.Bir saati öyle nasıl geçireceğim derken İnternet Kafe tabelasını gördüm.

Kendimi içeri attım hemen.İnternetin bana sunduğu olanaklardan çok masaüstü güldürdü beni.Word yerine World kısayolu,Filmler yerine Filimler yazan klasörler;Filimler klasöründe “Brad Pit” yazan bir MPEG dosyası ya da Yeni Oyunlar klasöründeki Fifa 2005,hepsi ayrı bir ukteydi benim için.Gerek gülerek,gerekse ağlayarak bir saatimi geçirdim.

Saatler 18:30’u gösterince koşa koşa yazıhaneye gittim “Benim bir eşyam vardı da onu şeetcektim” tarzı son derece hırbo bir cümleyle maruzatımda bulundum.

“Muavine sor buraya birşey gelmedi” dedi eleman.Dışarı attım kendimi muavin falan yoktu,sonra üst kattaki misafirhaneye çıktım,evet bu o muavindi.Şapkamı unuttuğum o lanet gün yolculuğumda bana yardımcı olan kişiydi O.

“Abi benim şapka vardı” der demez muavinin suratında bir pişmanlık,bir ekşime oldu.”Onu bugün attık be abim” dedi,adamın o suratını görür görmez salla şapkayı insanlık ölmemiş dedim.Adam yıkılmıştı resmen,sonra bana detayları anlatmaya başladı.

“Günlerdir otobüsteydi şapkan,ben de bu sabah çöpe attım,Karfur –üzgünüm nasıl yazıldığını bilmiyorum ve internet bağlantım yok şu an- -az önce internet kafeyle taşşak geçtim şimdi hakettiğimi aldım işte- oralarında çöpe attım”

Ben de kafamı eğdim,”Neyse sağlık olsun usta ne diyim” tam giderken sırf geyiğine,sadece geyiğine sevgili okurlar “Tam olarak nereye attıydın abi şapkayı” diye sordum.Adam tam anlatıyordu ki “Dur bir dakika,hayır oraya atmadım.Şimdi aklıma geldi” dedi.

İşte o an şansım döndü,şapkam buralarda bir yerde diye aklımdan geçirdim.Ey ulu Rabbim,şu mübarek Cuma günü yine büyüklüğünü gösterdin diyordum ki tam içimden muavin konuşmaya devam etti

“Hani Denizli garajın orada uzun direkler var ya onlardan birine astım”

Bu bir kurgu değildir sevgili okurlar,bugün başıma gelenleri anlatıyorum sadece.

“Birisi alır da belki giyer de oraya koyuverdim”

Ve bu cümleden sonra tamamen saçmalamaya başladık

“Abi uzun bir direk miydi,hani çoluk çocuğun boyu yeter mi almaya?”,işte bu kadar acınılcak durumdaydım.

“Ya bak şuradaki direk gibi birşey” dedi dışarıya parmağını uzatarak

Sonra adamla birbirimizin cep telefonlarımızı aldık,bilmiyorum şapkama noldu,yarını beklemek zorundayım.

Not:Dualarım karşılığını bulmadı,şapkamı kim bilir hangi denyo takıyor şimdi Allah bilir.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Isınma Turları

Klavyenin buz gibi soğuk tuşları,aylardır kullanılmadıkları için paslanmış parmaklarımın altında, basmamak için direniyor,şu tuşların dili olsa “Nerdeydin lan dört aydır Allahsız” derlerdi kesin.

Gerçi demelerine gerek kalmadı,eve adımımı atar atmaz odama koştum,önce mönitörümü öptüm sonra kasayı kucağıma aldım.Tüm sevgi gösterilerim bittikten sonra düğmeye bastım ama hiçbir tepki yoktu.Çok fena tırstım sevgili okurlar,ama sonra çoklu prizin kapalı olduğunu farkettim,bu sorunu hallettikten sonra yeniden düğmeye bastım.Ah o seksenlerden kalma elektrikli süpürge gürültüseyle çalışan fanımın sesi şimdi “Colors” –ki gelmiş geçmiş ve gelecek en mükemmel albümdür- gibi geliyordu kulağıma.Ama 10 saniye sonra “Dıııı-dıt” diye bir ses geldi.”Faredir,fare” diye geçiştirdim ama açılmıyordu bilgisayar.Defalarca denedim,dakikada 30 kere açıp kapadım ama o frekansına kodumunun sesi bir türlü geçmiyordu.Beş yıldır hiçbir zaman beni yüzüstü bırakmamış yarenim şimdi,ona en çok ihtiyacımın olduğu anda,silikon cennetini boylamıştı.

Zaten son üç ayını başka bir kıtada geçirmiş,orada da hayatının en farklı deneyimlerini yaşamış biri olarak şu güzel ülkemdeki hayata alışmak zordu,bilgisayarsız bunu yapmak ise imkansızdı.

İşte bu yüzden bu kadar geç başladım yazmaya sevgili okurlarım,bu yaz tek cümle bile kurmamamın yegane sebebi de bendeki “Emanet bilgisayar” takıntısıdır.

Ne menem birşeydir ki bu,şöyle anlatayım.Benim rahmetli makine Celeron işlemcili,5 yıl öncesinini ekonomik modeliydi.Evet artık hiçbir oyun açılmıyordu,herkes değiştir lan şunu diyordu ama bizim ilişkimiz apayrıydı.Bill Gates ,ki hiç sevmem kendisini, gelse “Abi bak dünyanın en hızlı bilgisayarını yaptım sen de 32 ben diyim 64 işlemcili,gel bizim ofise istediğin gibi takıl” dese “Siktir git tekel bayi kılıklı pezeveng,Vista kurdun değil mi o sisteme yavşak” derim.Xp olsa bile işim olmaz,dünyadaki hiçbir elektronik alet benim bilgisayarımın yerini tutamaz sevgili okurlar,çünkü onlar “Benim bilgisayarım” değildir.

İşte böyle bir ruh hali içerisinde beynimin zaten kullanabildiğim yüzde ikilik kısmının dörtte birini kullanarak bir hafta geçirdim İstanbul’da.Son derece bitkisel bir hayattayken radikal bir karar aldım,aslında her yıl düzenli olarak yaptığım birşeydir neden radikal kelimesini kullandım bilemiyorum,ve rehabilitasyon için Denizli’ye gittim.Hem son derece güzel beş gün geçirdim hem de rahmetliyi yeniledim,ama anı olsun diye,dürüst olmak gerekirse param yetmediği için, kasasını değiştirmedim.Ama artık benim de birden fazla işlemcili,yazıyla üç,512 MB’lık ekran kartına sahip,son oyunları açacak bir bilgisayarım var sevgili okurlar.

Fiziksel alışma süresini nispeten kısa bir zaman zarfında atlatmama rağmen şovu yönlendiren asıl organım,hayır penisimden bahsetmiyorum,hala ısınmadı.Hani sabahın köründe bastırılmaz bir açlıkla,muhtemelen okul öncesi, bir tostçuya gidersiniz de “Usta bana bir sucuklu” dersiniz ama taş kalpli tostçu “Henüz makine ısınmadı abim şimdi açsam 15 dakikaya hazır olur” diye cevap verir ama okula mümkün olduğunca az vakit ayırmak isteyen,bkz. Ben,biri olduğunuz için dakikası dakikasına evden çıktığınızdan dolayı bırakın 15 dakikayı 15 saniye bile süreniz yoktur.Yine okulda fizik kurallarını altüst edecek şekilde doğranmış sucuk dilimcikleriyle salça ekmek yersiniz,kantindeki görevlilerin ısrarla “Sucuklu” olarak adlandırmasına rağmen.İlk tenefüs de böylece harcanmış olur.

Böylesine uzun benzetmeler yapmayalı baya olmuştu,zaten sözlü ve yazılı anlatımda tamamen farklı kişiliklere bölünen biriyim.Daha önce de belirttiğim üzere ses tellerimin yalama,tipimin de dallama olmasından dolayı iyi bir konuşmacı değilim,ama beyin-parmak arası sinirlerim son derece keskin olduğu için,isteyenlerle PES ve ya Half-Life kapışması yapılır,tüm o eziklik ve korkular yerini beyin fırtınası ve çatırdayan parmaklara bırakıyor.Şikayetçi miyim,eh bazen.Ülkemizdeki insanların okuma üşengeçliği ve kızlarımızın kendine güvenen erkek saplantısı yüzünden “Sikerim böyle Word belgesini” diyip tüm yazdıklarımı silesim,kendimi en yakın spor salonuna atıp baklava-insan kırması bir canlıya bürünesim geliyor.Şaka şaka sadece “Sikerim böyle Word belgesini” demekle yetiniyorum geri kalanıyla işim olmaz,orta yaş bulanımına girmeden asla.

Hani sporcular ısınma hareketleri,Gökhan Zan’ın bariz bir şekilde kaytardığı, yapar sakatlanmamak için kendilerini fazla yormadan kaslarını hazır hale getirirler.Ben de böyle birşey yapmak istiyorum izninizle,bunu ısınma turu olarak kabul edin,dört ay aradan sonra direkt damardan yazılarla hem kendime hem de siz sevgili okurlarıma beyin felci geçirtmek istemiyorum.Ama merak etmeyin,çok pis geliyorum...