19 Ekim 2009 Pazartesi

Herşey Ankara İçin

Ben dahil yaklaşık kırk-elli kişi güneşin bize o günlüğüne veda ettiği alacakaranlık vakti Geçit Ekmek'in önünde sıraya girmiş bekliyorduk. Bedava ürün, kavga, kaza vb. Türk insanını bir çember şeklinde etrafında toplatıp olaya müdahele etmeden izleyen bir güruh oluşmasına sebebiyet veren türde bir hadise vuku bulmuyordu Geçit Ekmek'te. Her zamanki gibi un ve unlu mamulleri satıyorlardı fakat alışılagelmişin dışında olan Geçit Ekmek'in kurumsal yapısı değil ürün talep eden müşteri miktarıydı. Bu yalnızca Geçit Ekmek'e has bir durum değildi; civardaki, şehirdeki, hatta tüm ülkedeki fırınlarda benzer manzaralara rastlanıyordu.

Bunun yegane sebebi onbir ayın sultanı Ramazan'da olmamızdı. Evet, kimisi Allah rızası, kimisi mahalle baskısı, kimisiyse göt korkusundan orucunu tutuyor ve evine iftar için sıcak pide götürmek amacıyla fırınların önünde kuyruk oluşturuyordu. Bu insanların çoğu pidesini birkaç saat önceden alabilir, pide hariç bir unlu mamulu pekala tüketebilir, ya da hiç sıraya girmeden soğuk pidesini alıp evine gidebilirdi zira fırında her daim soğuk pide bulunuyor ama ben ve benim gibi maceraperestler sıcak pide uğruna minimum 30 dakika sıra bekliyordu. Diğerlerini bilemem ama ben pideye bayılırım, keşke oniki ay pide çıksa, hep pide yerim. Ama sıcaklığı pek de umrumda değildir. Eğer acelem varsa gider soğuk pidemi alır, afiyetle yer, zerre de üzülmem. "O zaman ne sikime derman sıraya giriyorsun yarrrram" dediğinizi duyar gibiyim içten içe bir Münir Özkul kadar sevimli fakat özgür düşünce platformunu bulunca iki lafından biri küfür olan bastırılmış duyguların insanı sevgili okurlarım ve hemen sorunuzu cevaplıyorum.

Malumuzun ramazan ayında geçiyor hikayemiz ve ben niyetliyim. Bu yıl Ağustos ayına denk geldiği için adama koyuyor oruç ister istemez. Sıcaklık, uzun gün süresinin üstüne kafa meşgul edecek iş güç olmaması iyice zorluyor bünyeyi. En zoru da psikolojik dayanıklılığın iyice azaldığı iftar öncesi oluyor. Artık aç karın, susuz vücut değil yaşlı bir kadın gibi yavaş ilerleyen saatler oluyor baş düşmanınız. Sürekli başka şeyler düşünmeye çalışsam da dağıtamıyordum bir türlü kafamı, beynimde yankılanan seslerle boğuşuyordum düşünce alemimde. Beynimde yankılanan ses "Bu gece barda gönlüm hovarda" melodisi eşliğinde "Cami imamı/Ebenin amı/Okusana hadi ezanı/Lalalalaylalalay" dediği için ben de sıcak pide sırasına atıyordum kendimi. Böylece din adamlarına, eksen eğikliğine ve dünyanın kendi etrafındaki hareketine değil de Geçit Ekmek yönetimi ve çalışanlarına söverek öbür dünyada daha az bronzlaşmayı umuyordum.

Yine aynı sıraya girip sıcak pidemi almış, evimin yolunu tutmuş ve orucumu açmıştım. O ana kadar herşey normaldi. Ta ki ananem o soruyu sorana kadar, "Namaza gidecek misin bugün". Pidemin en sevdiğim bölümü olan kenarı boğazımda düğümlendi bir an. Hayır dedim. Evladım bugün git dedi. Neden anane dedim, nesi var bugünün. Kadir gecesi dedi. Az önce yuttuğum pide kenarı midemde düğümlendi bu sefer.

Kadir gecesi öyle mübarek bir gecedir ki herkesin içindeki küçük mümin ortaya çıkar. Müslümanlar camileri doldurduğu gibi bazı ateist, deist ya da ikisinden biriymiş ayağına yatıp karı-kız düşürmeye çalışan dallamalar bile ibadet ederler. Bunun sebebi günün anlam ve öneminden ziyade dinimizce Kadir Gecesi'nin bin geceden daha hayırlı olması, yani o gün yapılan ibadetlerde bol bol bonus kazanılmasıdır.

Evet, görev çağırıyordu. O gece namaza gidecektim, kaçışı yok. Yemekten sonra abdest almak için tuvalete girdim. Tam musluğu açarken kafama bir şey takıldı, önce ağıza mı su alıyorduk yoksa buruna mı? İşi sağlama almak için yüksek bilgi mecrası internete danışmaya karar verdim. Google'a girip "Nasıl abdest alınır bedava video izle" diye arama yaptım. Oldukça ufak bir oğlan çocuğunun model olarak kullanıldığı bir video sayesinde doğru sırayı öğrendim. Abdest almadan önce birkaç ibretlik video -yılan bebek falan filan- izleyerek imanımı sağlamlaştırdım. Lavaboya attım kendimi, üç ağzımdan su aldım, üç burnumdan -okuru sıkmamak adına buraları makaslıyorum- ve sıra kafamın dörtte birini mesh etmeye geldi. Tam kafamı mesh edecekken mesh sözcüğünün ne kadar klas bir kelime olduğunu fark ettim. Bunun üzerine kafamın dörtte birini değil tamamını mesh ettim, kesmedi. Yüzümü mesh ettim, koltuk altlarımı, kollarımı, dizlerimi derken şimdi burada sizlerle paylaşamayacağım bir bölgemi şevkle mesh ederken gusül abdesti almamı gerektirecek talihsiz bir olay yaşandı. Zamanım kısıtlı olduğu için yıldırım hızıyla duşumu alıp abdestimi tamamladım, overlok maceramdan hiçbir ders çıkarmadığımı anladım ve caminin yolunu tuttum.

Erkenden evden çıkmama rağmen ancak ayakkabılık arkasında bir yer bulabildim. İmamı görmeye pek meraklı olmadığım için üzülmedim ama yoğun ayak kokusu biraz moralimi bozdu. Cami imamı Kadir gecesi, imanın şartları ve camimizin yenilenmesi gereken ışıklarından bahsederken bense Yaradan'la hesaplaşıyordum. Hayır, cenabet değildim. Herkes camiyi tıka basa doldurmuştu, saflar gemici düğümü gibi sıktı, daha namaza başlamadan milletin orasına burasına değiyordum. Hayır, fordçu da değildim. Benim ne işim var burada diye düşündüm. Hayır, ateist, deist ya da ikisinden biriymiş ayağına yatıp karı-kız kaldırmaya çalışan dallama hiç değildim. Yalnızca, namaz kılmayı bilmiyordum. Her yıl benzer travmalar geçiriyor, "Bu sefer öğreneceğim lan" diyerek camiden eve emin adımlarla dönüyor ama bugün yarın diye diye başka bir namazı daha buluyordum. Ufaklıkken anlayışla karşılıyordu herkes, hatta çoğu kişiye sevimli bile geliyordu. Ben ise masumiyet çağını kapatalı uzun zaman olmuştu. Sanki herkes beni yargılıyordu bakışlarıyla, taşıdığım korkunç sırrı hepsi gazetelerden, ana haber bültenlerinden takip ediyordu. Gözlerimi kaçırıyordum cemaattekilerden. Raflara dizilmiş kösele ayakkabılar bile "cık cık cık" diyor gibi geliyordu bana. Biraz rahatlamak için cemaatteki ufak çocukları gözlemlemeye karar verdim. Keza onlar biliyordu çektiğim çileyi, aynı korkunun esiriydik. 10 metre sağımdaki çocuk topluluğuna bir göz attım kendimi aklamak amacıyla. Zaten ben büyüklerin arasında kendimi misafir gibi hissediyordum. Çocuk ruhlu bir delikanlıydım ben, mağara adamı kılıklı bir Sezercik. Suratlarındaki ifadeyi seçemiyordum kalabalıktan dolayı. Birdirbir oynar gibi cemaattekilerin sırtlarından zıplayarak çocuk topluluğunun yanına geçtim. Fakat gözlerinde korkuyu ararken gülümseme, hatta kopuşla karşılaştım. Çocuklar kikiki kokoko gülüyordu. Sonra gördüm ki içlerinden bir tane çocuk, almış eline cep telefonunu, dizlerinin üzerine koymuş, bi şekilde internete bağlanıyor. Dedim vayarlısla kablonun olmadığı yerde internete nasıl bağlanıyorsun. Çocuk dedi ki "Vodafone". Peki bana bunu biraz açıklar mısınız dedim, nasıl oluyor. Dedi ki sadece bir modem vasıtasıyla internete girip işlerimi halledebiliyorum dedi. Kafama yattı, yani hoşuma gitti. Sonra baktım namaz başlamak üzere, içimdeki Tugay Kerimoğlu'nu susturup "Olm cami burası, kapatın şunu, Youtube zaten yasaklı site, çarpılacaksınız" diyerek beklentilerimi uzaktan yakından karşılamadıkları için korkuttum 3Götlekleri.

Namaz başladı. Gözüme namazında niyazında birini kestirip hareketlerini birebir taklit etmeye koyuldum. Adamın sadece sırtını görmeme rağmen yüzünden nur fışkırdığını, imanla, Allah sevgisiyle dolup taştığını hayal ediyordum. Camide namazı en kusuruz kılan oydu bana göre. Hareketleri az buçuk kaptıktan sonra dualara el attım. İlk rekat son birkaç kelimesi hariç bildiğim Sübhaneke, ortasını velveleye getirerek tamamladığım Fatiha ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde sözlüye kalkan her öğrencinin kalbinde kısalığıyla taht kurmuş Kevser surelerini okudum. Sonraki rekat biraz daha freestyle takılıp Türkçe dua etmeye başladım. Birkaç rekat sonra şükredecek, dileyecek şey kalmadı, sağdan soldan duyduğum mırıltıları taklit etmeye çalıştım. Selam verirken sağımdaki çocuklarla senkronize hareket ettiğimizi görmemle onların da beni takip ettiğini anladım. Foyamın ortaya çıkmaması için kendime başka bir hedef seçtim ve her iki rekatta bir hedef değiştirerek devam ettim namaza. Kolay değil, teravih namazı tam 33 rekat, baya sürüyor, benim de kafa dağılmaya başladı doğal olarak. Aklım bir sonraki gün oynanacak maçlara gitti. Finlandiya'da geçen yılın şampiyonu Inter Turku evinde küme düşmemeye oynayan KuPS Kuopio'yu ağırlayacaktı. Her Türk bahissever gibi benim de isminden dolayı Inter Turku'ya karşı sempatim vardı. Yüreğim banko 1 diyordu ama oran çok düşüktü, 1.10. Adamlar utanmasa banko maçlara 0.90 oran verip toplam oranı düşürtecekti. Nefret ediyordum İddaa'nın oranlarından. Halbuki eskiden ne güzel Bwin'den oynuyorduk cillop oranlarla. Değişik bahis türleri de vardı orada, boşluk doldurmayla, İddaa bayiye gitmeyle de uğraşmıyorduk. Ama sonra yasaklandı yabancı bahis siteleri. Diğer yasaklı siteler gibi DNS ayarıyla giriliyordu ama yasaktan dolayı Türk banka hesaplarını kabul etmedikleri için sadece oradaki oranlara bakıp kaderimize sövüyorduk. Zaten öğrenci adamız, 1 YTL'lik oynuyoruz, onla da çorba parası çıkartabilmek için fantastik kuponlar yapıyor, bir tane bile futbolcusunu bilmediğimiz takımlardan medet umuyorduk İddaa'nın merhametsiz oranları yüzünden. İki maçtan yatınca tutturmuş kadar seviniyorduk. Birşeyler yapmalıydım artık, daha nereye kadar gidecekti bu iş böyle? Bwin'in açılması için dua ettim, İddaa'nın daha insancıl oranlar vermesi için, Inter Turku'nın rahat bir galibiyet alması için. Kafama o haftaki fikstürü getirip para basmayı düşündüğüm tüm takımlara kondisyon, kolektif uyum, hakem şansı, taraftar desteği ve etkili hücum varyasyonları diledim. Rakip takımlara ise sakatlık, kırmızı kart, ceza sahasına yakın bölgelerde pas hatası, direkten top dönme, kalecinin kovalaşması gibi "bad"dualar okudum.

İyice kaptırmışım kendimi, bir baktım namaz bitmiş, cami boşalmış, ben hala dua ediyordum. İmam ise beni uzaktan izliyordu. Pek sık gelmesem de diğer camilerdeki gibi bu camide de iyi imam-kötü imam dinamiğinin geçerli olduğunu varsaydım. O ana kadar beni tekmelemediği için iyi imam olduğuna kanaat getirdim. Namazımı bitirip kalktım ayağa, imam yanımda bitti. Sağ eliyle tuttu omzundan, bana hadisler, ayetler okumaya başladı. Çok duygulanmıştı imam, herkesin namazı bir görev gibi görmesi, mesai biter bitmez tüymesi onu oldukça üzüyordu belli ki. Beni de dışarıdan bakınca bir gönül müslümanı zannetmiş ve içindeki coşkuyu paylaşmaya karar vermişti. Kötü imam tarafından falakaya yatırılsam acıtmazdı bu kadar. Napacağımı bilemiyordum, iyi imamın gözleri mutluluktan yaşlanırken ben "Evet abi, haklısın abi, zaten önemli olan niyet" demekle yetiniyordum. Yaman bir çelişkinin tam ortasındaydım. Yanımda böylesine hoş bir insan varken benim kafamda hala soru işaretleri cirit atıyordu. Acaba inancımı mı kaybetmiştim? Kendi kendimi sorgulamaya başladım. Aklımın, gönlümün, ruhumun sesine kulak verdim ve şuna kanaat getirdim. Aslında inancımı kaybetmemiştim. Hala emindim inandıklarımdan, sadece biraz kafam karışmıştı. O, hala kalbimin içinde bir hamur gibi duruyordu. İhtiyacım olan onu şekillendirecek usta ellerdi. Norveçli balıkçıklarınki gibi pürüzsüz olmalarına da gerek yoktu, ne yaptıkları bilmeleri kafiydi. Hakikata ulaşmama yardım edebilirdi iyi imam, nefes almak için yürek okşayan sözlerine ara verdiği bir anı fırsat belleyip lafa girdim. "Hocam" dedim "Var şu mümin kardeşinin bir derdi, umarım bulabilirsin çaresini". O içten sesiyle dinliyorum evladım dedi. İlk başta ağzımı açtım ama ses çıkmadı. Belki de hayatımı kökten etkileyecek bir konuşmaya başlamadan önce olağan şeylerdi bunlar. İmamın şefkat dolu gözlerine bakınca güç geldi dilime. "Şimdi hocam" dedim, "Inter Turku - KuPS Kuopio maçına 1 oynamayı düşünüyorum ama oranı çok düşük, sizce üst biter mi". Hoca gözlerimin içinde baktı, omzumu bıraktı, derin bir iç çekti, az sonra döneceğini söyleyip yanımdan uzaklaştı. Adama çok ayıp etmiştim, kim bilir belki de hüngür hüngür ağlıyordu şu anda. Şimdi kaçıp gitsem hiç olmayacaktı, hak ettiğim fırçayı yemek için beklediğim olduğum yerde. Elinde kızılcık sopasıyla dönmesini beklerken kağıtlarla geldi, hepsini yere serip incelemeye başladı. Sırtımda soğuk terler dinlenme tesisinde yıkanan otobüslerin camlarındaki gibi aşağı iniyordu. İmam belli bir süre düşünüp taşındıktan sonra açtı ağzını, yumdu gözünü: "Inter Turku evinde güçlü bir ekip ama son on iç saha maçının yedisi alt bitmiş. Eğer misafir takım gol bulursa maç üst olur, sistem kuponlarına konabilir"



Halka Sesleniş:

Sevgili Okurlar,

Bildiğiniz üzere siteye uzun süredir yazı eklemiyordum. Sizler de doğal olarak bu konudan şikayetçisiniz. İnanın ben de en az sizin kadar öyleyim. Özellikle son yazıma gelen iki yorum beni derinden etkiledi. İlki libido isimli okurumdan gelen bir veryansın idi. Senden özür diliyorum libido, biliyorum severek okuyorsun yazılarımı ve emin ol bundan sonra daha sık yazmak için elimden geleni yapacağım. Ve bir yorum daha geldi, ama ne yazık ki ona karşı aynı dileklerde bulunamayacağım. Adsız olduğu kadar da terbiyesiz arkadaşım, ben bu blogta hiçbir okuruma laf söyletmem. Yok bir elin parmağı kadarlarmış, yok MİK okumayı bırakacaklarmış, kimsin sen cevap ver. Adam olsan oraya adını yazardın zaten, default isimlerin ardına sığınmazdın. Bak, bizi burada tüm dünya okuyor, terbiyeni takın yoksa ananın amını sikerim.

Sadece o ikisi de değil, yazılarımı takip eden neredeyse herkesten benzer tepkiler aldım son bir ayda. Hatta sağda solda "Zaten götü büyüktü, şimdi de parmak büyütüyor" dendiğini bile duydum. Şu blogu az buçuk takip edenler kimseden gizlim saklım olmadığını, tüm kirli çamaşırlarımı sanki OMO beyazlığını göstermek istercesine sergilediğimi bilir. Ve yine size karşı dürüst olacağım. Siteye eskisi kadar sık yazmamamın sebebi şu sıralar fazla gülememem. Gerek okuduğum kitaplar, yazılar, karikatürler olsun, gerek izlediğim diziler, filmler neredeyse hiç gülmüyorum. Sakın yanlış anlamayın, depresif ibne modunda değilim, gayet memnunum hayatımın gidişatından, sevdiklerimle sohbet ederken veyahut kalitesiz TV programı izlerken o iğrenç gülüşümle çevreme rahatsızlık vermeye devam ediyorum fakat önceden hazırlanmış şeylere pek gülemez oldum son birkaç aydır. Bu sorunu çözmek için dünyanın en güzel gülen insanının belediye başkanlığını yaptığı Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne başvurdum. Sağolsunlar çok yardımcı oldular, doğalgazlı evde oturmama rağmen birkaç torba kömür, yakında esrarengiz bir şekilde imara açılacak ormanlık bir arazi ve iki adet Ankaragücü kale arkası kombinesi vererek içinde bulunduğum sıkıntılı durumu atlatmamda büyük rol oynadılar. Şimdi İ. Melih Gökçek gibi bir bebek masumiyetiyle gülebiliyorum. Sitenin sağ alt tarafında kendisinin çıkması da hürmetimin bir göstergesidir. Sağlıcaklı kalın sevgili MİK okurları, Gökçek'e emanet olun!

Geyik bir yana dediğim gibi komik olma çabası güden şeylere pek gülemiyorum bir süredir ve sizlerin de yazılarımı okurken benzer duygular hissetmenizden korkuyordum açıkçası. Her yazıda üstüne koymaya çalışan ama ne kadar başarılı olduğu büyük bir muamma olan bendenizin istediği son şey herhangi bir yazımı bitse artık gari nidalarıyla okumanız ya da ortada bırakmanızdır. O yüzden bu sefer araya biraz süre koydum, farklı bir iş çıkartmaya çalıştım, yazıyı gereksiz detaylardan arındırdım ve o güzel yüzlerinizde küçük de olsa bir tebessüm bırakmaya çalıştım. Umarım amacıma ulaşmışımdır. Ve yeniden, Gökçek'e emanet olun.