13 Şubat 2009 Cuma

Ayak Kokusu Ve Otobüs Uğultuları

Geçen hafta dört günlük bir Denizli kaçamağı yapayım dedim, çokluğunun bokluğuna hayli yansıdığı bu lanet şehirden uzaklaşmam gerekiyordu. Otobüs yolculuklarını hiç sevmezdim küçükken ama geliştirdiğim bir teknikle yollar artık vız geliyor bana. Hayatınızın geri kalanında hiçbir işe yaramayacak bilgilerle dolu yazılarımda bu sefer sizlere büyük bir kamu hizmeti sunacağım sevgili okurlarım.

“Müzik sarhoşluğu” adını verdiğim bu yöntem sayesinde otobüs yolculukları rahatsızlık dolu saatler, sıkışan diz kapakları, saya saya bitmeyen elektrik direkleri, bir lira verip de umumi tuvalette işeyememenin verdiği inanılmaz acıdan ibaret olmayacak.

Şimdi en sevdiğiniz albümü -ben şahsen Between The Buried And Me'nin Colors isimli şaheserini kullanırım- klasör halinde MP3 çalarınıza atıyorsunuz. Yolda giderken uyumak hayli zor ama 5-10 dakikalık şekerlemeler özellikle gece yolcukluklarının kaçınılmazlarından. Benim kullandığım taktikle aralıksız çalıyor müzik, hiç kapatmıyorum, nasıl olsa otobüste uyuma özürlü biriyim. İşte tam bu 5-10 dakikalık kaçamaklarda “White Wall” çığlığıyla uyanmak, kendine tam gelmemişken o müthiş soloyu orta kulaklarımda hissetmek kelimelerle anlatamayacağım bir haz.

Colors dolu bir yolculuğu hayal ederken kader yine aduket çekti bana sevgili okurlar. 4 yıllık emektar MP3 çalarım yola çıkacağım gün bozuldu. Otuz kere firmware güncellemesi yapsam da bana mısın demedi alet. Hayatımın en zorlu yolculuğundan sonra Denizli'ye beyin amcıklanması geçirmiş bir vaziyette ulaştım.

İlk durak Denizli'deki favori mekanım Erdoğanların evine uğradım. Annesinin eşsiz yemekleri, abisinin kral sohbeti, ailenin tamamına yayılmış samimiyet ve daha birçok nedeni var Aydın ailesine misafir olma farkını seçmemin.

Aydınlar -kabul ediyorum fazla amerikanvari bir hitap oldu- son derece iyi niyetli ve ağzına geleni söyleyen insanlardır. Eve adımımı atar atmaz Erdoğan ayaklarımın koktuğunu ve ayaklarımı yıkamamı, hatta mümkünse çamaşır suyu da kullanmamı son derece direkt bir şekilde belirtti.

Evet ayaklarım kokuyordu, zira 12 saatlik bir yoldan gelmiştim, hiç de alınmadım bu söylemine. Alınmam için bir sebep de yok zaten, gelmeden ayaklarıma deodorant mı süreyim yani nedir çaresi.

Ama nedendir bilinmez insanlar her zaman inkar ediyor ayaklarının koktuğunu, sanki utanılcak birşey amına koyayım. Hani fazla yemek yersen koca götlü olursun, çalışmazsan sınavlardan çakarsın, kendine bakmazsan kızlar da sana bakmaz ama ayakların kokuyorsa ne yapılabilir soruyorum sizlere.

Bunun için üretilmiş tabanlar, kremler falan var ama bende onlara verecek para yok. Uzun yolculuklardan sonra ayak yıkamak, çorap değiştirmek, ayağa kolanya dökmek, osurarak ayak kokusunu saf dışı bırakmak gibi çarelere başvurmak zorundayım.

İnsanlar çok anlamsız yere utanıyor bazen, ayak kokusu bunlardan sadece biri. Dikkatimi en çok çekenlerden biri de horlama. Herkes asla horlamadığını, gecenin yarısı evi inletenin başkası olduğunu iddia eder. Valla ben bu mantığı hala çözebilmiş değilim, bir insan nasıl horlayıp horlamadığını farkeder, uyurken odaya kamera yerleştirip sabah kontrol mü ediyorlar, yoksa horlarken rüyalarında da mı duyuluyor o ses. Başkası horluyorsun dediğinde de inanmıyor burnuna soktuklarımının!

Horlayıp horlamadığım konusunda kesin bir bilgim yok. Yıllardır ananemle aynı evde yaşadığımdan dolayı horultu ile uyuyabilme yetisine sahibimdir, ama herkes ananem gibi horalmıyor malesef. Ananem bir saat gibi sekronize horlar, belirli bir zaman diliminden sonra kulaklarım buna alışır ve hafif olan uykuma dalarım. Ama bazı terbiyesizler ritmsiz horluyor. Bir iç çekişten sonra dışarıya hava püskürtmenin kaç salise sonra geleceğini bir türlü kestiremediğin için de uykumun içine ediliyor.

Anlamsız utançlardan bir diğeri de yaşlılık. Özellikle bayanlarda görülen bir gereksizlik bu. Üstüne utanmadan “Bayanlara yaş sorulmaz” kuralı geliştirilmiş. Hayır sorsam nolur sormasan nolur, 42 yaşında olmanın saklanılcak neresi vardır. Şimdi birisi gerçek yaşını öğrendiğinde “Vay be amına kodumunun orospusu 42 yaşına girmiş, insan biraz yavaş yaşlanır lan” mı diyecek. Bu ne kolpalıktır, diğer insanlar gibi 365 günde bir yıl daha yaşlanmanın utanılcak nesi var?Sanki bir makine var amına koyayım, içine girince donacaksın daha sonra çözecekler seni doğum tarihinin üzerinden 291 yıl geçmesine rağmen 38 yaşında olacaksın.

İnsanların 42 yaşına geldim, bugüne kadar kime ne faydam dokunmuştur, kaç kişinin kalbini kırmışımdır, ne kadar hayır duası aldım, acaba cennete yetecek kadar repim var mı diye düşünmek yerine yok genç göstermekmiş, ayağının kokmamasıymış, horlamamakmış böyle anlamsız şeylere kafa yormaları beni dellendiriyor sevgili okurlar.

Ulan diyorum içimden namusunun bacak arasındaki bir zara baktığı, huzurun cebinin doluluğuyla doğru orantılı olduğu, sevginin karşılıklı çıkarlara bağlandığı bir dünyada ne sikim yemeye geldik. Detaylarda kaybolan, hakikatları unutan bir canlı insanoğlu...

Ama felsefe yaparak sizleri sıkacak değilim, çünkü sizler benim canlarımsınız sevgili okurlar. Bundan bir önceki yazıma gelen yorumlar gönül deryamı coşturdu, bir yerine iki yazı yazmaya karar verdim evet bundan sonraki kısım farklı bir yazı öncekiyle az çok paralellik olacak, değişik birşey deniyorum umarım hoşunuza gider.

Değerli insan Oğuz Arı ile İzmir'e gitme kararı almıştık. Herkesin somestırı bittiğinde bizimki yeni başlıyordu henüz ama yine de başka bir şehre gitmek, olası maceralara atılmak için can atıyordum. Oğuz çok değişik bir adam, sınavda sınava görüyordum sadece, tam bir “alttan ders alan üst sınıf” modeli çiziyordu, sonra öğrendim ki aynı sınıftaymışız ama derse girmiyormuş hiç.

Dil sınıfında kafa dengi bir adam bulundu mu sıkı sıkıya yapışmak gerekiyor sevgili okurlar. Zira ortam sik gibi birşey paylaşalıbilecek birine kenetlenme içgüdüsü oluyor insanda. İşte Oğuz ile aramızda böyle bir arkadaşlık var, daha adamı tanıyalı beş gün oldu ama beraber İzmir'e gitmeye karar verdik gerisini siz düşünün.

Ben de herkese anlatıyordum İzmir'e gideceğimi, bütün planlarımı -çok dolu bir hayatım var sanki de- Cumartesi sabahı İzmir'de olmak üzere ayarlamıştım. Perşembe akşamı tam yatacakken Oğuz'dan MSN'e girmem gerektiğini söyleyen bir mesaj geldi.

Dediğim gibi Oğuz hiç okula gelmeyen bir adam, hazırlıkta da sınavdan sınava uğramış. Şimdi bizim okulumuz 1453'ten beri bir adım bile ileri atmadığı için diğer üniversitelerin aksine öğrencilerinin askerlikle ilgili belgelerini ilgili kurumlara yollamıyor. Bunun yerine belgeleri öğrencilerin almasını ve en yakınlarındaki askerlik şubesine teslim etmelerini bekliyor.

Hal böyle olunca, okulla uzaktan yakından alakası olmayan Oğuz geçen yıl öğrenci olduğunu orduya bildirmemiş. Sevgili inzibatlar da Oğuz'u dört aylık asker kaçağı olmakla suçlayıp içeri almaya çalışmışlar. Bütün bunlar İzmir'e olası seyahatimizden bir gün önce oluyor.

Yapılabilecek birşey yok tabi, iptal olmuştu gezi. Sonra aklıma dank etti, canımdan çok sevdiğim memleketim Denizli'ye gitmek. Kalacak ev bol zaten,burs Cuma yatacak kafa dinlerim biraz. Oğuz'un asker kaçaklığı hayırlı bir işe vesile oldu anlayacağınız.

Tüm günümü planlamıştım, sabahtan bursu çekecek, Denizli Seyahat'ten bileti alacak, oradan Penguen'e gidip yazı gösterecek, gece ise müzik sarhoşu olup Cumartesi sabahı Denizli'ye varacaktım.

İlk iş bursu çekmek için Ziraat Bankası ATM'sine gittim.Başbakanlık bursu her ayın altısında yatıyor, Cuma diye bahsettiğim de 6 Şubattır, sıfatında hayır olmayan burs yatmamış sevgili okurlar. Daha sonra denemek üzere evime geri döndüm, zira hangi yazıyı götüreceğimi seçmem gerekiyordu.

Düşündüm, taşındım yine eşeğimi sağlam kazığa bağlayıp “Bir Eşek Kadar Olamadım”ı seçtim. Yeni bilgisayarımda son derece eski yazıcıma uyumlu bir giriş olmadığı için başka yerlerden çıkartıyorum yazıları, aynı zamanda flash bellek görevi üstlenen MP3 çalarımı taktım makineye, hata verdi. Firmware güncellerim düzelir diye düşündüm ama Penguen'in amatör saati başlamak üzereydi, zamanım yoktu usbsi boklu aletle uğraşmaya.

Kuzenim bir kutu boş DVD almış fakat bilgisayarında DVD yazıcısı yerine DVD okuyucu olduğunu öğrenince bana vermişti malları. Beleş olmasının verdiği gazla 0.7 Mblık belgeyi 4.5 Gblık DVD'ye pervasızca yazdım sevgili okurlar.

Hemen akabinde fotokopi merkezine gittim. DVD'yi uzattığımda eleman 15-20 saniye boyunca DVD'ye baktı, içeriğine değil sevgili okurlar elinde tutup baktı adam. Sonra DVD'yi yerleştirdi ve sadece bir Word belgesiyle karşılaşınca bastı kahkahayı. Heralde benim Rapidshare'den dosya indirmeyi beceremeyen mallardan biri olduğumu düşünmüştü. “Abi flash disk bozuldu, dönem ödevi bu ondan DVD'ye yazdım” diye savunmaya geçtim, bilmiyorum inanmış mıdır, inanmasa da sikime kadar yolu var gerçi ama yine de adama taşşak malzemesi olmak koymadı desem yalan olur. Keşke DVD dolu gözüksün diye birkaç film atsaydım diye iç geçirdim.

Çıkarttırdım 10 sayfalık mini-romanımı bir de ciltlettirdim, tuttum Taksim'in yolunu.O eski belediye otobüslerinde hiç kesilmeyen uğultu ne kadar çekilmezmiş farkına vardım, kitap okumaya çalışsam da aklım hep yandaki teyzenin dedikodularına takıldı.

Taksim'e vardığımda internetten aldığım adresi sormaya başladım herkese fakat bir Allah'ın kulu Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Anadolu Sokak No:2 Daire:4 nerede bilmez mi? Aynı dükkanların önünden geçiyordum sürekli, hep merak etmişimdir neden her daim İstiklal Caddesi'nde bir kalabalık vardır, sürekli inip çıkarlar diye, işte o sorunun cevabı bendim. Kuru insan kalabalığına karışmış, her geçen dakika daha da sert adımlarla dağlıyordum yeri.

Yürümeyi bıraktım, kafamı çalıştırmam gerekiyordu. Kendimi nispeten boş bir ara sokağa atıp gözyüzüne bakmaya başladım, kafama bir elma düşmesini bekledim. Tam bu esnada önünde dikildiğim kebapçılardan biri “Birader pide ister misin” diye sordu. İşte beklediğim elma o Doğulu kardeşimin ağzından ulaşmıştı bana.

Kemik okuyarak büyümüş olanlarınız bilir, her defasında adı geçen bir yer vardır “Nizam Pide” adında. Çizerler acıktığı zaman Nizam Pide'den sipariş verirler, işte beni Penguen'e götürecek anahtar noktaydı orası.

Tabi bir restoranta başka bir pidecinin adresini sormak ayıp olacağı için diğer bir sektörden esnafa gidip Nizam Pide'yi sordum. Nizam Pide'ye de Anadolu Sokak dediğim an son derece emin bir şekilde direktifleri verdi oradaki eleman.

Penguen'in bulunduğu 2 numaralı binaya vardım. İkinci katta Lombak vardı, dördüncü katta Penguen. Şimdi nereden biliyorsunuz diye soranlarınız olabilir, kapılarının önünde öküz gibi yazıyor. İlk başta nazik bir izlenim bırakmak için kapıyı tıklattım, biraz bekledim kimse gelmedi, zili çaldım, yine kimse gelmedi. O kadar uğraş boşuna mıydı, hayal kırıklığını verdiği kuvvetle kapıya yumruk attım, sinirimden pembeleşen parmaklarımdaki acıyı hissetmiyordum.

Üst kattan bir ses geldi, Harry Potter benzeri birisi çıkmıştı, kapının önündeki yazıya rağmen “Pardon burası mı Penguen” diye spastik bir soru sordum adama, “Hayır ben az önce dergiden çıktım burası” dedi. Dertlerim tasalarım uçtu gitti, bunun sonucu olarak elimdeki acıyı hissetmeye başladım. Ama hayat böyledir işte sevgili okurlar, emeksiz ekmek yok kimseye.

Dergiye girdim, gerekli açıklamaları yaptım, yazıyı büyük usta Selçuk Erdem'e verdim, terkettim binayı. Hayaller kurarken yaptığım büyük bir hatanın farkına vardım, hatırlayanlarınız vardır “Bir Eşek Kadar Olamadım”da göze çarpan bir Uykusuz reklamı ve Umut Sarıkaya hayranlığı mevcut.

Eve dönmeden bursu kontrol ettim hala yatmamıştı, ananemden borç para alıp yazıhaneye gittim yedi sularında. Sadece dokuz arabasına yer kalmış, genelde tercih ettiğim 23:00 ekspresinde bütün biletler satılmış mecburen iki saat içinde kalkacak otobüse bilet aldım. O kalan iki saati de umutsuz bir şekilde MP3 çalarımı tamir etme çabalarıyla geçirdim, yola çıkmadan önce duvardan duvara fırlattım, düzeldi alet ama 10 dakika sonra yine eski açılmaz haline döndü.

Bursumun yatmamasından dolayı yer bulamadığım ekspres otobüs aksine dokuz arabası on değil oniki saatte Denizli'ye ulaşıyor.Müziksizlik de eklenince götüm gibi bir yolculuk geçirdim sevgili okurlar. Görmeyenler için belirteyim son derece kıllı, yağlı ve şekilsizdir götüm.

Denizli'de ise dolu dolu dört gün, müziksizliğin verdiği boşluğu unutturdu bana. Burs da ayın yedisinde yatmış, onun da payı var. Makineyi tamir ettirdim son gün, canavar gibi çalışıyordu. Ama tamir sürecinde format yemiş ve deneme amaçlı birkaç şarkı yüklenmişti içine. Artık o kadar da özlemiştim ki kulaklıklarımı 50 Cent'e bile razıydım. Şansa bakın kendisinin “Just A Lil' Bit” isimli eseri MP3 çalarıma yüklenmişti ben de onu dinleye dinleye Erdoğanların evine gittim. Daha önceden depoladığım eski MP3 arşivimi yükleyip geri döndüm İstanbul'a. Müzik sarhoşu oldum yolda hafiften.

Sikinde Olan Okurlar İçin Not: Penguen'den hala ses çıkmadı, bugün yine gideceğim. Bu sefer geçen yıl yazdığım 14 Şubat yazısını vereceğim. Blogu kapatmama daha çok zaman var gibi duruyor, umarım yanılırım...

4 yorum:

S dedi ki...

:)

cikacak haber. ben biliorum. mart ayinin ilk 15 gunu icerisinde kesin hatta.

bir de, aklima sey geldi. anlatayim dedim. jack beylen ben, (hahah evet kendi blogum yetmedi burda da sikcem beynini) universite yillarimizi ayri sehirlerde gecirdik ve bu sure zarfinda bulusma noktamiz ankara oldu genelde. o izmirden ben adanadan cikiyorduk yola. ben eski manitamin aldigi empeüç pileyirimi jack beye hibe etmistim, o da eski manitasinin ordugu bereyi bana (bunu soluyorum ki ne derece pis sevgililer oldugumuz bilinsin) her neyse, ben otobuste hayatta uyuyamam. cok nadirdir yani. bu da bunu bildiginden ve benim de yanimda baska bir muzik calar olmadigindan donecegimiz zaman empeüç pileyiri bana geri verdi ve dedi ki, icinde cok guzel sarkilar var. kesin uyursun bunu kesintisiz dinlersen.

uyumusum. ve birden bir uyandim. nasil bangir bangir bir elektronigimsi muzik. hayatimda da, kendisine o andan daha orcinal kufru ne zaman etmisimdir bilemiyorum.

Onur dedi ki...

öncelikle bana iki kare fotoğraf çektirmeyen şahsına teşekkür ediyorum.
action manle yetindik artık :)

dönerken bütün yol müzik dinledim. bi yandan da kötü hissettim lan sen müziksiz dönüceksin diye. neyse hikayenin devamını dinlemek için msne girmeni beklemem gerekmedi.

ayrıca istanbul'da aylarca görüşmeyip de yılda bir kere gittiğimiz denizli'de görüşmemiz de baya iyiymiş. bu kadar açmayalım arayı zira görüntü yönetmenliği dedin umut verdin lan.

penguen'e her cuma git. de ki lombak da olur de.

Onur dedi ki...

oldu mu?
Salih Kurt'u saygıyla anıyoruz.

josemarcelosalas dedi ki...

Bileti Hidayet Turizm'den almanı beklerdim kardeşim, olmadı.