26 Kasım 2009 Perşembe

Peynir

Uzun süredir görmediğim arkadaşım Ender beni aramıştı. Bir mevzu varmış, yardımcı olup olamayacağımı sordu. Eğer birisi benden yardım istiyorsa bunun tek bir anlamı vardır: Bilgisayarla ilgili bir problem söz konusu.

Hiçbir zaman bilgisayar dehası olmadım, kendi işimi görecek kadar bildim sadece. Ama insanlarımız bilgisayara o kadar cahil ki benim kendi yağımda kavrulmam çoğunun gözünde tanrılaşmama sebep oldu. Paint haricinde bir görüntü işleme programı kullandığımda “fotoshopçu” oluyordum, DNS ayarı değiştirdiğimde webmaster, Çalıştır’a girip msconfig komutunu yazdığımda ise hacker. Türk’ün teknolojiyle imtihanıydı bu ve çan eğrisi geçerliydi.

Kıramadım Ender’i, hallederiz dedim ve cumartesi akşamı Mecidiyeköy’de buluşmak üzere sözleştik. Bana gelen sorunların büyük çoğunluğu şu ikisinden biridir:

1)Abi, Google’da yaptığım aramaları nasıl silebilirim?
2)Kanka, Internet Explorer’i açınca bir sürü sayfa geliyor, napacağım?

Gördüğünüz üzere bu iki sorunun da ortaya çıkış şekli aynı: Bir insan Google’da “sikiş” diye arama yaparak neye ulaşmaya çalışır gerçekten çok merak ediyorum, lütfen bilen biri varsa bana anlatsın.

Buluştuk Mecidiyeköy’de. Üzerinde uçuk mavi ve gri çizgili bir gömlekle altında bej bir pantolon vardı. Tanıyamadım Ender’i bu kıyafetle ilk başta. Gömlek ne iş diye sordum, çalışmaya başlamış, iş yerinden geliyormuş. Kısacası adam olmuş bizim oğlan.

Ben ise hala blog köşelerinde sürünüyorum.

Eski günleri yad ettik, sürüyle insanın kulaklarını çınlattık ve asıl konuya geldi sıra. Cebimde kağıt hazır bekliyordum. Üzerinde “Araçlar/Gözatma Geçmişini Sil/Tümünü Sil/Evet” yazıyordu. Eğer iki numaralı sorunla karşı karşıyaysa kendisini hak yol olan Firefox’a yönlendirecektim.

Ama Ender yanılttı beni, hatta sorusu bilgisayar üzerine bile değildi. Fotoğraf makinesi almak istiyormuş, engin bilgimden faydalanmakmış arzusu. “Valla Enderciğim fotoğraf makinelerinden pek çaktığım söylenemez” desem de itiraz etti, verdi gazı, bir şekilde kendimi en yakındaki teknoloji markette buldum. Fotoğraf makineleri bölümüne geçtik. Kendim de kullandığım piyasada 3. sınıf Çin malı olmayıp da uygun fiyata sahip yegane ürünlerden Kodak C613’ü ararken müşterinin biri Ender’in yanına gelip “Afedersiniz acaba elimdeki MP3player’ın kaç yıl garantisi var” diye sordu. Ender orada çalışmadığını söyledi ve müşteri özür dileyerek uzaklaştı. Kıs kıs güldüm, Ender’in sinirlendiğini görünce kendime çeki düzen verdim ve Kodak C613’ü gösterek “Bak hem ucuz hem de işini görür, sağlam alet” dedim. Suratını ekşitti. “Ben böyle bir şey istemiyorum kanka” dedi “Hani şu büyük olanlar var ya, onlardan lazım bana”. Profesyonel makinelerden bahsediyordu sanırım. “Onlar pahalı olm” dedim “Ne gerek var hepsi fotoğraf çekiyor sonuçta”. İtiraz etti, illa profesyonel makine istiyordu, kendi tabiriyle “başı büyük olanlardan”. Yardım almak için etrafımıza bakındık ama herhangi bir çalışan göremedik o civarda. Derken onlu yaşlarına yeni adım atmış bir velet yanımızda bitti. Ender’in kolundan çekip “Abi oyunlar ne tarafta” diye sordu. Ender bilmediğini söyledi, sinirlendi bacaksız. “Ne demek bilmiyon ya, sen çalışmıyon mu burada”. Kafası atan Ender çocuğa sağ elini serice havaya kaldırarak “Siktir git lan” dercesine bir hareket yaptı, koşarak uzaklaştı küçük oyunsever. Sonunda bize yardımcı olabilecek birini bulduk. Satış elemanı hiç anlamadığımız bilgiler verirken biz de kimi zaman “he”, kimi zaman “me” diyerek onaylıyorduk. Adam megapiksel diyordu, optik zoom diyordu, fakat bizim Ender’in umurunda olan tek şey objektifin boyutlarıydı, “Yok mu usta bunun daha büyüğü” diye soruyordu sürekli. “Beyefendi, standart çap 35 mm’dir” dedi satış elemanı, ama Ender’i kesmedi 3,5 santim. “Önemli olan boyu değil işlevi” bu hususta da kolpa bir laftı anlayacağınız.

Sonunda Ender’in beğendiği türden bir makine ve tatmin edecek ebatta bir objektif aldık ve kasaya yöneldik. Sırada beklerken Ender’in kovduğu çocuk, bilinçli ve bir o kadar da sinir bozucu bir tüketiciye benzeyen annesi ve mağaza müdürü üzerimize doğru geliyordu. Kadın adeta ciyaklayarak “İşte bu benim oğluma kötü davranan eleman, derhal kovulmasını istiyorum” diye bağırıyordu. Çocuk ise annesinin bacağına sarılmış, sanki hayatında ilk defa siktir yemiş gibi masumiyet ayaklarına yatıyordu. Müdür Ender’e çabuk odasına gitmesini emretti. Ender kafası atıp müdüre de az önce çocuğa sergilediği hareketi yaptı, üstelik bu sefer ağzıyla da eşlik etti ama telaffuzu el hareketi kadar hızlıydı, bu yüzden ağzından çıkan söz “Sigigila” şeklinde duyuldu. Baktım müdür çıkışta gel mahiyetinde kaş-göz hareketlerinde bulunuyor, araya girdim. Gözleriyle birbirine laf atan bu iki romantik serseriye içinde bulunduğumuz yanlış anlaşılmayı izah ettim ve iş tatlıya bağlandı.

Anne hala hoşnut değildi gerçi, zaten o tarz kadınları memnun etmek imkansız olduğundan pek de umursamadım.

Ender doksanlı yıllarda ışıklı ayakkabı giyen çocuklar gibi şendi. Sürekli makinenin bir taraflarıyla oynuyor, habire bana sorular sorarak bendenizi sabır testine tabi tutuyordu. Bir baktım objektifi sürekli takıp çıkarmaya başladı, gayet medeni bir şekilde “Olm napıyorsun lan, osbir mi çektiriyon alete” dedim, “Abi çıkan ses çok hoşuma gidiyor ya, baksana –bu esnada objektifi son bir dakikada 31. kez makinesine taktı- müthiş yaaa”. Şlak şlak şlak, Çin işkencesi gibi gelmeye başlamıştı o ses. Son çareye başvurdum, çok acımasızdı ama başka çıkar yolu bırakmamıştı bana.

“Hacı öyle oynama onunla, yalama olur”

Objektifi son kez demonte edip çantasına dikkatlice yerleştirdi ve tek kelime etmedi 10 dakika boyunca. Sessizliğin huzur veren melodisinin tadını çıkartıyordum. Tıklama yoktu, Ender’in kafa siken soruları yoktu, sadece İstanbul ile birlikte standart gelen uğultu mevcuttu ki kulaklarım buna alışalı uzun süre geçmişti. Sessizlik konçertosunu Ender bozdu kısık bir sesle. Dudakları büzüşmüş, suratı pudra şekerine batırılmış gibi beyazlaşmış, ses telleri titreşime alınmışçasına “Bozulmamıştır di mi abi” diye sordu. Ah sevgili okurlar, ah benim yufka yüreğim, onun yüzünden az bela gelmedi başıma. Acıdım Ender’e, o halini görünce kalbime baz istasyonu döşenmiş gibi hissettim kendimi ve sonrasında çok pişmanlık duyacağım şu cümleyi kurdum: “Yok be olm, öyle kolayına bozulmaz o. Üstelik garantisi var, takma kafana”

Nereden bilebilirdim yukarıdaki kötü kurulmuş cümlenin ölüm fermanımda dipnot olacağını.

İçindeki amatör fotoğrafçılık aşkı benim verdiğim güvenoyuyla birleşince bir canavar çıktı ortaya. Ne zaman buluşsak fotoğrafımı çekmek istiyordu Ender. Bu isteğini reddediyordum zira fotoğraflarda Joseph Merrick –nam-ı diğer Fil Adam- gibi çıkıyordum. Ender ısrar ettikçe ben de daha sertleşiyor, basın mensubuna saldıran ünlüden farkım kalmıyordu. Son buluşmamızda yine yaptı aynısını. “Lan sen git aynada kendini fotoğraf makinenle çek Deviantart kırosu” diye çıkıştım, “Zaten çektim hacı, bak birkaç tane var -yalan söylüyordu, 18 adetti- hangisi daha güzel, onu koyayım Deviant’a”. Sol elimle aşağısını, sağ elimi yumruk yapıp işaret ve orta parmağımın arasından çıkardığım baş parmağımı göstererek “Bunu çek amına kodumunun” dedim. Durdu, “Kanka ters ışık var, arkanı dön çekeyim” demesiyle Canon’un sahibinin özne, Ender’in annesinin ise nesne olduğu -beni düzenli takip eden okurlarım yüklemin ne olduğunu anlamıştır çoktan- bir cümleyle uzaklaştım oradan.

Ender’in tacizinden kaçmak mümkün değildi. Buluşma tekliflerini çeşitli bahanelerle reddediyor, mesajlarına cevap vermiyordum ama bu sefer MSN’de şişiriyordu kafamı. Sürekli Deviantart sayfasının linkini yolluyor, fotoğraflarına bakmam, yorumda bulunmam için ısrar ediyordu. Bir defasında o kadar çok titreşim yolladı ki monitörümün 17 inçlik bir vibratöre dönüşmesinden korktuğumdan tıkladım linke. Profilde kendini ayna karşısında fotoğraf makinesiyle çektiği resim vardı. “İyi fikir” dedim içimden “Olurdu eğer bundan önce 28934728974923 kez kullanılmasaydı eğer”

“Ve flaş patlamasaydı”

Ne berbat resimler vardı galerisinde. En güzelinin bile bir vesikalık kadar sanatsal değeri yoktu gözümde.

En azından vesikalık bi boka yarıyordu.

Manzara resimlerinden oluşuyordu çoğu, en güvendiğim diye yolladığı resim ise limanda tek başına bekleyen bir kayıktı. İki saat anlattı durdu, yok kayığın sahibi çok kral bir amcaymış, yok tam güneş batışına yetişmiş, Deviantart’taki arkadaşları resme bayılmış falan filan.

Bu muydu yani sanat? O kadar tantana bunun için miydi? O güneş sanki batmıyordu her akşam, denize düşen ışık yansımıyordu 24 saat. Sen hangi metaları yüklersen yükle, ne anlatmaya çalışırsan çalış o kayıkta millet rakı içiyor, kavun-beyaz peynir yiyordu. Bir sikimi ölümsüzleştirdiğin yoktu Ender, fotokopisini çekiyordun sadece. Ben burada kelimelerle resim yapmaya, heykeller oymaya çalışırken sen renkli fotokopi ile geliyordun kapıma.

Kapamak istiyordum sayfayı ve Ender’e engel basmak ama o kadar yıllık hukukumuz vardı. Fotolar ilerledikçe içimdeki yaşama arzusu iyice azalmış, yerini hiçbir manzaranın olmadığı bir yere taşınma isteği almıştı. Deniz olmayacaktı, dağ olmayacaktı, yaşlı nene hiç olmayacaktı. Sürekli karanlık olacaktı orası, göz gözü görmeyecekti, flaşlar işe yaramayacak, filmler yıkanamayacak, şarküteride bile peynir denmeyecekti.

“Bana şu beyaz şeyden yarım kilo uzatır mısınız lütfen… Hayır, tam yağlısından istiyorum”

Hayaller, neden bu kadar güzel ve uzaktır bize? Kabuslar öbür yandan, hep burnumuzun dibindedir siyah noktalar gibi. Neden hipermetroptur mutluluk?

Bitsin istiyordum artık, buraya kadar gelmiştim, son bir galeri kalmıştı zaten. Bu defayı atlatayım, sonra bir şekilde Ender’i vazgeçirtirdim bu sevdadan. Allah’tan bana ekstra sabır bağış etmesini dileyerek girdim son galeriye. O da nesi, ilk defa mide bulandırmayan bir resim, hatta resimler!

Bol kepçeden kullandığım “:D”lerin hakkını suratımla verir bir ifadeyle sordum Ender’e “Abi, kim bu hatun”. Cansu dedi. Hemen sorguya çektim Ender’i, yaşı kaçtı, nerede oturuyordu, annesinin kızlık soyadı neydi? Fazla bir şey bilmediğini söyledi, pek tanımıyormuş, Devintart’ta tanışmışlar, modellik teklif etmiş, kız da peki demiş. Nedendir bilinmez, o an amatör fotoğrafçılığa biraz haksızlık ettiğimi, aslında düşününce gayet hoş bir sanat kolu olduğunu, bugüne kadar ilgilenmeyerek yanlış yaptığımı fark ettim. Cansu’nun profiline girdim, ne müthiş resimler vardı. Özellikle birine bayıldım. Bir gün batımı resmiydi. Güneş iyice şeftali kıvamına gelmiş, boynu eğik, yavaş yavaş denize gömülürken sahilde tek bir kayık, öylesine bekliyordu. Sanki denizden yansıyan upuzun kızıl bir el okşuyordu kayığı, kayık da bir kedi yavrusu gibi kafasını eğmiş, uysalca tadını çıkartıyordu. Ama ne yazık ki bir köpek gibi tasmalanmıştı limana, gitmek istiyordu, yarma şeftaliyi andıran Güneş’e doğru koşmak ama yapamıyordu, yorulmuştu artık tasmasını zorlamaktan. Kıç kısmındaki kıymıklardı boynunda oluşan morluklar. Ah zavallı kayık, öyle üzülüyorum ki senin için…

Bu bir fotoğraf değildi, hayır sevgili okurlar, bu bir kompozisyondu. Ah bizler, biz tembel yazarlar. Nasılsa atış serbest; alakasız kelimeler, saçma sapan metaforlar, kim tutar seni, salla işkembeden. Parmakların felç olana kadar yazarsın. Ama Cansu’nun yaptığı iş öyle miydi? Bir hazine avcısı gibi arıyordu enstantaneleri, petrolcüler gibi derinlere iniyordu. Gerçek sanat buydu, götünden eser çıkarmak değil, eseri hayatın içinden koparmak.

Hemen kendimi en yakındaki teknoloji markete atıp fotoğraf reyonuna girdim. Fiyatları görmemle kendimi koşarak dışarı atmam bir oldu. En ufak ebatlı objektifi alsam -ki monte edecek profesyonel makinem bile yok- bir yılda zor öderdim. Kodak C613 ile çekilen resim anında belli olur, beni Devintart’tan tekme tokat kovarlardı. Bunun üzerine sağdan soldan çarptığım resimlerle kendime bir profil yaptım ve Cansu’ya arkadaşlık -müstakbel arkadaşlıktan fazlası- teklifi yolladım. Kabul etmişti, inanamıyordum, apaçiler henüz Devintart’ı keşfetmemişti demek, orası bir ütopyaydı.

Kim bilir, belki de Deviant’taki kızlar teklif ediyordu.

Mesajlaştık bir süre, hangi fotoğraf makinesini kullandığımı sordu. Hiçbir fikrim yoktu, tek bildiğim profilimdeki fotoğrafların farklı makinelerden çekildiğiydi zira hepsi farklı yerlerden araktı. “Cansucuğum, bu soruna cevap veremeyeceğim ne yazık ki" dedim "Çünkü ben bir makineyle iki kez fotoğraf çekmem. Prensip meselesi”. Etkilenmişti, tabi etkilenecekti. Taze salladığım bu bilginin ışığında profilime girip alet-edevat bölümüne “Allah ne verdiyse:P” yazdım. Sonra düşündüm, bu kız entel, Allah Mallah dersem karizmayı çizerim, hemen değiştirdim: “Whatever God gives lol”

Bir yalan ötekini takip ediyor, saadet zinciri gibi palavra zinciri kuruyordum. “Geçen Mehmet’le konuşuyoruz” dedim, Mehmet’in kim olduğunu sordu "Ya Mehmet Turgut ya, tanırsın belki... Neyse Mehmet bizim eve geldi, yakın zaten Tokatköy'de oturuyor. 'Abi' dedi, 'Ocağına düştüm, yardım et bana'. Mehmet’i de severim, biraz artist görünür dışarıdan ama iyi çocuktur. 'National Geographic’ten teklif geldi, birkaç foto istediler. Tamam çekerim dedim, yolladıklarımı beğenmediler. Bir hafta süre tanıdılar nolur abi paraya çok ihtiyacım var. Alacaklılar kapıma birikti, sırf Beceren Color’a iki buçuk milyar borcum var. Kış geldi ama marjinalim diye AKP kömür vermedi, donuyoruz abi. Hadi, yap bir güzellik şu kardeşine' dedi. Yav Mehmet kim National Geographic kim? O ancak Yılmaz Beton takvimine konacak resim çeker. Aşağılamak için söylemiyorum, çocuğun potansiyeli o kadar. Baktım durumu kötü, kabul ettim teklifini. Gittim Denizli’ye Pamukkale, Çamlık ve Recep Yazıcıoğlu Parkı’nın resimlerini çekiverdim. Çamlık resimlerinden birini National Geographic kapak yapmış, Denizli Özel Sayısı çıkartmaya karar vermişler yıl sonunda, onun için yeniden gideceğim bir ara. Anlayacağın ilkokulda resim dersi için annesine resim yaptırıp yıldızlı pekiyi alan çocuk hesabı lololololololol.”

Tutturdu beni de çek diye. Uyardım, “Nü çalışırım” dedim “Ama korkmana gerek yok, çok da nü değil, frikik ayarında daha ziyade”. Kabul etti, yeri ve zamanı belirledik. Tek ihtiyacım olan fotoğraf makinesiydi. Ender’e yavşadım tabi hemen, olan biteni anlattım. Olmaz dedi. İnanamıyordum, daha dün objektife büyükbaş diyen adam bugün bana artistlik yapıyordu. Niye lan dedim, arkadaştık hani. “Ulan pezevengin adamı” dedi “Sen benim anama küfrettin o kadar, unuttum mu sandın” Peki madem niye o zaman küsmedin bana, şimdi mi aklına geldi? “Seni kullandım” dedi “Fotoğraflarıma geri dönüş almak için, yoksa gözümde bittin olm sen”

Amatör fotoğrafçı, profesyonel pragmatist.

Pek vaktim yoktu, bir sonraki gün için sözleşmiştik Cansu’yla. Lanet olsun, bulamadım fotoğraf makinesini ödünç verme nezaketini gösterecek kimse. Mecburen Kodak C613’üm ile gittim. Makineyi görünce şaşırdı Cansu. “Şimdi şöyle Cansucuğum” dedim “Ben artık bohem bir yaşam tarzı benimsemeye karar verdim. Öyle profesyonel makineler, pahalı objektifler bozar bohem adamı. Bence gerçek amatör fotoğrafçılık ruhu budur”. Bu sefer yemedi tabi, anladı foyamı. Zaten araştırmış, Mehmet Turgut’un arkadaş listesinde olmadığımı görmüş, sonra mesaj atmış Mehmet Turgut’a, böyle böyle demiş. Bunun üzerine Mehmet Turgut bana biraz sövmüş ve Cansu’ya modellik teklif etmiş. Rastlantıya bakın bugüne o da, hatta oradan geliyormuş şimdi, sadece yüzüme karşı yalancı olduğumu söylemek için uğramış yanıma. “Peki Cansu, sana yalan söyledim, üzgünüm. Sadece bir sorum var, lütfen yaşadıklarımızın hatrına cevap verirken dürüst ol, Mehmet Turgut’a çektirdiğin fotoğraflar herhangi bir çıplaklık içeriyor muydu” Kolları karın hizasında birleşmiş, gözlerini küçümser bir ifadeyle kısmış, göz bebekleri intikam ateşiyle harlanan bir bakışla kafasını evet babında hafifçe yukarı kaldırıp indirdi. Yüzümde piç bir gülümseme belirdi, "O zaman sorun yok" dedim "Amacıma ulaştım ben".

Mehmet Turgut’un Deviantart sayfasında yeni eklenen fotolara bakarken tatlı bir zafer ezgisi çınlıyordu kulaklarımda. Olaylar tasarladığımdan farklı gelişse de hedefime başarıyla ulaşmıştım. Kafamdaki 35 mm çapındaki şişlik olmasa daha iyi olurdu gerçi.

9 yorum:

libido dedi ki...

Vay adi insan o makinayı nasıl sana vermez elalem Devintart kız kaldırsın ki bence kaldırmışsın geri kalanı teferruat:D biz hala face'bok'... Bayramını en içten dileklerimle kutlarım. mübarek olsun demedim şimdi karizmayı çizdirmeyelim:D

S dedi ki...

biraz daha uzun olabilirmis yazi. :) ama gayet keyifli ve guzeldi.

bir de baslik daha farkli olmayacak miydi ?

libido dedi ki...

la yeni yazı ne zaman geliyor?
saygılarımla

Adsız dedi ki...

[url=http://hopresovees.net/][img]http://bariossetos.net/img-add/euro2.jpg[/img][/url]
[b]software reseller programs, [url=http://hopresovees.net/]buy microsoft word 2003 software[/url]
[url=http://vonmertoes.net/][/url] video store software oem software licenses
quarkxpress 8 [url=http://bariossetos.net/]free adobe video editing software[/url] office communication software
[url=http://bariossetos.net/]nero 9 megaupload[/url] Pro 9 Advanced
[url=http://vonmertoes.net/]discounts on computer software[/url] how to buy software
adobe creative suite 4 design premium for mac [url=http://bariossetos.net/]software store products[/b]

libido dedi ki...

gözüm yeni yılın kutlu olsun
saygılarımla

bişey soracamtım sen şu yeni sistemden ötürü yeniden gireceklerden misin yazının birinde vardı galiba?

ssbb dedi ki...

bravo, çok güldüm!
yeni yazılarını bekliyoruz

Adsız dedi ki...

merhabalar ben libido birşey soracaktım.

öldün mü?

Konserler dedi ki...

Çok güzelmiş

Jupiter dedi ki...

Bu kamuoyu için bir duyuru, biz böbrek satın almakla ilgileniyoruz ve hastalarımızı kurtarabilmek için farklı böbrek bağışçılarıyla çalışmak istiyoruz, böbrek satmakla ilgileniyorsanız, lütfen bizimle iletişime geçin; hastamıza böbrek bağışı için eşleşme ve her ödülü büyük ödüller bekliyor.
E-postamızda bize ulaşın: jupitermedicalcentreinc@gmail.com
veya whatsapp'ta bizimle iletişime geçin: +1 (515) 293-5520