29 Mart 2009 Pazar

Okuma Bayramı

Benim bir hobim var, yürüyorum. Çoğu insana komik geliyor, yadırgıyor, “Öyle hobi mi olur lan” diyenler oluyor; ama onlara kulak asmadan hergün en az 90 dakika yürüyorum. A noktası evim, B noktası ise Anadoluhisarı, sahilyolunu tercih ediyorum. Adına aldanmayın, sahille aramda adeta bir sur gibi dizilmiş yalılar var, pek de Boğaz’a meraklı değilim zaten, beni asıl çeken tenhalığı. Yalnızlıktan hoşlanan tiplerden değilim fakat yürürken bomboş bir yol isterim. Birinci viteste ilerleyen insanlar, onları sollamaya çalışırken yaşanan kazalar, hiç dinmeyen bir uğultu bunlar hep yürüyüşün içine eden şeyler.

İşte o gelenekselleşmiş yürüyüşlerimden birindeydim yine, A-B noktaları arasındaki mesafeyi yarıladığımda yol arkadaşımın pili bitti. O çetin yollarda adımlarımı hızlandıran yegane güçtü Protest The Hero. Henüz yolun dörtte birindeydim, dönmeyi düşündüm, jelibon kıvamındaki göbeğimi mıncıklayınca veto ettim bu tasarıyı. Kulaklarım paslanmış bir halde B noktasına vardım, alışılagelmiş üzere limandaki banklardan birine oturup yeterince güneş ışığına maruz kalmış götümü karanlıkla başbaşa bıraktım. Vapur limanı ile yanındaki bina arasındaki boşluktan Boğaz gözüküyordu azıcık bile olsa. Çoğu insanın gönlünde taht kuran bu coğrafi şekil, sanırım uyuz olduğum büyükşehir insanlarının yüklediği anlamdan olsa gerek hiçbir etki bırakmıyordu üzerimde. Hatta bazen ileri gidip “Alt tarafı su amına koyayım” dediğim bile oluyordu, Boğaz da biliyordu aslında ona karşı olmadığını bu sitemin.

Yolu yarılamıştım, yokuş indiğim için pek de yormamıştı beni ama şimdi yedi tepeden biri benden intikam almak için bekliyordu. Banktan kalkmak istemiyordum, bahanelerin ardı ardası kesilmiyordu; gözlerim “Boğaz güzel lan aslında”, ciğerlerim “Bırak da iki dakika soluklanalım be abi”, götüm ise “Olm çok kıllıyım ben, fazla hareket ettiğin zaman statik elektrik oluşuyor, huylanıyorum” diyordu. Götümün bu teorisini sınamak için küçük bir kağıt parçası aramaya koyuldum, sağa sola bakındım, taksi durağı tarafından işletilen çay ocağına kadar geldim ama ilginçtir hiç çöp yoktu yerde. “Hey dostum, senin sorunun ne?” diye bir ses duydum, çok tanıdık bir sesti bu. Kafamı kaldırdım sesin sahibi görmek amacıyla, bugüne kadar hiç karşılaşmadığım orta yaşlı, hafif esmer, gözlüklü, ince bıyıklı bir beyfendiydi; oturduğu masada iki tane daha orta yaşlı adam vardı.

“Afederseniz, acaba sizde kağıt var mı” diye sordum, öteki “Lanet olası kıçını mı silmen gerekiyor pislik” dedi ince bir tonla. Telaşa kapıldım, birileri beynimi okuyup benimle taşşak geçmeye çalışıyordu, hayır imkansızdı bu. Fakat, kağıt parçasını götümdeki statik elektriği ölçmek amacıyla kullanacağımı nereden biliyordu o zaman bu adam, belki gerektiğinden fazla yürüyordum, aklım benimle acımasızca oynuyordu. Sanırım şizofreniyle karşı karşıyaydım, tıpkı Akıl Oyunları filmindeki gibi bilinçaltım çeşitli karakterler yaratıyordu, en iyi fikir arkamı dönüp hızlıca uzaklaşmaktı elemanlarla fazla haşır neşir olup keçileri kaçırmadan.

“Ooooo, nereyeee gidiyooorsuuuuun” sesli harflerin uzatılmasına rağmen tek bir ağızdan çıktığı belliydi. Anlamını veremediğim birşey çekiyordu beni bu seslere, sanki yıllardır görmediğim eski bir dostum telesekretere mesaj bırakmış gibiydi. Merakıma hakim olamadım daha fazla, adamların yanına oturdum. Hala gerçek olup olmadıklarından emin değildim, taksicilere rezil olmamak için sesimi çıkarmıyordum. Akli dengemden şüphe duyuyordum, beklemekti en iyi savunma. Sürekli sağa sola bakıyor, habire cep telefonuma sanki mesaj geliyor da ben de cevaplıyormuşum gibi yapıyor, gerçekçi olsun diye telefona bakıp sırıtıyordum. Çaycının masaya dört bardak getirmesiyle irkildim, şizofren değildim büyük ihtimal. Çayımdan bir yudum aldıktan sonra bu gizemli adamların ne ayak olduğunu öğrenmek için ilk adımı attım.

“Sizi tanıyor muyum” selamsız sabahsız direkt mevzuya dalmam doğal olarak garipsendi, “Sanmıyorum adamım” dedi ince sesli olan. “Ya kusura bakmayın, hepinizin sesi o kadar tanıdık geliyor ki bana, kulaklarımı şekillendirmiş seslere sahipsiniz sanki”. Üçü de güldü, sanki daha önce başlarına gelmiş bir vakaymış gibi bir halleri vardı. “Biz dublaj sanatçısıyız” dedi içlerinde en normal olanı. Bu herşeyi açıklıyordu, DivX öncesi mahkum olduğumuz seslerdi onlar. “Ben Melih, Mel Gibson’ı seslendiriyorum”, “Erdi ben, genelde zencileri veriyorlar bana”,”Benim adım da Hamza, kalabalık seslendirmelerini yapıyorum”.

Bugüne kadar milyonlarca kez yapılmış bir geyiğin baş sorumlularıyla aynı masadaydım, o kadar çok soru vardı ki onlara sormak istediğim. “İşlerimize son verildi, artık kimse VCD almıyor, kanallar ise bütün bütçelerini dizilere ayırmış durumda” demeleri soru-cevap bölümünü ileri bir tarihe ertelememe sebep oldu. Erdi “O hergele patron yüzünden hepsi” dedi, “Abi hergele ne demek İngilizce” diye sordum “Motherfucker” dedi.

Konuşmanın ilerleyen safhalarında masayı iyice melankolik bir hava sarmıştı. Yıllardır bizi güldüren insanların düştüğü bu hali gördükçe yüreğim parçalanıyordu. Hayatları boyunca seslendirme hariç hiçbir iş yapmadıkları için işe başvurdukları bütün yerlerden “Biz deneyimli eleman arıyoruz” mazeretiyle reddedilmişlerdi. Emeğe saygı sadece bir forum özdeyişinden ibaretti bu ülkede...

“Haydi gelin bize gidiyoruz” dedim, o yokuşu çıkarken bol küfür yedim dublaj takımından, ama dikkatimi çeken birşey vardı, küfür dağarcıkları “lanet olsun”, “pislik”, “becermek”, “kahretsin”, “kıç tekmelemek”ten ibaretti. Eve dönmemize az kala “Yokuş da ebemi sikti” dedim, melum melum baktılar. “At yarrağı gibi uzun” dedim, yine baktılar. Az önce dediklerimi anlayıp anlamadıklarını sordum, mırın kırın edip anladıklarını söylediler ama inanmadım, açıklamalarını istedim mal gibi kaldılar. 40 yaşına gelmiş Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı üç erkeğin küfürlerimizi bilmemesi bende şok etkisi yarattı. “Abi nasıl olur ya, siz hiç mahallede gol atan kale oynamadınız mı, lisede am-göt geyiği yapmadınız mı, nasıl bu kadar kopuk olabiliyorsunuz dilimizden” diye sordum, aldığım cevap ise bir insanlık dramının tasviriydi. Ailelerinin kendilerini cami avlusunda bıraktığını, bir takım insanların onlara sahip çıkıp özel bir yurda yerleştirdiğini, orada çocuk yaştan itibaren dublaj eğitimi aldıklarını, hergün onlarca film çevirdiklerini, işten atılana kadar hiç dışarıya çıkmadıklarını küfürsüz ama yürek parçalayan bir uslupla dile getirdiler. İnsanlıktan bir kez daha tiksindim, bir insan nasıl kendi kanından canından birine bunu yapabilirdi. Robotlaştırılmışlardı resmen,bu yaşlarına kadar “Sen benim devamlı arkadaşımsın” esprisi yapmamış, yüzlerce Namık Kemal fıkramızdan mahrum kalmış, daha da önemlisi hiçbir zaman “Sikeyim böyle aşkın ızdırabını” diye bağırmamışlardı. Derinden içerlendim sevgili okurlar bu vahim duruma, duyarlı bir insan olarak harekete geçmem şarttı. Eğer hayat “Arena” ise ben de Uğur Dündar’dım

Eve varınca ilk iş Youtube’u açmak oldu, adamlar şaşırdı “Aaaa nasıl açtın Youtube’u, biz ktunnel kullanıyoruz” dediler, “Merak etmeyin” dedim “Benden daha çok şey öğreneceksiniz”. Bir klasik olan Çorumlu Shrek Şakir’i izlettim, gülümsemediler bile, ardından canlı yayın kazalarına geçtim, “Ebenin Amı Ali Sami”den girdim “Amına Koyayım Arslan Abi”den çıktım, tık yoktu adamlarda. Temel eksikliği yaşadıklarına kanaat getirip, herşeyi en baştan almaya, küfürleri tek tek öğretmeye karar verdim.

“Ali, Kaya’nın amına kodu”, “Yarrağımı ye Serkan”, “Top Kamil” bunlar okuma fişlerimden bazı örnekler. Yapılan araştırmalara göre dil öğrenebilme yeteneği yaşla ters orantılıdır, büyüdükçe bir insanın yeni bir dil konuşabilmesi zorlaşır. İşte bu sebepten dolayı yoğun çabalarıma rağmen öğrencilerim en basit küfürleri bile öğrenemiyor, 24 Kasım’da yanıma gelip “Kadın erkek farketmez Bengisu Hoca affetmez” diyerek bana duygusal dakikalar yaşatamıyordu. Dersle olacak iş değildi bu, bir dili öğrenmek için konuşulduğu yere gitmek gerekir tezine güvenerek öğrencilerimi Rizeliler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’ne maç izlemeye götürdüm. Çok olaylı bir 90 dakika olmasına, hakemin eyyamcı kararları maça damga vurmasına, kahve halkının son derece orijinal küfürler etmesine rağmen bizim molozlar hala bir sikim öğrenememişlerdi. Maç çıkışı eve giderken Erdi yanıma gelip “Hocam, ibne ne demek” diye sordu, “Şimdi anana küfrederdim, ama ondan da anlamazsın sen” dedim.

Başka bir yol bulmam gerekiyordu, bu kapalı beyinleri samimiyetin sınır tanımadığı, seviyesizliğin cirit attığı, abazalığın zorunlu olduğu, damlı girilemeyen, herhangi bir dişi yaşam formunun yanına bir kilometreden fazla yaklaşmayacağı bir yere götürmeliydim. Bu normları karşılayan yegane mekan ise teknik üniversitelerimizin öğrenci yurtlarıydı. Bağlantılarımı kullanarak misafir öğrenci olarak soktum içeri bizimkileri, “Artık tek başınasınız” dedim, “Yüzümü kara çıkarmayın”.

İki gün geçtikten sonra kapım çaldı, gelen öğrencilerimdi. Hepsinin yüzünde çeşitli yaralar, kollarında ise sigara yanıkları mevcuttu. “Kim yaptı lan bunu evlatlarıma” diyerek mesleğimin hakkını veren bir serzenişte bulundum. Yurt ortamına bir türlü ayak uyduramadıklarını, kimsenin dediklerinden birşey anlamadıklarını, en sonunda batak oynamayı bilmedikleri için hırpalandıklarını söylediler. Eğitim gerçekten de zor bir müesseseymiş bunu anladım, adamları evime alıp yanımda güvende olduklarını, kıllarına bile zarar gelmeyeceğini söyledim. Sevgi yumağı oluşturduk, bakkala inip dört tane ekmek arası yaptırdım, afiyetle yedik.

Birkaç hafta sonra ilk günkü arzumdan eser kalmamıştı, ne kadar usta bir küfürbaz olursam olayım elimdeki malzeme kötüydü, hatta dünyanın en rezil malzemesine sahiptim. Artık ders bile yapmıyor, “Herkes kitap okusun” diyip sınıf defterine “Bayramlarımızın değeri ve önemi işlendi” yazıyordum. Yetkililere başvurmayı düşündüm ama kime anlatabilecektim ki derdimi, sistemin ta kendisiydi onları bu hale getiren, kendi başıma halletmem gereken bir işe girmiştim. Bilgisayarın başında yazı yazarken kafamı boşaltmak için ara verdim. Salona gittiğimde ise talebelerimi televizyonda “Komşu Kızı” isimli güzide filmi izlerken yakaladım. Elisha Cuthbert ilk göz ağrımdır, eski duygularım hafiften depreşti, güzelliği karşısında eridim fakat o Ertuğrul Sağlam kılıklı çocuğu görünce bütün enerjim negatife döndü, hışımla kumandayı Melih’in elinden alıp Telegol’ü açtım. Dublajlı filmlerin kendileri için son derece zararlı olduğuna, kelime dağarcıklarını daralttıklarına, öğrenmelerini engellediğine dair bir nutuk attım akabinde. Yalan söylüyordum, onlardan umudu keseli uzun zaman geçmişti.

Hamza adından beklenmeyecek bir çeviklikle kumandayı kapıp Komşu Kızı’nı yeniden açtı. Elisha’ya son kez bakıp televizyonu üzerindeki düğmeden kapadım. “Bir hafta boyunca televizyon yasak” dedim; Melih ağlamaya, Erdi lanet okumaya, Hamza ise tek kişilik uğultu çıkarmaya başladı. Bağırdım, susmalarını söyledim beni dinlemediler, sınıfa kaos hakimdi. Otoriteyi yeniden kazanma çabalarım sonuçsuz kalıyordu, dayanamayıp iki saattir beynimi siken Hamza’ya tokat attım.

Son derece klişeleşmiş bu sahnede Hamza’nın rolünü çalıp koşar adımlarla odayı terkettim. Hızımı alamayıp terasa kadar koşmuşum, telaşlanan öğrencilerim beni yalnız bırakmadı. “İyi misiniz öğretmenim?” diye sordu Melih, “İyi gibi mi duruyorum!” diye kükredim. Öğrencilerim korkuyordu, onların gözünde artık bir öğretmen değil müdür yardımcısıydım. Aramızdaki rütbe farkından güç alarak söze girdim:

-Siz nasıl anlarsınız benim sıkıntımı? Yapay bir dünyada büyümüşsünüz, ama üzülmeyin size bütün doğruları tek tek anlatacağım. Sık sık çevirisini yaptığınız romantik-komedi filmleri var ya, bugüne kadar gördüğüm en büyük yalandır onlar. Güzel, akıllı, iyi, kısacası aşık olunası bir kız ile sıradan bir erkek oynar başrollerde. Erkeğe baktığında senin benim gibi adamdır, hadi bizden daha yakışıklıdır ama yine de senin benim gibidir huyu suyu. Nolur romantik-komedilerde? Senin benim gibi adamlar hep o kızı tavlar. Peki gerçek hayatta nolur, senin beni gibi adamlar hep sikini avuçlar! Bir gençlik filminde başroldeki kız futbol takımı kaptanı yerine garip çocuğa gitmesin be kardeşim, en azından bir filmde gerçekleri işleyin. Bir filmde göreyim lan piyasa değeri yüksek kız taşşaklı erkeği tercih etsin, aşık ama cibilyetsiz çocuğa “Seni arkadaşım olarak görüyorum” desin lan, bir filmde amına koyayım bir filmde. Benimle yaşıt kızlar 25 yaş ve üstü adamlara varıyor, adam lan, işi var arabası falan var. Ben henüz 19 yaşındayım, napayım gidip ilkokul son sınıftan kız mı ayarlayayım kendime!

Dizlerimin üstüne çöktüm, ellerimi açtım, kollarımı mehtaba doğru kaldırıp “Ben sübyancı değilim ulan” diye haykırdım.Yine konuyu dönüp dolaştırıp aynı yere getirmiştim, genelde bunun sonucu karşımdakilerin beni küçük görmesiydi. Ben aşık olunabilecek kız bulmanın çok zor olduğunu, onu bulduğunda ise az önce tasvir ettiğim adamlara baktığını, bu yüzden gönül adamlarının hayal kırıntılarıyla karnını doyurmaya çalıştığını anlatmaya çalışırken insanlardan bunalım damgası yiyor, hepsinin benim suçum olduğunu, sorunlu adamı kimsenin sevmeyeceğini, doğru kızın karşıma çıkacağını milyonuncu kez yeniden duyuyordum. Birgün bütün bu laflarımı götüme sokacak, aramızda bir ağaç kafalarımızı karşılıklı sağa sola çıkartıp, çimenlerde yuvarlanacağım bir kız bulacağımı ben de biliyordum ama o kızın samanlıkta iğne olması, etkilenilcek vasıftaki kızların paradan, güçten ve sosyal statüden etkilenmesi, normal şartlarda hoşlandığım bir kızın hayatında en fazla yarabandı görevi üstlenebilen erkek olabilirken romantik komedilerin benimle alay edercesine yapaylığı ister istemez sinirimi bozuyordu. Sırtıma kibir taşlarının fırlatılmasını beklerken sıcacık bir el değdi omzuma.

“Seversen sikilirsin, sikersen sevilirsin” dedi Melih. Ne kadar duygulandım anlatamam, ardından Erdi'nin “Kız olsam verirdim hocam” demesiyle iyice mutlu oldum. Öğrencilerime sarıldım, Hamza “Ooooo sikici Bengi oooooooo” diye tezahürat başlattı, hep bir ağızdan devam ettirdik. Sağ gözümden bir damla gözyaşı aktı, en son ne zaman ağladığımı hatırlamıyor, gözyaşı bezlerim küflenmiş sanıyordum. Küflenmemiş olsalar bile uzun süredir çalışmadıkları için çişim geldi, tuvalete gidip gözyaşlarımın geri kalanını sidikle karışık dışarı attım. Tam tuvaletten çıkarken aynaya baktım, tipsiz ama gururlu bir adam vardı karşımda. Bu bana yeter de artar bile diye düşündüm. Öğrencilerimin yanına gidip “Şimdi sıra ikinci derste” dedim, ikinci dersin ne olduğunu sordular, “Playstation’a gidiyoruz".

5 yorum:

S dedi ki...

okudugum en guzel yazinizdi. o kadar cok keyif aldim ki.. anlatamam..

Bumm dedi ki...

türkiye ispanya dk 89 1-1 yazı için teşekkürler

antepian dedi ki...

Lisans eğitimleri bittiği zaman, yüksek lisans için herhangi bir mühendisliğin kantinine bir anda Adriana Lima ve öküz kocası fotoğrafı yansıtıp, sarfedilen tüm küfürleri kayıt etmelerini isteyiniz efendim.

İ.p (exs2ci) dedi ki...

hacı fakeangela katılıyorum.çok başarılı bir yazı olmuş lan..''aynen benim gibi adamsın lan'' diyorum ama bunu derken Recep İvedik filminden alıntı yapmıyorum, çok ciddiyim.düşüncelerinin her kelimesine imzamı atarım.ama şu günlerde şunu ögrendim ki her güzel kızda o dediğin erkeklere gitmiyor,aralarında az da olsa akıllıları var.Umudunu yitirme,umut fakirin ekmeğidir.Bu arada Atilla İlhan'ın Pia adlı şiirini dinle,şiir seni anlatıyor koçum.hadi kolay gele

not:olum her yazında istanbulu tasvirliyosun.sokarım istanbula :D

josemarcelosalas dedi ki...

Rizeliler Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği!

Bu öbek gözlerimi yaşarttı yine. Ama gülmekten :)

Ve tabi ki de, seversen sikilirsin, sikersen sevilirsin. Mars.