26 Temmuz 2009 Pazar

Hayır, İşletme Okumuyorum

At/avrat/silah, Metin/Ali/Feyyaz, iyi/kötü/çirkin, 3/4/5 Pisagor üçgeni, MFÖ, Nescafe üçü bir arada... Daha birçok mükemmel üçlü sayabilirim. At/avrat/silah tamamen bana ters bir üçlü olsa da toplumun belirli bir kesmi için hayat felsefesi teşkil etmesini anlayabilirim mesela. Atın yoksa avratlar bakmaz, silahın yoksa atını ve avradını koruyamazsın, avradın yoksa silah ve atla bir takım ihtiyaçlarını gideremezsin. Tamam bazıları at ile giderebilir ama tasvip ettiğim bir yöntem değil.

Yukarıda saydığım üçlülerin ortak noktası birbirlerini tamamlayan olgulardan oluşmaları. Ben de bir üçlünün parçasıyım. Ben, Alp ve Batu. Alp grubun yakışıklısı, eğer yabanileşmediysek Alp’in sayesindedir. Kızlarla aramızdaki yegane köprüdür kendisi. Beni zaten biliyorsunuz, grubun beyniyim. Aslında pek zeki sayılmam ama diğer alanlarda tamamen vasıfsız olduğumdan bana zeki diyorlar. Bir de tayfanın diğer iki üyesinin aksine az buçuk okumuşluğum ve yazmışlığım vardır. Kaldırım filozofu, abaza edebiyatı. Ne kıraathane, ne de Starbucks, iki arada bir deredeki sevgili yazarınız. Batu ise çetenin neşe kaynağı. En bunalım halinizde bile sizi kahkahalara boğabilir Batu, çok matrak çocuktur. Matrak dediysem Cem Yılmaz, Ata Demirer gibi değil, farkında olmadan espri yapar. Bazen sakarlık, çoğu zaman mallık, istemdışı komedi ustasıdır. Alp olmasa insanlıktan çıkarız, ben olmasam kültür-sanat yoksunu oluruz, Batu olmasa gülmek nedir unuturuz, hepimiz tripodun birer ayağıyız.

Ama Alp son zamanlarda bir garip davranıyor. Bir baraj gölü kadar durgun, henüz sinirlenmemiş Yalçın Küçük kadar sessiz. Tamam hepimizin kötü zamanları olabilir ama benim tanıdığım Alp hiçbir şeyi kafaya takmaz. Rahatlıkla Kaygısızlar ailesinde kendine yer edinebilecek kapasiteye sahiptir. Alp hayatını ( )’a -anladınız siz- adamış bir adamdır. Kendisiyle arkadaşlık edecekseniz şu tarz diyaloglarla alışmanız gerekiyor:

-Selamın aleyküm.
-Aleyküm selam.
-Abi geçen Funda’yla beraber film izliyorduk bizde. Filmin ortasında elini pantolonuma soktu...

Devamını anlatmaya gerek yok. Zaten çok meraklı değilim Alp’in seks maceralarına ama kaçışı yok, illa anlatır. Alp ile buluşmadan önce beynime sistem geri dönüş noktası alırım. Uçkur günlüklerini anlattıktan sonra sistem geri yüklemesi yaparım, böylece hafızamda gereksiz yer kaplanmamış olur. Adam depresyonda olsa bile tek postada düzelir. Yakışıklı çocuk, işini de biliyor, bir elinde cımbız bir elinde ayna çok da sikinde dünya. Ama şu an gün batımındaki bir gölge kadar silik. Onu böyle görmeye hiç alışık değilim ve dürüst olmak gerekirse korkuyorum. Sekse olan düşkünlüğü göz önüne alındığından zührevi bir hastalığa yakalanma ihtimali pek de düşük değil Alp'in. Derdini soruyoruz, yok bir şeyim diyor ağzı, anlat anlat bitmez diyor gözleri. Batu formda olmasına rağmen bırakın gülme krizine girmeyi sırıtmıyor bile, borsa haberlerini sunan zombileşmiş spikerler gibi yorgun mizacı. Zaman herşeyin ilacı diye avutuyoruz kendimizi ama bir hafta geçmesine rağmen Alp’de bir düzelme yok.

Hava gavur amı gibi yanıyor. Suratımdaki ter damlalarına balıklama dalıyor sinekler. Adeta jakuzi keyfi çekiyorlar bedenimde. Kendime tokat ata ata öldürüyorum omurgasız ibneleri, terime sinek kanı bulaşıyor. Tadına bakıyorum, zafer tadı var ter-sinek kanı karışımında, biraz da tuzlu. Batu’yla beraberim, parkın birinde oturuyoruz. Bakkaldan gazete, gazoz aldık. İşe yaramaz haftasonu ekini Batu’ya verdim, asıl gazeteye ben bakıyorum. Asıl gazete de işe yaramaz aslında, ama olsun gündemden kopmamak lazım. Gazeteyi okurken yüksek oktavdan bir hasiktir çekiyorum. Batu ne gördüğümü soruyor, hemen gazeteyi eline tutuşturup gösterdiğim haberi okumasını istiyorum. “Aman Allahım” diyor Batu “İnanmıyorum, Cem Garipoğlu Mars’ta görüntülenmiş”. “Hayır Batu, o değil bir altındaki habere bak” diyorum. Okumaya başlıyor:


HANİ DÜZMEZDİ!

İstanbul Beykoz’da yaşayan Hüseyin Düzmez (53), genç yaştaki oğlanlara tecavüz ettiği gerekçesiyle tutuklandı. Hüseyin Düzmez’in kurbanlarından A.M.’nin şikayeti üzerine harekete geçen emniyet ekipleri yaptıkları soruşturma sonucu Hüseyin Düzmez’i suçlu buldu. 21 Ağustos’da hakim karşısına çıkacak Hüseyin Düzmez’in 8 ila 22 yıl arasında hapis cezasına çarptırılması bekleniyor.



Batu gülüyor. Komik bir şey mi var diye soruyorum. “Daha nolsun abi, A.M. puhahaha” diyor ve kahkaha tufanına kaldığı yerden devam ediyor. “Mal herif, A.M. dediği Alp Maraz” diyorum. “Eeeee” diyor. “Bizim Alp” diyorum, “Siktir lan taşak geçme” diyor. Ve Alp'in soyadının Naraz olduğunu söylüyor ama istihbarat kaynağı Batu olduğundan pek ciddiye almıyorum. Yani siz olsanız ampülü Ediz Hun'un icat ettiğini zanneden birine güvenebilir miydiniz? Aynen, ben de aklın yolunu seçiyorum. Seslerin yükseldiği, el kol hareketlerinin hafiften coştuğu, eski defterlerin açılıp Batu'nun itinayla göt edildiği bir oturumdan sonra Batu tayfamızdaki hiyerarşiye istemeyerek de olsa boyun eğiyor ve Alp'in soyadı konusunda yanıldığını kabul ediyor.

Fakat yoğun ısrarlarıma rağmen hala Alp'in tecavüze uğradığına inanmıyor, onu işlettiğimi zannediyor. Aslında haksız da sayılmaz zira Batu’nun saftirik kişiliğinden faydalanarak sayısız defa işlettik fakat bu sefer şaka yapmıyorum. “Hayır, hayır. Siz yine beni kandırmaya çalışıyorsunuz, ama yemem artık o numaraları.” Az önce kendime attığım tokatlardan biraz daha şiddetlisini Batu’ya yapıştırıyorum, “Burada kankamız tecavüze uğramış sen hala işletme sanıyorsun”. Gazetedeki resmi gösteriyorum, mozaiklenmiş bir vesikalık, altında “Hüseyin Düzmez tarafından cinsel istismara uğrayan A.M.” yazıyor. Resimdekinin Alp olduğunu iddia ederken 50 metre ileriden yaklaşan Alp’i görüyoruz. Gazeteyi saklıyorum ve Batu’ya az önce okuduğu haberi unutmasını, Alp’e hiçbir şey çaktırmamasını, her zamanki gibi davranmasını tembihliyorum. Batu dert etmemem gerektiğini söylüyor.

Alp yanımıza geliyor. “Naber lan ibne” diyor Batu, ama cümle tam biterken kırdığı potun farkına varıp kafasını eğiyor. 13 saniyelik sessizliğin ardından Batu’ya kısa ama sert bir fırça bakışı atıyorum ve “Nasılsın abi” diyorum Alp’e. Yine midesinden konuşuyor. Oturalım, muhabbet edelim diyorum ama kendisinin bile emin olmadığı bir bahane uyduruyor. Bak gazoz aldık diyorum “Yaaa abiii, benim şey var, şeetmem lazım, şeyden önce” diye geveliyor. Batu “Kancıklık yapma Alp” diyor, Alp’den izin alıp Batuyla başbaşa kalıyorum. “Sen gerizekalı mısın” diyorum, “cidden sende zeka geriliği var”. Abi ya sen demedin mi her zamanki gibi davran diye itiraz ediyor. Aramızda şiddetli bir tartışma patlak veriyor, şiddeti azalır azalmaz Alp’in uzaklaştığını görüyorum. Adımları paytak paytak, ters ilişkiye girdiğine dair bir gösterge daha.

Hemen Batu’yla olağanüstü hal toplantısı yapıyoruz. Son derece hassas bir konu ve nasıl davranmamız gerektiğine dair en ufak bir fikrimiz bile yok. Batu hala inanmıyor, belki de inanmak istemiyor. “Bir erkeğin başına gelebilecek en kötü şey” diyorum, haklı olduğumu söylüyor .“Yani haklısın abi. Şu Hüseyin Düzmez’in tipine bak, yaşlı başlı adam, götündeki kıllar ağırmış. Eli yüzü düzgün biri olsa bi yere kadar”. Hiç gülecek halim yok ama Batu yine de Batuluğunu yapıyor. İzlememiz gereken strateji hakkında derin derin düşünüyoruz. Eğer çok üstüne gidersek onu kendimizden uzaklaştırabiliriz, fakat kayıtsız kalmamız da mümkün değil. Batu olaya inanmamakta ısrarcı, gel benimle diyorum. Bizim eve gidip MSN’e giriyoruz. Alp’in iletisinde “Herşeyin aq” yazıyor. “Bak Batu, bir insan iletisine ‘herşeyin aq’ yazıyorsa ya inanılmaz tırttır ya da dibe vurmuştur. Alp’i çocukluğundan beri tanıyoruz, sence hangi şık akla daha yatkın” dememle Batu ağlamaya başlıyor. Hıçkırarak bir şeyler anlatmaya çalışıyor,sakinleştiriyorum, sarılıyoruz ve her şeyin düzeleceğine dair söz veriyorum. Daha önce Audrey Bitoni’nin ağladığı omuzda şimdi Batu ağlıyor. Birazcık hüzünlendikten sonra asıl mevzuya dönüyorum. “Güçlü olmalıyız Batu, Alp’in bize her zamankinden fazla ihtiyacı var”. Gözyaşlarını siliyor, kendine çeki düzen verip ne yapmamız gerektiğini soruyor. “Bize sadece bir kişi yardım edebilir” diyorum.


Soru: Sayın Hocam, bizim bir arkadaşla ilgili sorumuz. Kendisi gayet yakışıklı, düzenli bir seks hayatı var ve bize söylediğine göre penisi 19 santim. Uzun yıllardır tanırız ve gayet mutlu, hayat dolu bir adamdır. Fakat geçen gün gazetede yaşlı bir adam tarafından tecavüze uğradığını okuduk ve o günden beri morali çok bozuk. Bizim olaydan haberdar olduğumuzu bilmiyor, ama o olduğundan eminiz. Endişelenmeye başladık, acaba kendisini düzeltmek için ne yapmalıyız? RUMUZ: Beykoz Boys_89

Cevap: Ula bir siz eksiktiniz! Adınız Beykoz’un oğlanları, ama ben size diyorum Beykoz’un soytarıları(!) Bugüne kadar binlerce saçma soru aldım ama sen saçması sizinkisi. Kimisi dedi kız arkadaşımla ilişkiye girerken prezervatif yerine deney tüpü kullandım, hamile kalır mı; kimi dedi erkek arkadaşım kulak deliğime boşaldı, kulak zarım delinmiş midir. Hepsine amenna dedik, cevap verdik, maksat halkımıza hizmet olsun dedik ama artık burama kadar geldi. İşiniz gücünüz yok mu evladım sizin, kafayı böyle şeylere neden yoruyorsunuz? Siz kiminle ediyorsunuz alay, işkembeden atmışsınız bir olay, Haydar Hoca kanar mı kolay kolay, dünya gezegen uydusu ay! Hadi yavrum şinanay şinanay, inşaat sahasından geçiyorsun, aman yürürken dikkat et, kafana düşmesin kalay (bir maden çeşidi).


“Bir dakika, Haydar Dümen bizimle dalga mı geçti” diyor Batu. Bazen keşke Batu kadar saf olabilsem diye geçiriyorum içimden. “Yanlış yaptık Batu, hem de çok büyük yanlış. Haydar Dümen kim ki ona güvenerek iş yapıyoruz. Haydar Dümen medyanın şişirdiği bir balon, o ne anlar cinsellikten, psikolojiden, tecavüzden. Adam yazısını yazar, parasına bakar. Kendisinden şifa umup da dalga geçtikleri çok mu umrunda sanki herifin. Alp’in çektiği ısdırabı bilen biri lazım bize, o azabı tatmış biri, Alp'in bulunduğu cehennemden geçmiş biri”

“Benimle görüşmeyi kabul ettiğin için çok teşekkür ederim İpekciğim” diyorum. İpek tanıdığım en güzel kızlardan biri. Aslında ondan daha güzel kızlar tanıyorum ama götleri kalkık olduğundan İpek hepsinden güzel geliyor bana. Telefonda sesimin çok gergin geldiğini söyleyip önemli bir şey olup olmadığını soruyor. Yakın bir arkadaşımın tecavüze uğradığını söylüyorum. Elimi tutuyor, gözbebekleri büyüyor, gözleri sulanıyor ve çok üzüldüğünü söylüyor. Gerçekten hakikatlı kız İpek. Konuşamıyorum, burnumdan derin derin nefes alıyorum sadece. Burnumda sümük biriktiği için “hmmmffsss, hmmmmmfffffssss” sesleri geliyor. Nefes verirken sol burun deliğimden katı bir sümük parçası fırlıyor, ani bir iç çekişle ait olduğu yere iade ediyorum. Duygu ve mukus yüklü sessizliği o bozuyor, “Arkadaşının adı ne”, Alp diyorum. Şaşırıyor, malumunuz alışılagelmiş bir vaka değil. Yeterince sustuğuma karar verip derdimi anlatıyorum. “Alp gerçekten çok kötü durumda İpek. Ona yardımcı olmak istiyorum ama neler hissettiğini bilemiyorum. Belki sen bizi aydınlatabilirsin”. Nasıl yani diyor. “Yani sen güzel bir kızsın ve eminim yolda laf atanlar, otobüste değdirenler oluyordur”. Aynı şey değil diyor, “Ya İpek ha taciz ha tecavüz hasta etme adamı” diye çıkışıyorum. Tırsıyor, özür diliyor, yardımcı olmak için elinden geleni yapacağını söylüyor. Teşekkür ediyorum. Tecavüze uğradığını nereden bildiğimi soruyor, çantamdan gazeteyi çıkartıp ilgili haberin bulunduğu sayfayı gösteriyorum. “Oha ya” diyor “Cem Garipoğlu Mars’a kaçmış”. Bir alttaki haberi okumasını rica ediyorum.

İpek de çare olmadı. Batu ile kara kara düşünüyoruz. Yok mudur koskoca memlekette bu tarz mağdurlara yardımcı olan bir mecra? Terapi grubu ya da o tarz bir şey. “Merhaba benim adım Alp ve götten sikildim” dedikten sonra milletin alkış patlattığı toplantılar. Yok, yok, yok. Sadece düşkünler evi var o da şiddet görmüş kadınlara hizmet veriyor. Ülkemizde ırzına geçilmiş erkekler arası sosyal dayanışma sıfır. Alp’in hali hala içler acısı. Elimize yüzümüze bulaştırmamak için fazla üstüne gitmiyoruz çocuğun, kesinlikle profesyonel yardıma ihtiyacımız var, ama profesyonel yardıma yetecek paramız yok. Kimseye de anlatamıyoruz derdimizi. Annesine babasına söylesek utancından evi terk eder, keza arkadaş çevresine anlatırsak insan içine çıkamaz. Şu an yapabileceğimiz tek şey araştırma. İnternette tecavüze uğrayan erkekler diye aratıyoruz, “Bunu mu demek istediniz, tecavüze uğrayan kadınlar” diyor Google, o bile anlamıyor halimizden. Biraz daha araştırma yapıyoruz sanal ağda, tecavüzle alakalı psikolojik bilgilere ulaşmaya çalışırken tek bulabildiğimiz pornografik paylaşım yapılan forumlardaki başlıklar oluyor: “50lik dede 18lik çıtıra dayıyor (tecavüz) ***Killa_Cenk*** farkıyla”, “Coşkun halt etmiş, asıl tecavüzcü budur”,“Meraklısına kilisede tecavüz filmi -rahip zenci-” vb...

-Nereye gidiyoruz abi?
-Sürpriz Alpciğim, sürpriz.
-Bari gözümdeki bandı çıkarsan.
-Sürpriz bozulur Alpciğim, sürpriz bozulur.

Belediye otobüsündeyiz, herkes bize bakıyor. Hep filmlerden özenip yapmak istediğim şeylerden biridir şu bant muhabbeti, ama toplu taşıma aracında hiç de hayal ettiğim gibi olmuyor. Müslüman mahallesinde işporta salyangoz tezgahı kurmuş gibi hissediyorum kendimi.

-Vardık mı?
-Az kaldı Alpim. Ha gayret.

Bir otobüs, bir metro ve bir minibüsten sonra hedefe ulaşıyoruz. Minibüsten iniyoruz, gökdelene doğru ilerliyoruz. Ah gökdelenler, modern çağın çınar ağaçları. Metropol insanları güneşin haddini aştığı günlerde devasa gölgelerinde uzanıp nefes alıyorlar. Fakat betimleme ve sosyal tespit yapmanın zamanı değil, halletmem gereken önemli işler var. Bir kolumda Alp, metal dedektöründen geçiyoruz. Asansöre girip 7. kata çıkıyoruz. Stüdyoya girmeden önce Alp’in gözbandını çıkartıyorum. Nerede olduğumuzu soruyor. “Şimdi Alp” diyorum “Son günlerde epey keyifsizdin. Batuyla sana bir güzellik yapalım dedik. Hani şu çöpçatanlık programları var ya, onlardan birine yazdırdım seni. Stüdyoya girip gerekli belgeleri imzalayacağız. Sağlam hatun düşüreceksin abi, güven bana”

Alp’i makyaj odasına alıyorlar. Dikkat ettiyseniz televizyona çıkan kimsenin saçı dağınık değildir, yüzü pürüzsüzdür, tıpkı vesikalık gibi. Çünkü makyaj odasında bir nevi “photoshop”lanırsınız. Ama yüzünüzün layer layer işlenmesi de yetmez. Stüdyo ışıklandırmaları, kamera açıları, işi ne tarafa bakmanız gerektiğine dair bilgi vermek olan görevliler bile vardır televizyon kanallarında. Kadın, erkek farketmez. Televizyonda herkes kusursuz görünmelidir. Alp zaten yakışıklı çocuk, fazla uzun sürmez diye düşünüyorum ama yanılmışım. Bir cerrah dikkatiyle kaşları alınıyor, ressam edasıyla yanaklarına fondoten sürülüyor, saçları sürekli taranmaktan yarısı dökülüyor. Bir buçuk saatlik operasyondan sonra Alp yetmiş milyonun karşısına çıkmaya hazır.

Seyircilere bakıyoruz, alayı yaşlı teyzeler. “Doğru programa geldiğimizden emin misin” diye soruyor Alp. “Şöyle Alp” diyorum “Heralde seyirciler abazalık yapmasın diye damsız almıyoruz demişler. Bizim kadınları bilirsin zaten, tüm gün evde oturmaktan bulanıyorlar, çok meraklılar bu tarz şeylere. Merak etme sen, 10 numara hatunlar olacak yarışmada”.

Alp’in eline bir maske tutuştuyorlar. Maske dediğim bildiğiniz karton parçası, arkadan lastikle bağlamışlar. Maskeye ne gerek vardı diyor Alp. “Yarışmanın formatı böyle, kızlar seni göremeyecek, onları tatlı dilinle tavlamak zorundasın. Ama sen herşeyin üstesinden gelirsin koçum, yüzümü kara çıkartma benim” diyorum.

Üzgünüm Alp, gerçekten çok üzgünüm. Böyle olsun istemezdim ama başka çarem yoktu. Senin balmumu gibi erimene tanıklık edemezdim. Keşke bu kadar ileri gitmem gerekmesiydi, ama emin ol senin için en iyisi neyse onu yapıyorum. Zamanı gelince bana teşekkür edeceksin...

...teşekkür edeceksin...

“Bayanlar baylar, Melahat Yıldız’la Yıldızlar Geçidi başlıyor”. Stüdyoda bir alkış kopuyor ve Melahat Yıldız sahneye dalıyor. “Evvvveet hanımlar, bir Yıldızlar Geçidi’ne daha hoşgeldiniz”. Teyzeler ayakta, bileziklerin ardına saklanmış tombul ellerini dağlıyorlar. “Yine dopdolu bir programla karşınızdayız”. Bir alkış daha, acaba Melahat Yıldız formalite dışı bir cümle kurduğunda napacaklar, gerçekten de çok merak ediyorum. Melahat Yıldız bir estetik cerrahi tahtası. Suratına o kadar çok botox yapılmış ki cildi deriden ziyaden plastik gibi duruyor. Burnunun trigonometrik değeri mükemmel. Bir havuzu doldurabilecek kadar silikon enjekte edilmiş göğüslerini geniş dekolteli bir tuvaletle sergiliyor. Kendi ekseni etrafında 360 derece dönüp seyircilere nasıl göründüğünü soruyor ve tahmin edin noluyor? Evet bildiniz, “koccaman” bir alkış. Normalde “Ben güzel miyim” diye soran ve olumsuz yanıt kabul etmeyen kadınlardan narsist tutumları dolayısıyla nefret ederim, ama Melahat Yıldız’a hak verebiliyorum. O kadar ameliyat geçirmek her yiğidin harcı değil, emeğinin karşılığını almak istiyor kadın, anlayışla karşılamak gerek.

“Şimdi sizlerden koccaman alkış istiyorum” diyor Melahat Yıldız, sanki demese alkışlamayacaklarmış gibi. “Huzurlarınızda Türk Popu’nun yükselen değeri Abdurrahmancan”. Abdurrahmancan playback şarkısını söylerken teyzeler kopuyor. Şarkı canlı söylense pogo yaparlardı heralde. Şarkı bitiyor, seyircilerle alay edercesine “Ağzına sağlık” diyor Melahat Yıldız. Abdurrahmancan son albümü hakkında konuşurken Alp heyecandan tir tir titriyor. Masaj yapıyorum, sakinleşmesi gerektiğini söylüyorum. “Bak sana bir taktik. Bir kitapta okumuştum, sahne heyecanını yenmenin yolu seyircilerin tamamımın çıplak olduğunu düşünmekmiş”. Alp seyircilere şöyle bir bakıyor ve midesi ağzına geliyor. Yanımıza Bluetooth kulaklı bir eleman gelip Alp’i götürüyor. Artık tek başınasın Alp, ama dualarım hep seninle.

“Sıradaki konuğum çok talihsiz bir delikanlı. Çocuk denecek yaşta sapık bir adam tarafından, nasıl desem, cinsel istismara maruz kalan A.M. şimdi stüdyomuzda”. Tabii A.M. başka bir odada olduğundan bunları duymuyor. Hemen seyircilerden biri çığırmaya başlıyor. “Ablamıza hemen bir mikrofon verin” diyor Melahat Yıldız.

Kadın anlatıyor. Artık erkeklere de rahat yokmuş, insanlar delirmiş, kıyamet yaklaşıyormuş, öbür dünyada herkes cezasını çekecekmiş.

Ekranı ikiye bölüyorlar, bir tarafta ilahi adaletten bahseden teyze, öteki tarafta karton kafa A.M. Eminim o kartonun arkasından “Noluyor amına koyayım” diyen bir bakış atıyordur Alp. Baktılar teyze susmaya niyetli değil, mikrofonu elinden alıyorlar ve Melahat Yıldız konuşmaya başlıyor.

-A.M. beni duyabilir musun?
-Hmm, evet ama bana A.M. demenize gerek yok
-Ne diyelim o zaman ablacım?
-Alp.
-Gerçekten de çok cesursun Alp.
ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK
-İstersen maskeni de çıkart
-Formata aykırı sanıyordum
-Sana kalmış, istersen kalsın.
-Zor nefes alıyorum, en iyisi çıkartayım.
-Ne kadar da yakışıklıymışsın.
-Teşekkür ederim.
-Şimdi neler oldu anlatır mısın?
-İşte bir arkadaş getirdi beni buraya.
-Ona da bir alkış alalım
ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK
-Eminim senin için çok zor olmuştur.
-Yoo, hayır. Sadece sürpriz oldu o kadar.
-Sürpriz derken.
-Son ana kadar farkında değildim olayın.
-Yani hiç şüphelenmedin öyle mi?
-Evet.
-İşte görün hanımlar. Allah bilir hap falan vermişlerdir zavallı çocuğa, ruhu bile duymamıştır.
-Yo, yo gözlerimi bağladı sadece.
-Ay inanmıyorum, resmen canilik.
-Ya cidden abartıyorsunuz, o kadar da önemli bir şey değil.
-Ne demek önemli değil Alp, insanlık dışı yaptıkları.
-Biz eski arkadaşız, böyle şeylerin lafı olmaz.

“Bir yaşıma daha girdim” diyor Melahat Yıldız “Acaba psikoloğumuz Muhsin Özdoğan’ın yorumu ne?”. “Hastamızda belirgin şekilde şizofreni var. Bu tarz vakalarda sıkça görülür. Bilinçaltında inkar ederler travmayı. Unutmaya ya da başka bir kılıfa sokmaya çalışırlar. Belli ki genç Alp yaşananların bir oyun olduğuna kendini inandırmış, acil psikolojik destek alması gerek” diyor psikolog. “Başımıza taş yağacak” diyor seyirci teyze. “Bana da çocukken amcam tecavüz etmişti” diyor Abdurrahmancan.

“Neler oluyor burada anasını satayım” diyor Alp, ama anlamanız için dudak okumayı bilmeniz gerek zira mikrofonu kapalı. “Allahtan acil şifalar diliyoruz sevgili Alp’e. Reklamlardan sonra çok önemli bir dosyayla karşınızda olacağız. Cem Garipoğlu Mars’ta mı? Astronomi uzmanımız ve NASA yetkilileriyle canlı bağlantılar kuracağız. Sakın bizden ayrılmayın”. Hemen Alp’in bulunduğu odaya gidiyorum. Dumura uğramış, boş boş sağa sola bakıyor garibim. Farkında değil olanların. Bilinçaltının derinliklerinde bir trajedi yatıyor. Herşey normale dönecek Alp. Kolay olmayacak elbette, ilaçlar, seanslar, hipnoterapi, şok tedavisi belki de. Ama sana söz veriyorum hep beraber atlatacağız bunları.

-Abi noldu az önce ya, bi bok anlamadım.
-Alp, bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum.
-Neyi abi?
-Alp, -sağ elimle omzunu sıkıyorum- hayır yapamayacağım.
-Delirtme adamı be olm, söyle mevzu nedir?
-Alp, az önce katıldığın çöpçatanlık yarışması değildi.
-Hadi canım, inanmam.
-Seni kadın programına getirdim
-Orasın anladık heralde, ama neden?
-Alp, sen te, sana, seni, şey, hayır, hayır.

Alp’e sarılıp hüngür hüngür ağlıyorum. Kafamı kaldırıp gözlerine bakıyor ve bir anne şefkatiyle “Alpim benim” diyorum. Kafasını iki elimle sarıp göğsüme bastırıyorum. “Abi iyi misin” diyor, korku kokuyor nefesi. Zavallı Alp, hiçbir şeyin farkında değil garibim, kafayı sıyırmış. Kendisi mevzuya fransız kaldığından iki kişilik gözyaşı döküyorum. Olayı fantastik bir sona bağlayarak örtbas edebilirim ama o benim dostum, gerçeği bilmesi gerekiyor. Güçlü olmalıyım, Alp’in bana ihtiyacı var. Gözyaşlarını sil, dik dur, derin nefes al -diyaframdan- ve bir çırpıda anlat olan biteni. Lanet olsun yapamıyorum, daha cümleye başlamadan diyaframdaki nefesim gaz şeklinde anüsümden çıkıyor, kurallı başladığım cümle o kadar devrikleşiyor ki yüklem kayboluyor, sesim titremekten boğazım ağrıyor. Yapamıyorum, bir türlü toparlayamıyorum kendimi. Ağzım yerine belgelerle konuşmaktan başka çarem yok. Çantamdan gazeteyi çıkartıyorum. “Şu Cem Garipoğlu haberinin altındaki habere bak”.

Keçileri iyice kaçırdı zavallı, ağlanacak haline gülüyor, hem de sitcom efektleri gibi bağıra çağıra. Beyin-mimik koordinasyonunu kaybetmiş belli ki, neye nasıl tepki vereceğini bilemiyor. “Bu haber sana hiçbir şey anımsatmıyor mu Alp” diyorum. Kurbanın adı soyadının baş harfleriyle ilgili bir espri yapıyor. “O sensin Alp” diyorum “A.M. sensin”. “Hayır, sensin amcık” diyor ve yeniden basıyor kahkahayı. Bu seferki sitcomlarda çok komik bir şey olduğunda atılanlardan; uzun, yüksek sesli, arada ıslık falan da var. Omuzlarından tutup silkeliyorum “A.M. sensin Alp Maraz, Hüseyin Düzmez sana tecavüz etti, o yüzden televizyona çıkardım seni, yardımcı olabileceklerini düşündüm”. İki haftadır yüzüne bakmadığı kahkahaları bol kepçeden atıyor Alp, gülmekten gözünden yaş geliyor. Acaba Manisa mı daha uygun, Bakırköy mü diye düşünüyorum.

-Yalnız takdir ettim, sağlam plan yapmışsınız.
-Ne planı Alp, ne planı. İşletme falan yok, söylediklerimin tamamı gerçek.
-Olm burada A.M. yazıyor.
-Tamam işte, Alp Maraz.
-Benim soyadım Naraz.
-................

Kimliğine bakıyorum, harbiden de Naraz’mış. Neden iki haftadır ruh gibi gezdiğini soruyorum. “Kanka hiç sorma ya” diyor “Erken boşalma durumları oldu da çok canım sıkıldı”. Tüm çabalarım boşunaymış meğer, kendi kuyruğunu kovalayan köpek hesabı. “Valla abi özür dilerim, yetmiş milyona ifşa edildin kusuruma bakma, bilmiyordum”. “Takma kafana ya” diyor Alp “Hem ilgiye ihtiyacım var ayağına sürüyle kız düşürürüm, iyi oldu”. İşte, tripodun kırık ayağı tamir edildi, ıssız adam gitti yerine geyiksever dostum Alp geldi. Hala erken boşalma problemi yaşayıp yaşamadığını soruyorum, maalesef evet diyor. “Hiç üzülme Alpciğim, sorununun çözümünü biliyorum”



Soru: Sevgili Haydar Hocam, ben 20 yaşında gayet yakışıklı, tüm kızların peşinden koştuğu her hafta başka bir kadınla birlikte olan, yatakta da performansı gayet yüksek bir gencim. Yalnız bir sorunum var, iki haftadır erken boşalıyorum, sizce bunu engellemek için ne yapmalıyım? Rumuz: Beyaz Kobra

Cevap: Gel bakalım beykoz kobra, bakıyorum da beyaz engerek oluvermişsin. E be köftehor, sen her hafta başka kızla birlikte olursan başına gelecek budur. Evladım, sen git oku, çalış, evine para getir, vatana millete hayırlı ol. Gördüğün her gülü koparma, çünkü çiçek dalında güzeldir. Hem üstelik kobra isyan ediyor, ben de hayvanım sonuçta diyor, bu kadar üzerime yüklenme diyor. Baktı sen uslanacak gibi değilsin, işini erkenden bitiriyor. Cinsel organlar böyledir işte, sahipleriyle oyun oynarlar. Benden sana bir fıkra. Temel ile Fadime evlenmişler. Fadime’nin annesi Temel’e bir soru soracağını, eğer doğru cevaplarsa yazlığında kalmalarına izin vereceğini söylemiş. Temel peki demiş, kaynana sormuş soruyu. “Benim vajinam nerede” Temel önünde demiş, kaynana kaldırmış eteği, bilemedin arkamda demiş. Bir hafta sonra yine aynı soruyu sormuş, Temel arkanda demiş, kaynana kaldırmış eteği, bilemedin önümde demiş. Bu olaydan birkaç gün sonra da Fadime Temel’e “Temel, havalar çok sıcak, hadi tatile çıkalım” demiş, Temel de yapıştırmış cevabı: “Ananın damı yerinde durmuyor ki çıkalım”

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Göte Gel

Amerika Birleşik Devletleri başkanı Barack Obama, isminin aksine, son derece terbiyeli bir insan. Şöyle diyeyim, ben tanımadığım insanlar üzerinden bir takım şeyleri savunmayı sevmem. Belki Barack Obama özel hayatında çok ibne puşt biridir, bilemeyiz. Sadece dünya kamuoyunda bıraktığı izlenim efendi, sakin, aklı başında biri gibi. Özellikle siyaset alanında bu tarz bir imajla başarılı olmak gerçekten de çok zor. Kendi ülkemizden örnek verelim, geçen pazar sabahı bağıran bir adam uyandırdı beni. Ama nasıl bağırıyor, avaz avaz, böbrek taşı düşürüyor sanırsınız, yok böyle bir feryat. "Ulan gene Tayyip ne sikime derman bağırıyor" diye yatağımdan kalktım, kulaklarında pek sorun olmamasına rağmen televizyonu yüksek sesle izlemekten haz alan ananemin oturduğu salona geçtim, ne göreyim sevgili okurlar? Uykumu kaçıran, beni çatallaşmış ses telleriyle sabah sabah acaba insanın soyu kargadan mı geliyor diye düşüncelere iten Recep Tayyip Erdoğan değil Deniz Baykal'mış.

Teorim şu, siyasi parti liderleri önlerinde mikrofon, miting meydanında binlerce voltluk ses sistemi olduğunu unuttuğu -ya da bu sistemlere güvenmediği- için bağırarak konuşuyor. Elektrik gelmemiş köydeki cami imamı gibi, Allah ne verdiyse can havliyle bağırıyorlar. Yıllar yılı sen de böğür sesin karga gibi olur, hatta o ses tellerinin hala nasıl kopmadığına hayret ediyorum. Gözlerinizi kapatın, Recep Tayyip Erdoğan ve Deniz Baykal'a siyası görüşlerini ele vermeyecek laflar ettirelim, misal "Ali ata bak, orasına değil lan yüzüne", "Kaya top arabanın altına kaçtı alsana, Kames olm dokuz kat dünyanın parasını verdik", "Oya'da da sağlam mal varmış hacı" gibi. Kimse aradaki farkı anlayamaz. Belirli bir yaştan sonra bütün siyasiler aynı sese sahip olur.

Siyaset böyle bir şeydir işte, altın kural mümkün olduğu kadar boş görünmek, savunduğun fikirlere -din, eşitlik, özgürlük, milliyetçilik vb- körü körüne bağlı kalmaktır. Sarıysan sarısındır, kırmızısyan kırmızı. Turuncu renkle oy toplamak imkansızdır. Siyaset, "Benim babam senin babanı döver"in yetişkinlere yönelik versiyonudur, mantık aranmaz, olmayacak işler uğruna saatlerce tartışılır. Hiçbir baba çocuğu iddiaya girdi diye başka bir babayla kavgaya tutuşmaz ama bu tartışma sürekli döner. Büyürüz bu sefer babaların yerini ideolojik simge haline gelmiş insanlar alır.

Kasımpaşalı duruşunu bozmayan bir siyasetçi şu an başbakanlığımızı yapmakta, daha da vahimi bu gidişle ölene kadar başbakanlık görevini sürdürecek kadar destek görmektedir. Ben Kasımpaşa'ya gitsem dayak yemeyeyim diye hızlı adımlarla ilerler, en kısa sürede tüymeye çalışırım. Bugüne kadar hiç Kasımpaşa'ya gitmedim, Kasımpaşalı tanıdığım da yoktur. Fakat kaşımın kara, saçımın uzun olmasının Kasımpaşa'da dayak komasına girmeme neden olacağını bilecek kadar genel kültürüm var. Düşünün, şu yazdıklarımdan sonra meclise gidersem siki tuttum demek. Halk bunu seviyor amına koyayım, bakıyor adam milleti azarlıyor uluslararası konferansta, tam benim kafa dengim diyor, ben de olsam aynısını yapardım diyor, basıyor oyu. Ulusa Sesleniş'i izlerken kendini görüyor. Orada önünde yazılanları okuyan adam sadece nereye park yaptığını, nerede bedava kömür dağıttığını ilkokul çocuğunun bile rahatça anlayacağı bir şekilde anlatıyor. Konuşmaları kimsenin ufkunu açmıyor, sadece destekçilerinin düşündüklerini milyonuncu kez yeniden dillendiriyor. Başbakandan ziyade kahvede seçim propagandası yapan muhtar havası var: "Şunu yaptık, bunu ettik, gelecek seçim bana oy vermezsiniz namertsiniz". Aslında tüm dünyanın gözleri önünde çocuk gibi azarladığı, "din kardeşlerini" öldürdüğü için fırça attığı adamın askerlerinin başbakanlık yaptığı ülkede eğitilmesine gıkını çıkarmıyor, hatta katil damgası vurduğu ülkenin iş adamlarına uğruna dökülen şehit kanlarının hala soğumadığı vatan topraklarını satıyor, Iraktakiler "din kardeşi" değilmiş gibi yıllardır süren işgal hakkında tek kelime etmiyor ama millet sadece okey oynarken rakibinin taş çaldığını farkeden adam hırçınlığıyla diplomasi yapan tarafını görüyor.

Nereden nereye geldik, özetleyelim. Siyaset halka inmektir, eğer halkı cahil bırakırsan, eğitim sistemini insanları koyunlaştırmak -ya da eğitimden soğutup boş birey olmaya itmek- ve dershanelere para kazandırmak üzerine kurarsan oy alabilmek için yapabileceğin yegane şey halkın anlayacağı dilden konuşmaktır. Miting konuşmasında neredeyse her cümlenin içinde Allah'ın adı geçer, klişe ötesi tabirler kullanılır, yalnızca iki zamir vardır "biz" ve "onlar", kalıcı asla çözüm üretilmez, oy uğruna hizmet tacirliği yapılır, sürekli yan çizilir, bardağın birkaç damlalık dolu kısmından bahsedilir sadece. Halk da kendinden geçer, tezahürat yapar, babasına, dedesine göstermediği saygıyı bu detone sesli adamlara gösterir. Bakınız halkı küçük görmüyorum, halkı bu hale getirdiler diyorum. Büyük düşünür Nihat Genç'in dediği gibi, bu halkı böcekleştirdiler. Böcekten oy almak kolaydır, sıkıysa insandan oy alsınlar. Türkiye'de inanılmaz bir yozlaşma yaşanıyor, yanlı medya sadece işine gelen haberleri yapıp, aynı haberi sürekli ısıtıp önümüze koyarken, televizyon kanalları en ufak bir zeka kırıntısından yoksun programlarla insanları bitkisel hayata sokmaya çalışırken, eğitim sistemi düşünmemizi engellemek için elinden geleni ardına koymazken bir takım karanlık figürler memleketin anasını ağlatıyor kamera arkasında. Siyaset insanları kandırma sanatıdır, önlerine parlak bir nesne atarsın, gözleri kamaşmışken arka tarafta işini rahat rahat halledersin. Kadrolaşma, yolsuzluk, kutuplaşma, vurgun, hortum, torpil, adam kayırma, rüşvet, indiregandi adını siz koyun. Hal böyleyken bizim gibi bir türlü "gelişmekte olan" sıfatından kurtulamayan, pek de kurtulacakmış gibi durmayan ülkelerde belirli bir mevkiye gelebilmek için mal olmak, ya da mal taklidi yapmak gerekiyor. Dünyanın genelinde böyle aslında, istisnalar hariç neredeyse tüm devlet başkanları anguttur, ya da angut taklidi yaparlar. Bilime, sanata, insana, eşitliğe, barışa önem vererek alabileceğin oy maksimum %3.1 idir, ya da diğer bir deyişle üçün biri.

Kısa yazı yazma özürlüyüm biliyorum, beş paragraftır anlattıklarımla başlığın alakasını irdeleyen okurlarım, feryadınızı duydum ve konuya sonunda giriş yapıyorum. Barack Obama, ne zenci olması, ne müslüman olduğu iddia edilmesi -ki pek inanmıyorum- önemli gözümde. Obama bir kar tanesi kadar beyaz olsaydı bile ayakta alkışlardım. Yazının başında dediğim gibi Obama'yı tanımam, belki de hepimizi kandırıyor, bilemem. Beni etkileyen tarafı efendi duruşuyla seçimi kazanması. Üstelik Amerika gibi aksiyon bağımlısı, "Biz dünyanın amına koyuyoruz YEEEAAAAAHHH" çığlıkları atan insanların yaşadığı, gezegenin jandarması görevini üstlenmeye çalışan bir ülkede. Barack Obama, siyasette başarılı olabilmek için illa kahve siyaseti yapmak, din, ırk, ideoloji üzerinden rant sağlamak, halkın cehaletinden faydalanmak, milleti galeyana getirmek gerekmediğini gösterdi. Kim ne derse desin, efendi gibi kampanyasını yaptı, kimseye çamur atmadı, adabıyla başkan oldu. Olayın derin kısmına girmiyorum, yok gizli tarikatlar, dünyayı yöneten konseyler falan sikimde değil. Bu adamın sıradan bir ABD vatandaşında bıraktığı imaja bakıyorum bu yorumu yaparken. Şimdi çıkıp biri bana belgelerle anlatsa, Obama böyle bir orospu çocuğudur dese tüm içtenliğimle "Anasının amını eşşekler siksin" derim, evet bunu yaparım. Bakın anasının amı demiyorum, eşşekler diyorum. Fakat şu an Obama gözümde efendiliğiyle başkan seçilmiş, imaj bakımından tüm parti liderlerine örnek olması gereken bir siyasetçi.

Ama o da bir insan sonuçta, hepimiz gibi doğanın defolu ürünlerinden. Kral adam dedik, saygılarımızı ilettik ama karizmayı fena çizdin be Barakım.



Belli ki Obama kurnazlık nedir pek bilmiyor. Böyle kız mı kesilir lan, çarşı iznine çıkmış er gibi. Bak Sarkozy'ye, surat ifadesi, çene-el koordinasyonu. Herif işinin piri, tam bir çakal. Bakışlarıyla yiyor kızı ama dışarıdan bakınca tablo ya da modern sanat eseri inceleyen aristokrat izlenimi bırakıyor. Adam pantolonunda prefabrik çadır kurar, kimsenin ruhu duymaz. Bu bir ustalıktır, tecrübeyle sabittir, okuyarak falan öğrenilmez, yılların birikimidir. Bu fotoğraf hakkında tezler yazılmalı, nasıl kız kesilmesine dair oturumlar, konferanslar yapılmalıdır. Kareden kızı çıkartalım, bu hadiseden habersiz birine gösterelim "Obama göte bakıyor" der. Yani başka hiçbir objeye öyle bakılmaz, bakılamaz. Usta bir pandonim sanatçısına göte bak diyin bu kadar güzel bakamaz. Sarkozy'nin ne kadar keraneci olduğunu bilmeyen bir vatandaş ise "Adam düşünüyor olm, o kadar fesat olma" der. Ama gerçekleri biliyoruz, Obama bir an gözü kaymış, Sarkozy ise her an kaymaya meyilli bir adam. Keşke yanlarında uluslararası konferanslarda on kaplan gücündeki başbakanımız olsaydı da "Siz göz zinası yapmasını bilirsiniz" diye hadlerini bildirseydi şu iki utanmaz herife. O kızın anası babası yok mu soruyorum size Obama ve Sarkozy. Birisi sizin kızınıza böyle baksa hoşunuza gider mi? Devlet başkanı olmuşsunuz ama adam olamamışsınız. Sen git Kasımpaşalı kızlardan birini böyle kes, cengaver gencin biri çıkar anında dalağını keser. Ama orası Kasımpaşa değil Avrupa, ahlaksızlık diz boyu. Meydanı boş bulmuşlar tabi, ahlak müfettişi vatandaşlar yok diye her türlü pislik kafi. Umarım en kısa sürede Avrupalı kardeşlerimizin aklı başına gelir de bizim gibi terbiyeli olabilirler. Yoksa bu tarz insanlıkdışı manzaralara tanıklık etmek zorunda kalacağız. Böyle kirli bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum. İnsan olarak görevimiz, Kasımpaşalı bilincini tüm dünyaya yaymak, gezegenimize hatta güneş sistemimize adalet, kalkınma ve partisi getirmektir.

Sarkozy, sözüm sana, benim Carlo Bruni gibi eşim olsun, Beyonce'un bile götüne bakmam, ne aç adammışsın arkadaş. Olanı var olmayanı var, biraz duyarlı davran şerefsiz. Obama'yı anlayabilirim, adamın karısı asfalt gibi. Siyah etten bıkmış usanmış, ama senin yaptığın tek kelimeyle ayıp Sarkozy.

Obama'nın pantolonuna dikkatle bakıldığında bir şişkinlik göze çarpıyor, hatta gizlemek için sol dizini kaldırmış ama lütfen yargısız infaz yapmayalım. Sonuçta adam zenci, belki sönük halidir o.

12 Temmuz 2009 Pazar

Kaleye Geç

-Evet kanka, tıpkısının aynısı!
-Olm saçmalamayın lan, kafadan darbe mi aldınız?
-İlla çıkıntılık yapacaksın ha. Hadi gel sokaktan geçen birine soralım. Şu adam bilir bak.
-Lan dur! Tüm mahalleye rezil edeceksin bizi.
-Şuna tırstım demiyor da...
-Tırstığım tek şey sizin gibi gerizekalılarla muhatap olduğumu kamuoyunun duyması.

Arkadaşlarla sinemanın önündeyiz. Boktan bir sinema. Yazın gelmesiyle vatandaşı söğüşlemeye çalışan şirketlerden. Neymiş efendim, yazlık sinemasıymış, klasik filmler gösteriliyormuş, kaçıranlar ya da yeniden seyretmek isteyenler içinmiş. Şuna önceden parasını verdiğimiz filmi yeniden gösteriyoruz, halkı da ayakta sikiyoruz desinler delikanlı gibi, başımın üstünde yerleri var. Bu haftaki “nostaljik” filmleri Geroge Clooney’in başrolünde oynadığı Avukat. Filmin afişinde sadece George Clooney var ve arkadaşlarım afişteki adamın Abdullah Gül’e benzediğini iddia ediyor.

-Bıyığını kessin aynı Corç Gıloney.
-Kıluni.
-Her ne haltsa.

Tartışma ne zaman hırlandı bilmiyorum ama şu an Vatan, Millet, Sakarya modunda düşüncelerimizi savunuyoruz. Boşluk böyle bir şey işte, incir çekirdeğini doldurmayacak mevzular insana ölüm kalım meselesi gibi geliyor.

-Beyler yapmayın, göz var nizam var.
-Aslında Bengisu haklı.
-Allahım şükürler olsun Yarabbim!
-Abdullah Gül daha genç gösteriyor.
-Şükür duamı geri alıyorum.
-Katılıyorum hacı, baksana çökmüş adam.
-!?!?!?!?!?!?!
-Abdullah Gül kendine iyi bakmış belli. Corç Kuğuney bitmiş olm.
-Lütfen ironi yaptığınızı söyleyin.
-İroni ne demek lan?

İroninin anlamı açıklayarak ve bir Hollywood aktörünün -özellikle yakışıklılığıyla ünlü- nasıl Çankaya Noterinden daha yaşlı gösterdiğini irdeleyerek zamanımı harcama niyetinde değilim. Tam o sırada Gürcan dalıyor aramıza. Sevgili okurlar, bu Gürcan öyle ibne öyle puşt bir adamdır ki nefretimi kelimelerle sınırlandırmak istemiyorum. “Naber gençlik" diyor her zamanki yavşaklığıyla. Hem o anki gerginliğim hem de Gürcan’a uzun süredir beslediğim garezle kendisine annesiyle seks yapmak istediğimi, aslında annesine karşı cinsel bir istek beslemediğimi, zaten düzenli bir seks hayatımın olduğunu, olmasa bile annesini iğrenç bulduğumu, normal şartlarda bin tane sikim olsa birini bile annesine vermeyeceğimi, asıl amacımın kendisine hayatı boyunca unutamayacağı bir travma yaşatmak ve mahalle esnafına “Gürcan koş ananı sikiyorlar” dedirterek yıllarca kahkahalarla güleceğimiz bir enstantane yaratmak olduğunu yalnızca iki kelimeye sığdırarak anlatıyorum.

Bakın, ağzımız bozuk fakat annelere saygımız sonsuz. Hiçbir gönül insanı -özellikle de ben- sebepsiz yere anneye sövmez ve inanın sevgili okurlar eğer hayatımda bir kez ana avrat düz gitme hakkım olsaydı, şu an kullanırdım. Neden peki? Dokuz ay karnında taşıdığı, yemeyip yedirdiği, içmeyip içirdiği, en güzel okullarda okuttuğu, vatana millete hayırlı olsun diye hiçbir fedakarlıktan kaçınmadığı evladı büyüyüp adam yerine denyo olmuş bu zavallı kadınla alıp veremediğim neydi? Gürcan’ın annesini tanımam etmem, kişisel bir mesele değil zaten, hepsi Gürcan itinin yüzünden. Size biraz Gürcan’dan bahsedeyim. Bu göt lalesi 28 yaşında olmasına rağmen bizim gibi yaşının onlar hanesi henüz 2 değerine ulaşmış, bazılarının ise birkaç ay sonra ulaşacak gençlerle takılır. Çünkü yaşıtları onu kaale bile almaz, bizimkiler de yaşça büyük ve arabası var diye adam sanırlar ama hırtonun önde gidenidir. Aramızdaki sekiz yaşlık farka rağmen bir kere bile abi demişliğim yoktur Gürcan’a. Sadece bizim gibilere musallat olsa iyi, gider liseli kız ayarlar kendine, bizden bile ufak körpecik kız çocukları. İnsanın azıcık kendine saygısı olur lan, Gürcan’ın memeli sınıfında olduğundan emin olsam da hangi türe girdiğini henüz çözebilmiş değilim. Zavallı kızcağızlar, henüz bazı şeylerin farkına varmamış, yaşlarının getirdiği kimlik bunalımı, mahalle baskısı, ÖSS stresi, adet kanamalarıyla uğraşırken bir de halk arasında “Gürcan” dediğimiz büyükbaş hayvanla muhatap olmak zorunda kalıyorlar. Çıktığı kızlara insan değil eşya gibi davranır kıro. Ha sevgili ha gömlek, fark yapmaz bizim Gürcan’a. Kanıt mı istiyorsunuz? Cep telefonuna bakın. “Bensum, “Senam”, “Mehtabım” özel isimlerde ünsüz yumuşaması olmayacağını da bilmez mal. Bir ara Gülüm adında bir kızla takılıyordu, kesin “Gülümüm” diye kaydetmiştir, yarrak kafalı.

Yoksa bu yüzden mi? Gürcan av alanıma izinsiz giriyor, hedef kitlemdeki kızları elimden alıyor, ben de sinirlenip 50 yaşında bir kadının arkasından ileri geri konuşuyorum. Hayır sevgili okurlar hayır, böyle basit şeylerden ötürü kimsenin annesine küfredemem, ailemin verdiği terbiyeye aykırı. Size biraz daha Gürcan’dan bahsedeyim. Gürcan’ı sürekli terslesem de bana iyi davanır, sırf çıkarları için. Çünkü bilir ki hayatı boyunca karşılacağı en nitelikli insan benim, düşünün o derece boş biri Gürcan. Sürekli dilek kipi kullanır: “Hocam bizim perdeleri taksana, benim boy yetmiyor”, “Hocam bana internetten nasıl maç izleniyor anlatsana”, “Hocam benim saati bir saat geriye alsana”, “Hocam şu cümleyi İngilizceye çevirsene, Facebook’a ileti yapacağım da”. Ağına düşürdüğü kızlara ilişkilerinin ilk ayında “Aşk Doktoru” Mehmet Coşkundeniz’in kitaplarından kopyala yapıştır mesajlar atar, romantik şövalye imajı bırakmaya çalışır. Elindeki malzeme bitince soluğu yanımda alır, “Yazar adamsın sen moruk, güzel bir mesaj ayarlasan kardeşine”. Bir, moruk sensin Gürcan. İki, seni hayatına sokan kız benim yazdıklarımı anlayacak kapasitede değildir. Üç, Mehmet Coşkundeniz kitabındaki cümlelere tav olan zihniyete kafam girsin. Bizim grupta kendisini sevmeyen tek kişi olmama rağmen hep bana yaranma gayesindedir. Bu yapay ilgi sinirlerimi alt üst eder. Arkadaşlarım kız olsa anında Gürcan’a verecekken pek sallamaz onları, varsa yoksa benim kafamı şişirir. Başımdan savarım, küfrederim, aşağılarım, mesajlarına cevap vermem yine de bırakmaz peşimi. Bu kadar da yancı bir adamdır Gürcan. “Buldum! Yazar kendini kullanılmış hissettiği, Gürcan’ı samimi bulmadığı için küfrediyor, amma zeki adamım lan” dediğinizi duyar gibiyim ama yine yanıldınız sevgili okurlar. Burada bir anneden sözediyoruz, lütfen biraz daha duyarlı olun.

Hayır Gürcan’ın bana borcu yok. Cıks, karı kız meselesi de değil. Ne?! Gürcan ve annem mi, tövbe tövbe. Sizden hayır geleceği yok, iş başa düştü yine. Kasedi biraz geri sarıyorum, geçen hafta halı saha maçı düzenledik, bu tür organizasyonları ayarlayan, maç için gerekli sayıda adam bulan genelde ben olurum. Tecrübelerimden çıkardığım dersle her maç için bir yedek eleman tutarım, sıkça karşılaşılan satış ihtimaline karşı. Ama bu sefer iki fire vermiştik, yedeği sahaya sürmemize rağmen rakip takımın bir oyuncusu eksikti. İlkokuldan arkadaşım Recep’i arayacaktım tam ama Recep’in Tsubasa’dan pek de farkı olmadığı aklıma geldi son anda. Bizim takıma adam lazım olsa arayacağım ilk adam Recep’dir fakat gücümü kötü emellere alet edip ayağının ayarı olmayan Gürcan’ı aramaya karar verdim. Gürcan kabiliyet düşmanı olmasına rağmen sürekli yüksek teknik gerektiren mevkilerde dolanan, yaptığı top kayıpları ve uzaktan çektiği gereksiz şutlarla saç baş yolduran halı saha oyuncularından biridir. Madem molozsun, diğer molozlar gibi defansif oyna, pres mres yap. Hayır olmaz, kaleciyken bile çalıma gider puşt. İki ayda bir 100 kontör alırım, her ay “Her Yöne 500 SMS” kampanyasından faydalanmak için 39’ar kontörüm gider. 39x2=78, 100-78=22. Yani iki ay içinde konuşabilmek için 22 kontorum vardır. O kıymetli kontorlerimi de Gürcan’ın borazan sesini duymak için harcayamam kimse kusuruma bakmasın. Mesaj attım onun yerine, nasılsa beleş, cevap gelmedi. Rehberime bakınca sebebini anladım, tam altı adet Gürcan kayıtlıydı listemde: Gürcan, GürcanTCELL, GürcanVodafon, Gürcan YENİ HAT , Gürcannnn ve Sübyancı. Biricik kontorlerimi harcama zamanı gelmişti, aksi takdirde halısahaya vereceğimiz para yalan olacak, daha da önemlisi milletin mızmızlanması asabımı bozacaktı. İnsanoğlu böyledir sevgili okurlar, bugün yardım için elini uzatırsın öteki gün sikmek için götünü ister. Kimse gelip “Abi çok sağol, herkesi çağırdın, ne güzel maç yaptık, aslansın, kaplansın” demez. Yok bizim takımda adam eksikti, karşı takım güçlüydü, halı saha dandik, topun havası inik, falan filan diyerek kafa sikmesini bilirler anca. Neyse, kaldığımız yerden devam edelim. İlkin en dikkat çekici isme sahip “Sübyancı”yı aradım, kapsama alanı dışında ya da telefonun kapalı olduğunu söyledi seksi sesli bayan. Sonra diğerlerini, operatöre göre değişen üç farklı ses sürekli dönüp dolaşıp aynı şeyi söylüyordu. “Gürcan YENİ HAT” açıldı ama telefondaki başkasıydı, kuzeni miymiş neymiş, Gürcan’dan almış hattı, altı aydır o kullanıyormuş. Bu numaranın yeni hat diye kayıtlı olması yüzümde hafif bir tebessüm bırakabilecek bir detay, ama ince esprileri takdir edecek ruh halinde değildim hiç. Altı farklı numarası olan adama ulaşamıyorduk, şaka gibi. Maç saati geldi çattı, herkes huysuzlanıyordu ve organizatör olarak bir numaralı sorumlu bendim. Kaderime razı olup Recep’i arayacakken onu gördüm, halı sahada fütursuzca dolaşan çocuk. Ne zaman gelsek buradadır o eleman, silik bir tipi, kısa boyu, azıcık da mal bir suratı vardır. Tam aradığım adaydı, kendisine durumu izah edip maç teklif ettim. Bizi kırmayıp kabul etti sağolsun.

Nereden bilebilirdim o vatandaşın Lionel Messi’nin uzaktan akrabası olduğunu? Akıllara zarar top oynadı, öyle böyle değil. Büyük ihtimalle doğduktan birkaç gün sonra ailesi tarafından halı saha avlusuna bırakılmış, benim teorim bu. Sürüyle bacakarası attı, aynı adamı aynı pozisyonda üç kez geçti, hırsını alamadı yeniden geçti, aşırtma goller, “Zidane”vari 360 derecelik dönüşler, rövaşata bile çekti ama direkten döndü. Bir an direkten dönen topa yeniden rövaşata çekecek ve bunu peşpeşe 4-5 kez yapacak sandım ama Allahtan hayat bir anime değil. Güç dengesinin bulunmadığı her halı saha maçında olduğu üzere ezilen takım oyun disiplininden koptu. Total futbol anlayışını benimseyip sahaya 2-2-1 dizilişiyle çıkan takımımız, çakma Messi’yi defans yaparak durduramayacaklarını anlayınca ve topu ayağından almaya çalışırken sürekli şamaroğlanı pozisyonuna düşmekten bıkınca kolektif yapısından uzaklaşıp 0-1-4’e geçti. Bizim takımdaki herkes gol atmak için rakip ceza sahasında bekliyor, altıpastan topu auta atınca karşı takım her atakta beni üçe bir yakalıyordu. Kalede dursan kedinin fareyle oynadığı gibi bir sağa bir sola koştururlar, açılırsan yanındakine pas verir boş kaleye gol atarlar, napacağını bilemezsin. Allah düşmanımın başına vermesin -tamam belki Gürcan’a verebilir-, hayatımın en zorlu dakikalarını geçirdim ve 43-11 yenildik. Maç bitip soyunma odasına geçtiğimizde sessizlik hakimdi, ölüm sessizliği. Normalde halı saha maçlarından sonra muhabbet hırla döner, bedava çay içilir, gönüller hoş olur, ama bu seferki öyle değildi. Kazananlar bile sevinemiyordu, hepsi bilmemkaç yıllık arkadaşlarının kendi ceza sahasında defalarca aşağılanmasına tanıklık etmiş, fakat engellemek için hiçbir şey yapamamıştı. Bir bahane uydurup üstümü değiştirir değiştirmez eve döndüm. İşte o dönüş yolunda intikam için Gürcan’ın annesiyle ilgili fanteziler kurmaya başladım. Bir gecede tam 43 posta atacaktım, daha aşağısı kesmezdi.

Sinemaya dönelim, Gürcan’a hikayeyi anlattım, zaten anasına küfrettik daha da kırılmasın diye kendisini kazma olduğu için çağırmaya çalıştığım detayına girmedim, ne kadar da yufka yürekliyim. “Nerdeydin lan nerdeydin, kırk yılın başı işimiz düştü söyle nerdeydin adi herif”. Ellerim titriyor, o maçtan beri ilk defa futbol mevzusu açıldığındandır büyük ihtimal. Dört gündür bırakın maç özetlerini bağrışmalı futbol tartışma programı bile izleyemiyorum. Yuvarlak her nesne o lanet günü hatırlatıyor, evdeki halı bile gözyaşlarına boğulmama sebebiyet veriyor. Geceleri gözüme uyku girmiyor, yatmadan önce 43 fırça darbesi. Özellikle bir sahne hiç aklımdan çıkmıyor. Yanlış hatırlamıyorsam 23-6 gerideyiz. 23 gol yediğimden eminim de 6 gol attığımıza dair şüphelerim var, o rakam 4 de olabilir. Rakip takımın kalecisi eliyle topu oyuna soktu, halı sahada bulduğumuz elemanın koşu yoluna -başkasına pas verse şaşarım zaten-. Ben de yarı sahamızdaki tek oyuncu olduğumdan yaklaşık 20-30 metre açıldım. Tam topa müdahele edecekken ince bir bilek hareketiyle beni tabiri caizse “çarşıya gönderdi” gizemli futbol virtüözü. Kaleye doğru topu sürdü, kimse yoktu önünde, kale de doğal olarak boştu. O an neden profesyonel futbolda ofsayt kuralının geçerli olduğunu anladım, ama ne yazık ki imdadıma yetişecek bir yardımcı hakem yoktu halı sahada. Acımasız forvet kale çizgisinde durdu, “Hadi gel, al topu” dedi. Şimdi tanımıyorum elemanı arkası falan sağlamdır, başım belaya girmesin diye küfredemedim, “Abi ayıp yaaaaa” demekle yetindim. Topu kale çizgisine sağ ayağıyla sabitlemiş beni bekliyordu. Değişiklik için saha kenarına giden futbolcu rehavetiyle kaleye doğru yavaş adımlarla ilerledim, hala bekliyordu. Tam eğilip topu tutacakken topun yerle temasını kesmeden sürterek kalenin içine soktu -o topa sağ ayağı yerine eğilip kafasıyla vursa maç çıkışı intihar ederdim- ve Filippo Inzaghi tarzı gereksiz yere abartılı gol sevincini şeytani bir kakhahayla süsledi “Nihahahaha”. Sahadaki diğer herkes empati yapıp ne kadar utandığımın farkına vardığından ona uymadılar, rakip takımdan teselli edenler bile oldu. 20 Kasım 2005 Fenerbahçe - Schalke maçında ayağına yavaşça gelen topu ıskalayarak gol yiyen Volkan Demirel bile bu kadar küçük duruma düşmemiştir. O ana dair her detay aklıma kazınmış durumda; topun yavaş çekimde milim milim çizginin gerisine gidişi, gözümü alan dandik halı saha ışıklandırması, esrarengiz topçunun giydiği LİG marka krampon, yerdeyken ağzıma gelen yapay çim tadı, burnumun derinliklerine işleyen terli ayak, fosilleşmiş eldiven ve terbezlerimin salgıladığı utanç kokusu... Hakkın rahmetine kavuşmuş gururumun otopsi raporunda “43 yerinden bıçaklanmış” yazıyor. 20 değil, 30 değil, 2472894 hiç değil, tam 43 gol, 60 dakikada 43 gol. Ve bir o kadar da kaçırdılar, kimini çıkardım, kimini insanlık hali dışarı attılar, kimini ise fantastik gol vuruşları uğruna ziyan ettiler. Tek pas atıp kaleciyle karşı karşıya kalınca çok rahat ulaşılabilecek istatistikler bunlar. Ve bizim takım 4 forvetle -zaten takım altı kişilik- maç boyunca 11 gol bulabildi.

Aşk acısı peşinizi bırakmıyor mu? Kaleye geç.
Toplum -özellikle aileniz- sizi anlamıyor mu? Kaleye geç.
Hayattan ve hayata dair her türlü detaydan bıktınız mı mı? Kaleye geç
Şu basurdan çektiğim kadar hayatımda başka hiçbir şeyden çekmedim mi diyorsunuz? Kaleye geç.

43 gol yemenize de gerek yok. Sadece o 24. gol bile bugüne kadar çile diye çektiklerinizi cımbız darbesine eşdeğer olduğunu anlamanıza yeter. Bir pozisyonda 10 yıl olgunlaşırsınız. Tek yapmanız gereken benzer bir maçta kaleye geçmek. Eğer ürünümüzden memnun kalmazsanız 14 gün içinde paranızı geri alabilirsiniz.

Yeniden sinemaya dönelim, kan kusuyorum. Gürcan karaktersizlik örneği sergileyip salak ayağına yatsa da herşeyin farkında. Hayatındaki en önemli varlığa küfrediyorum ve hala “İlahi hocam, alem adamsın” diye pis pis sırıtıyor lavuk. Eğer 237 adet hattı olmasa bunların hiçbiri yaşanmayacaktı, o da biliyor. Gürcan kadar gereksiz adam zor bulunur ama eminim hepinizin etrafında Gürcan gibi gereksiz hat sarfiyatı yapan insanlar mevcuttur. Rehberde numara kirliliği yaptığı yetmiyormuş gibi bir de telekomünikasyonun belki de en önemli ilkesi olan aranan kişiye anında ulaşmak böyle densizler yüzünden sekteye uğruyor. “Olm koleksiyon mu yapıyorsun, bir hat neyine yetmiyor lan amcık” diye haykırıyorum. Sebebini anlatıyor, kızlar yüzündenmiş. Eski kız arkadaşı arasa kalp krizi geçirecek sanki sübyancı pezevenk. Prezervatif gibi işi biter bitmez çöpe atıyor kızları SİM kartıyla beraber. İşin boktan tarafı rehberimdeki altı numaradan hiçbirini Gürcan şu an kullanmıyor. Yedinci bir Gürcan ekliyorum listeme, Gürcan43. “Haydi gel arabayla gezelim” diyor, kabul etmiyorum ama arkadaşların ısrarını kıramıyorum. Günlerdir evden çıkmıyorum zaten, hiç olmazsa tek başıma değil de insan içinde sıkılayım daha iyi. Gürcan için araba bir araç değil amaçtır, belirli bir yere ulaşmak için değil zaman geçsin diye araba kullanır. “Bok atmayı biliyorsun ama geziyorsun çocuğun arabasında” demeyin lütfen, ben kötü arkadaş kurbanıyım. Ön koltuktayım, çocuklar arkaya dizilmiş. “Gürcan abi bu araba kaç basıyor“, “Gürcan abi 50 Cent aç”, “Gürcan abi drift yap”. Hay Gürcan abi siksin sizi. Saatlerimizin 15:43’ü gösterdiğini söylüyor yayık sesli DJ. Gürcan bana bakıyor, “Boşver hacı, alt tarafı maç” diyor. Bir maçtan çok daha fazlasıydı yaşananlar. Uzun betimlemelerle, üç noktayla biten cümlelerle, cümle sonu derin iç çekişlerle, pencereden dışarı boş boş bakarak karizma yapma çabalarıyla içimi alev alev yakan acıyı anlatabilirim ama Gürcan sığlığındaki birinden hissettiklerimi anlamasını beklemediğim için açıklama yapma gereği duymuyorum. Arka koltuktakiler sürekli “Gürcan abiii” ile başlayan cümleler kuruyor ama Gürcan hiçbirine tepki vermiyor. Gürcan bana “Hocam” ile başlayan cümleler kuruyor, ben de ona tepki vermiyorum. Sanırım Ömer Üründül’ün bloklar arası iletişimsizlik derken kastettiği şey bu. Kimseyi takmıyorum ve sadece pencereden dışarı boş boş bakarak karizma yapmaya çalışıyorum. Arabada sadece 50 Cent konuşuyor, dili de pabuç kadar maşallah. Gürcan gavatı basları sonuna kadar açmış, her bas girdiğinde taşşaklarım titriyor. İnsanlar yoğun bas tonundan ne zevk alıyorsa artık, girdiğim her kötü müzik çalan arabada aynı titremeyle karşılaşıyorum. The Dillinger Escape Plan’ın 43% Burnt diye çok gaz bir şarkısı vardır, çalsa da dinlesek şimdi. Onun yerine 50 Cent’ten Window Shopper’a mahkumuz. Benim ne işim var bu insanlar arasında diye derin düşüncelere dalarken bir şeyin farkına varıyorum, Aslında Gürcan’a haksızlık yapıyorum. Tamam denyonun teki, lavuklukta çığır açtı, et ve kemik israfı ama yine de kötü çocuk değil. Bugüne kadar planlı programlı bir ibneliğini görmedim, yalnızca mallığından çektim o kadar. Halı saha maçına gelmedi diye kimsenin annesine küfredilmez. “O maç farklıydı, bir halı saha dramı değil duygusal tecavüzdü”, yalana bak! Zaten standart halı saha maçlarımız 29-25 gibi fantastik ve bir o kadar da çekişmeli skorlarla bitiyor, yirmi küsür yerine 43 yemişim ne fark yapar? Gören da Gianluigi Buffon sanacak beni. Bazı saftirik okurları kandırabilirim ama kendimi asla! Hepsi bahane bunların. Futbol bazen sadece futboldur ve o maç futbolun spor, dostluk ve kardeşlikten öte olmadığı müsabakalardan birisiydi. Ve ben kötü bir halı saha performansı hakkında psikanaliz yapabilecek kadar boş zamana sahibim. İşin aslı Gürcan gibi olmaktan korkuyorum büyüyünce, ona benzemek istemiyorum. Düşünmesi bile tüylerimi diken diken etmeye yetiyor. Kazık kadar olmuşum ve çoluk çocuğu arabamda gezdiriyorum. Yaşıtlarım evlenmiş ve ben ancak liseli kızları tavlayabiliyorum. Saygı görmek için bir alt nesille takılmak zorundayım. Yılların su gibi akmasına rağmen yerinde saymak, tren kaçtıktan sonra arkasından öküz edasıyla bakmak, altyapıda sona ermiş bir futbol kariyeri, işte Gürcan bunları simgeliyor. Ben içimdeki çocuğu yaşatmak istiyorum, Gürcan ise içindeki dallamayı öldürmüyor. Sonumun öyle olmaması için Gürcan’la arama olabildiğince mesafe koyuyor ve ondan ölesiye tiksiniyorum. Gürcan benim anti-rol modelim. 50 Cent’in lafını arkada oturan beyinsiz bölüyor: “Gürcan abi sence de Abdullah Gül, Corç Güluney’a benzemiyor mu?” Pencereden bakan adam pozunu bozuyorum ve “KILUNİ ULAN” nidasıyla arabanın öbür ucundaki arkadaşıma okkalı bir yumruk sallıyorum ama boyum yetmiyor. Tayfanın büyüğü Gürcan herhangi bir otorite sahibi olmadığından konuyu değiştirerek ortamı sakinleştirmeye çalışıyor. “Ya benim bilgisayar bozulmuş, akşam bize gelip baksana bi hocam”. “Bir şartla Gürcancığım”diyorum. Şartımın ne olduğunu soruyor, “Annen evde mi?”