26 Kasım 2010 Cuma

Baş Harfi "O"

Öyle ansızın çıktı ki karşıma, yeryüzüne düşen bir meteor misali. Fakülteden yurda avere avere yürürken, köşeyi döner dönmez, bir aparkat gibi çarptı yüzüme. Gardım düşüktü; arkamı dönemedim, görmezden gelemedim, acelem var diyemedim. Onca şey paylaşmıştım O'nunla ve onca zaman geçmişti ve bu spontane buluşmada ne diyeceğimi kesinlikle bilmiyordum. Bir deniz atı gibi ürkekçe sustum, sadece ağzım değil gözlerimdi aynı zamanda mühürlenen. Hazırlıksızdım, söyleyecek bir şeyim yoktu, olsa da söyleyecek yüzüm yoktu. İlk adım ondan geldi, halimi hatrımı sordu. Hesap sormamıştı, “Neredeydin bu zamana kadar hayvan herif” dememişti. Tüm olanlara rağmen insanlığından taviz vermemişti. Beni resmen olgunluğuyla sikmişti. Biraz düşünüp taşındıktan sonra “İyidir yaaaaaa” dedim. “Gördüğüm kadarıyla üniversiteyi kazanmışsın”, “Evet yeeaaaa” diye yanıtladım. Bölümümü sordu “Sinema ve Televizyon işte yaa” dedim ve sonra zaten tek kelimeden oluşan basit ve bir o kadar basiretsiz cevaplarımı sırf uzatmak için sonlarına “yeeeaaaaa” veyahut “yaaaaa” dedirtecek kadar küçük hesaplar yapan bir bilinçaltına sahip olduğumu fark ettim. Yakışıyordu muydu bu bana; sanki çekip giden ben değilmişim gibi lanettayn cevaplar veriyordum. Mala bağlamanın zamanı değildi, bölümümden memnun olup olmadığını sorduğunda “Şunu anladım ki, insanın okuduğu bölümün adını söylerken utanmaması çok güzel bir şeymiş” diye laf kalabalığı yaparak durumu kurtarmaya çalıştım. “Hmm, peki” dercesine kafasını hafifçe aşağı yukarı oynattı. 9 aydır makas girmemiş saçlarımı görünce “Saçlar da almış başını gitmiş” dedi. “Öyle oldu ya, kısa olmasından iyidir. Kısa kestirince çok afedersin yarak kafasına benziyor” dedim. Güldü, ama bu “Ulan Bengisu ne piç adamsın, nerden buluyorsun bu lafları” gülüşü değildi. Hayır, acı bir gülüştü bu, bitter çikolata gibi.

Gözlerinden anlamıştım, yarak kafası dememe gülmemişti. Başına “çok afedersin”i eklememdi onun gülüncüne giden. Ama güldürürken bir yandan da hüzünlendiren bir espriydi yaptığım. Ben O'nun yanında hiç sövmediğim kadar sövmüş, O'nun huzurunda hiçbir ortamda hayvanlaşmadığım kadar hayvanlaşmıştım ve şimdi sadece kısa saçlı halimi betimlemek için kullandığım masumane bir “yarak kafası” metaforunu bile sarfederken utanıyor, O'ndan af diliyordum.

Çok az daha lafladık ve O müsaade istedi; gitme diyemedim, peşinden koşup “Dur, gitme! Seni seviyorum Okur” diyemedim.

Ne diyecektim ki okura? Alıştırmıştım onu ince eleyip sık dokuduğum yazılarıma. Ben ancak kelimelerin arkasından ahkam kesebilen bir adamdım, sadece yazılı kelimelerin ardına cephe kurabilen bir acemi er. O, hiçbir zaman maruz kalmamıştı benim sığ muhabbetime ve şimdi onca yaşanmışlığın ve habersiz çekip gitmemin ardından neden bahsedecektim ki, yurt arkadaşlarımdan mı? Vehbi Başkan'ı, Kumarbaz İbo'yu, Eşeksiken Burak*'ı mı anlatacaktım okura?

Ben bir korkaktım evet, sigara almaya gidiyorum diyip hiç dönmeyen evlattım ben. Yalçın Abi'lik bir vakaydım, aradakilerden biriydim. Hayırsız değildim aslında, ama hayatın değişkenleğine karşı yeterince hazırlıklı olamamıştım.

Baştan alacağım. Her hafta, herbiri eşek ölüsü boyutlarında yazı yazan adama bir dönüş yapacağım izninizle. Okulu şiddetli geçimsizlik sonucu bırakmıştım, ölümüne tiksindiğim bir şehirde yaşıyordum ve o zamanki sınav sistemi dolayısıyla ÖSS'ye bir buçuk yıl sonra girebilecektim. Ben, sizlerin içine kapanık kuzeniydim. Misafirliğe gelsem annenizin babanızın yanında susardım, onları dinler gibi durur ama çok başka şeyler düşünürdüm. Sabahları gazeteyi elime alır, masadakiler gündemle ilgili haberleri okuduğumu sanırken ben sırasıyla 3. sayfa vahşetleri, Haydar Dümen, spor sayfaları ve arka sayfa güzelleri ve yine arka sayfada bulunan "Uzayda hayat bulundu", "Kanser artık amansız değil" ve benzeri başlığının milyonda biri kadar bile haber değeri içermeyen haberlere bakardım. Anneleriniz, babalarınız iyi niyetlerinden “Ah ne oturaklı çocuk, yaşına göre ne kadar da olgun. Maşallah, maşallah” derdi. Ama bilmezlerdi ki kafamdan geçen hinlikleri! Ah beni bir görselerdi sizin yanınızda yaptığım muhabbetlerde, yazdığım şu benhudar yazılarda, eminim “A ah, Bengisu efendi çocuktur halbuki, neden böyle şeyler yazıyor, kötü arkadaşlar edindi herhalde” derlerdi.

Hayata karşı olan öfkemi kustum ben bu satılarda. İstanbul, okul, kızlar, hatta kendime karşı beslediğim nefret. Sadece o da değildi seri üretimimi tetikleyen. Kusmuklarımla oynayacak, onları şekillendirip ekspresyonist bir sergi açabilecek kadar boş vaktim vardı. Böyle dan dun müzikler dinleyip saatlerce boş sokaklarda yürüyen, bilgisayar başından kalkmayıp bir pencerede Word berikinde blog sayfam, dakika başı ALT+TAB atan bir makineye dönmüştüm resmen. Ben, gereğinden çok boş vakti olan sinirli bir adamdım sadece, iyi ya da üretken bir yazar değildim hiçbir zaman.

Sonra ne mi oldu? Cevaplayayım, ilk olarak dershaneye başladım yani biraz meşguliyet oradan geldi. Akabinde ayıptır söylemesi belki de beni en çok gazlayan konu, evet hanımlar sizden bahsediyorum, bir nebze daha da olsa önemini yitirdi çünkü iki yazıda bir zırvalayıp durduğum kız tipinden farklı biriyle tanıştım. Çıkmak ya da ilişki yaşamak gibi liseli fiillerini kullanmak istemiyorum, mesajı alan aldı. Ama lütfen sakın yanlış anlamayın “Pezevenk karıyı buldu bizi unuttu” demeyin. unutmadım çünkü. Sürekli yazmak istedim, eskisi gibi yorumlarınızı almak için site başında F5 eskitmeyi arzuladım ama olmadı işte. Kafam çok daha rahattı öncesine göre. Artık sadece böğüren adamlardan değil şöyle müziklerden de zevk alıyordum. Bu iki sebep kısa vadede yazı eklemememe daha doğrusu daha kısa vadede yazı ekleyemememe neden olmuştu. Daha sonra, 2010 Şubat'ında, belki de başıma gelebilecek en kötü hadiselerden biri gerçekleşti -detaya girmeyeceğim ama sizi temin ederim karı-kız meselesi değil- ve hayat beni apayrı bir doğrultuya sürükledi. Ne olduğunu anlamadan kendimi Eskişehir'de, bir öğrenci evinde buldum. Evim yoktu artık, onu geçtim odam bile yoktu. Şikayetçi değildim hayatımdan ama malumunuz yalnız kalamıyorum.

Benim yazabilmem için iki şart gerekli, biri az önce bahsettiğim yalnız kalabilme, ikincisi ise bilgisayar başında olma. Yazma biliyorum evet ama kendi yazdığımı ben bile okuyamıyorum zira çivi yazısını sadece yazabiliyorum, okumayı 15 yıldır sökemedim, belki Sümeroloji yandalı yaparak bu açığımı kapatabilirim bir ara. Kalem tutmayı bilmeyen bir yazarım ben, baştan kaybediyorum yani. Derste aldığım notlara bile 5 dakikadan fazla baktım mı yüksek beyin amcıklanması geçirecek noktaya geliyorum. Düşünün, ders notu bu, sikmişim dersi. Öte yandan, o kadar emek verdiğim, kendi evladım gibi gördüğüm yazılarımı o yazıyla yazsam... Allah düşmanımın başına vermesin. Yazacağım her satır benim canımdan, kanımdan bir parçadır; ama elimle yazdıklarım spastik olacak, özenerek yazdığım satırlar ise en iyi ihtimal otistik. Mizah yazarıyım hesapta, o duygu selinde yazacağım yazıları hayal ediyorum da, komiklikle uzaktan yakından alakalı olmaz, olamaz. Olsa olsa Mahsun Kırmızıgül'ün bir sonraki filmine senaryo olabilecek kadar duygu sömürüsü içeren bir eser çıkar ancak ortaya.

Neden bundan bahsettim, çünkü bilgisayar yoktu etrafımda. Listesinde bulunduklarım bilir, MSN'e girmeyeli neredeyse yıl oldu. Bilgisayar görsem bile 10 dakika kullanabiliyordum en fazla. Özet geçeyim; meşguliyet, rahatlık bir de teknik imkansızlıklardan dolayı gerçekleşen bir buhrandı yaşadığım.

İnsan gene bir ses verir, komik video koyar ne bileyim anekdot falan girer, değil mi? Evet girmesi lazım, koyması lazım, ayıptı benim yaptığım. Ama dürüst olmak gerekirse kendime yakıştıramadım o tarz bir dönüş yapmayı. Kafamda apayrı bir plan vardı. Öyle bir yazı yazacaktım ki gülmekten kırılacak, mönitör karşısında alkışlayacak ve yaptığım cibiliyetsizliği unutacaktınız hepiniz. Kafamda bir taslak vardı, ama onu .doc'a dökecek vakit ve ekipmana ulaşamadım bir türlü. Bu geri dönüş romantizmiydi sessiz kalmamın sebebi asıl sebebi, aptalca bir gurur meselesi. Günler geçtikçe daha da sinirledim, daha da güzel yazmayalım dedim kafamda o kadar büyüdü ki bu durum ancak roman yazarak susturabilirdim o orospu çocuğu iç sesi. Hele sınav bitsin yazarım dedim, bitti bu sefer yazın Denizli'de üç ay tanrı misafirliği yaptım. Arkadaşlarımın evine kaldım, annelerinin güzel yemeklerini yedim, yalnız bir saat bile geçirmedim koca yaz. Üniversiteyi kazandım, Eskişehir'e resmen taşındım, yurda yerleştim, bölümdü, vizeler mizeler derken bugüne kadar sarktı geç özürüm.

İstedim, öyle bir döneyim ki aradan geçen bir yıl değil de bir hafta gibi hissetsin okurlarım: tıpkı Çocuklar Duymasın'da olduğu gibi. Elbette Çocuklar Duymasın'da bile bazı değişiklikler yaşanmıştı. Haluk'un gıdısı her erkek Türk dizi oyuncusunun kaçınılmaz kaderi şöhrete ulaştıktan belli bir süre sonra almış başını gitmiş, diziye verilen 7 yıllık arada Havuç'un kamışından tüm Afrika'daki su sorununu çözecek kadar su akmış, ailenin kızını oynayan çocuk ne kadar gerizekalı bir projede yer aldığını anlayınca rolü başka bir embesile devredilmiş ve Pınar Altuğ artık iyice Vietnamlı hayat kadınlarına benzemişti. Fakat dizi hala GDOlu Türk aile yapısı ve götüm gibi esprileriyle aynı bayağılığını muhafaza ediyordu. Çocuklar Duymasın'ın yeniden ekranları dönmesiyle beraber “Benim ne eksiğim var lan Birol Güven'den” diye sordum kendime sevgili okurlar. O yeteneksizse ben de seviyesizdim. Yoktu, yemin billah bir eksiğim yoktu. Fazlam bile vardı, saçlıydım en azından.

Sırma saçlarıma elimi daldırdım ve bir karar verdim sevgili okurlar: bir şekilde bir bilgisayara ulaştım -yazının başlarında kulaklarını çınlattığım birine ödev yapmam lazım diye yalan söyleyerek ödünç aldığım laptopu oluyor kendisi- ve resmi olarak yazmaya yeniden başladım. Şu an bu yazıyı size Eskişehir Anadolu Üniversitesi KYK Yunus Emre Öğrenci Yurdu 5. Blok'un çalışma odasında, yaklaşık kırk kişinin arasında yazmaktayım ama bana inanın bilgisayar başında kendi kendime kalabildiğim ilk an bu 10 aydan beri.

Yazdıklarım ne kadar amatör gözükürse gözüksün, terli ellerimin emeği, kanlı gözlerimin nuru ve kambur sırtımın eseriydi her daim. Güçlü bir kalemim yoktu, güçlüsünü geçtim kalem tutmayı bile bilmiyorum, gözlem gücüm zayıftı, insan ilişkilerini irdeleyecek donanıma sahip olmaktan bayağı bir uzaktım. Dedim ya iyi bir yazar değildim ben, hala da değilim. Eksiklerimi sürekli düşünerek, bir yazıyı yayınlamadan önce 30 kez okuyarak, habire yazdığım cümleleri değiştirerek, rötüş üstüne rötüş atarak kapatmaya çalıştım. Benim yazı yazabilmem için uzun süre bilgisayar başında olmam gerekiyordu ve ancak şimdi yaratabildim o zamanı. Evet geç kaldım, evet suçluyum, evet çok ihmal ettim sizleri. Kadim dostum Melih Gökçek bile sırtını döndü bana, artık çıkmıyor sağ alt köşeden. Melih Gökçek gibi bu toprakların yetiştirdiği en delikanlı, en insan dostu, en vefakar adam bile beni sildikten sonra size yalvaramam, nolur affedin diyemem. Karar tamamen size kalmış.

Son olarak, neredeyse bir yıldır arzuladığım dönüşten baya uzak bir yazı oldu farkındayım ama gururu bir kenara bırakıp başlamam gerekiyordu bir yerde. Güzel bir yazı olamadı, hele bu son paragraf hiç olmadı. Hamlığıma ve çok afedersiniz yarak kafalılığıma verin lütfen sevgili okurlar...

*Eşeksiken Burak: Sanılanın aksine bu lakap Burak'ın eşeklerle cinsel münasebete girmesinden değil, Ankara'da bir işportacının ürünlerine uzun uzun bakıp satın almayan Burak'ı “eşeksikenlik yapmak”la ithaf etmesi dolayısıyla takılmıştır. Tüm kamuoyuna duyurulur.