30 Nisan 2009 Perşembe

Bir İçim Nesquik

Bu özet kullanılabilir değil. Yayını görüntülemek için lütfen burayı tıklayın.

23 Nisan 2009 Perşembe

Seçim

Kılpayı geçilen dersler, final öncesi girilen kamplar ve Allah’ın sevdiği kulu kontejyanında bulunmanın verdiği avantajın yardımıyla almıştım diplomamı. Sorsanız bir staj yaptın mı, iş tecrüben var mı, nerdeee! Özgeçmişim –CV demeyi reddediyorum- bugüne kadar okuduğum okullardan, hobilerim ise PES, FM, çubuk kraker paketinin dibinde kalan tuzlu kırıntıyı kafaya dikmek gibi son derece lüzumsuz, hiçbir işverende olumlu etki bırakmayacak maddelerden oluşuyordu. Sosyal ilişkilerde fazla sorun yaşamayan biri olmama rağmen ilk adımı atarken ürkek davranan, kestiği bir kıza yakalandığı an kafasını fizik kurallarını alt üst edecek şekilde çevirebilen bir adamımdır. Bir de hep alışmışım öğrenciliğe, bugüne kadar hiç atak davranmam gerekmemişti. Zaten ekmeğin aslanın ağzında olduğu günümüzde insan tüccarı, plaza azmanı kısacası bu işin pezevengi olmuş rakiplerle karşı karşıyaydım.

Birebir yapılan bütün görüşmelerde çuvallıyor, kendime güven eksikliğimi farkeden işverenler beni anında eliyordu. Şöyle yenilikçi, ileri görüşlü, zekaya bakan bir şirket olsa; benim potansiyelimi ortaya çıkartacak bir mülakat yapsa sikertirdim ortalığı. Keşkelerle geçen uzun monologlarım en sonunda yanıtını buldu. Uluslararası bir gıda şirketinde yabancı dil bilen yönetici pozisyonu için az önce anlattığım tarzda bir mülakat yapıldığını duydum. Hepimizi bir odaya aldılar, yaklaşık bir saat beklettiler. Acaba içimizden çıkıp isyan edecek birini mi arıyorlar, haksızlığa gelemeyecek bir yiğidi mi alacaklar işe diye düşündüm. Ama emin olamadım sevgili okurlar, belki de sabrımızı ölçüyorlardı, ya da müdürün bir işi çıktığı için bekliyorduk. Bu işi de kaçırma lüksüm olmadığı için dikkatli davranmalıydım. Aniden bir ışık belirdi, tüm dikkatim dağıldı. Bembeyazdı herşey, sanki odanın içinde yüzlerce floresan lamba varmış gibi parlıyordu etraf. Nur inmişti bu köhne salona; o an işmiş, mülakatmış, kariyermiş hepsi uçtu gitti kafamdan. Olayın ruhani boyutundan sıyrıldığımda yanımda kel bir vatandaşın oturduğunu ve güneşli bir gün geçirdiğimizi farkettim. Bu bir rastlantı olamazdı; makus kaderimi değiştirecek, birlikte şirketin üst kademelerine yükselecek, Forbes kapağında beraber poz vereceğim müstakbel ortağımdı o . Planım basitti, keli galayena getirip teorimi deneyecek, eğer aradıkları şey bu ise “Benim fikrimdi, arkadaşa gaz veren bendim” diyerek başarısını sahiplenecek, şansım yaver giderse yabancı dil bilen yönetici yardımcısı olarak iş dünyasına adımımı atacaktım. “Abi bu ne ya, biz üniversite mezunuyuz, bir saattir bekliyoruz, ayıp ya” dedim, bana hak verdi. “İşsizlik olmasa bir dakika bile durmam burada, muhtacız diye alay ediyor resmen şerefsizler” dedim, kafasını salladı. Kel beni takmıyordu, son hamlede belden aşağı vurarak “ Benden duymuş olma ama içeri girmeden görevliler arkandan alay etti, kelaynak dediler” dedim, bu sefer hiç cevap vermedi. Hayal kırıklığına boğulmuştum, hayatımda gördüğüm en moloz keldi. Pek bir işe yaramayan kafasına bakarak saçımı ve kravatımı düzeltirken müdür girdi odaya.

“Biz bir aileyiz”, “Kızışan pazarda rekabet had safhada” tarzı klişe laflardan sonra görevliler hepimize birer kağıt-kalem verdi. Kaleme baktım, sokakta kutusu 2 YTL’ye satılan bok sarısı, lacivert kapaklı kalemlerdendi. Şirketin imajı yerle bir oldu gözümde. Müdür “Size bir soru soracağım, cevabını kağıda yazacaksınız” dedi, eline keçeli kalemi alıp tahtaya “Risk nedir?” yazdı. Adım gibi eminim odada bulunan elli kişiden kırkbeşi “budur” yazmıştır, geri kalan dördü bu hikayeden haberdar değildir, haberdar olup da “budur” yazmayacak tek kişi bendenizdir. O kağıda “Alem buysa kral benim” yazardım da “budur” yazmazdım sevgili okurlar. Düşünmem gerekiyordu, öyle bir cevap vermeliydim ki diğerlerinden sıyrılacak, okuyanın suratına bir tokat gibi yapışacak, fakat bütün bunlara rağmen kolay anlaşılacaktı. Benim en büyük sorunum buydu, başlık bulamamak. Riskle ilgili uzun bir hikaye yazmak istedim, fakat daha ilk paragraftan sonra okuyanın sıkılacağını ki bunun yazı kalitemden ziyade işverenin “Elli kağıdın içinden bir de iki saat bunu mu okuyacağım” veryansılcılığından dolayı gerçekleşeceğini düşündüm. Cevabım kısa olmalıydı, “budur” klişesinin yerini dolduracak kadar klas bir laf etmeliydim. Kele baktım, “budur” yazmış, ondan başka birşey beklemezdim zaten. Yansıyan kafasından faydalanarak başka birkaç kağıda daha göz atma fırsatım oldu. Birisi “Risk göbem adımdır” demiş, beriki ise “Risk benim için bir hayat felsefesidir” diye insanı felsefeden, riskten, hatta hayattan soğutan bir cevap vermiş. Elalemin cevabından medet umarken müdür zamanımızın dolduğunu, herkesin kağıdını en arkadan başlayarak bir öndeki arkadaşına vermesi gerektiğini söyledi. Ortalarda oturmam bana 15-20 saniye kazandırmıştı, arkadan dalga gibi gelen kağıtlar heyecan katsayımı arttırırken son saniyede aklıma mükemmel cevap geldi.

Toplama işlemi bittikten sonra yarım saat içinde mülakat sonucunun açıklanacağı söylendi. Kel ne yazdığımı sordu “Ananın amı” dedim, bozuldu ibnetor. Yarım saat sonra görevli benim ve başka birinin adını anons edip üst katta beklememizi söyledi. Sekreterin masasında beklerken acayip kıllandım yanımdaki elemandan, o da benden kıllanmıştır büyük ihtimal. Sekretere bir telefon geldi, konuşması biter bitmez “Serkan Bey odasında sizi bekliyor” dedi. İçeri girdik, müdür ikimizi de selamladı, oturmamızı rica etti ve konuşmaya başladı: “Biz okuldan sadece ders görerek çıkmış eleman istemiyoruz. Yeri geldi mi bilgi donanımıyla, olmadı pratik zekasıyla iş bitirebilecek, sınırları zorlayıp farklı fikirlerle çıkabilecek birisini arıyoruz.” Ne yalan söyleyeyim, benim cevabım bu normlara cuk oturuyordu. İçimizden yalnız birini işe alacağını söyledi, az önceki konuşmadan sonra tekmeyi diğer elemanın yiyeceğini, hatta benim gibi kalifiye bir aday varken neden dingilin tekini yanıma koyduklarını aklımdan geçirdim. “Ersin hanginiz oluyor” diye sordu, yanımdaki lavuk “Benim” diye atladı, “Tebrikler, iş sizindir” dedi müdür. Dellendim sevgili okurlar, müdürün boğazına sarılıp “İşveren misin götveren mi belli değil” diye haykırasım geldi ama bozmadım istifimi. Müdür bana baktı “Evladım, zeki bir çocuğa benziyorsun. Sende potansiyel var, ama birinin yol göstermesi gerekiyor. Bu yüzden seni odama çağırdım. Tamam farklı birşey yapmak istemişsin, güzel hoş da risk nedir sorusuna ananın amıdır cevabı verilmez” dedi.

16 Nisan 2009 Perşembe

Bugün 16 Nisan, Hep Neşeyle Doluyor İnsan

Küresine baktı kahin, buruşuk suratı ekşidi iyice. “Tanrı yanımızda olsun” dedi, onun gördüklerine bir faninin dayanabilmesi çok güçtü, gerçi onu diğerlerinden ayıran yetenekleri vardı, bu yüzden geleceği anlatarak çıkartıyordu ekmek parasını. Ne padişahlar ne sadrazamlar uğramıştı evine, hepsinin de tek isteği yakın gelecekte başlarına ne geleceğini öğrenmek, hazırlıklı olmaktı. Savaşlar gördü kahin,entrikalar, antlaşmalar, hatta Turkcell Süper Lig maç sonuçları. O sıralar İddaa müessesesi kurulmadığı için köşeyi dönemedi, kahroldu, yanlış zamanda yaşadığı için karın tokluğuna çalışıyordu.

“Ne görüyorsun yaşlı adam” diye sordu müşteri. Şehrin önde gelen soylularından birisiydi, ipek kıyafeti, iyi kesim pantolonu ve deri çizmeleriyle berduş evin içinde sırıtıyordu adeta. İç mimariden nasibini almamış, moda renklerden uzak, eşyaların ise iyice rüküş olduğu bu ev demeye bin şahit isteyen mecrada bunalan soyluda Kahin’in pencereden dışarı bakıp “Bunları da mı görecektik” bakışı atması telaşa mahal vermişti. “Nolacak söyle kahin, feodalite mi yıkılacak, Karadeniz bir Türk gölü olmaktan mı çıkacak, yoksa Almanlar yenildiği için bizde mi yenilmiş sayılacağız?”. Kahin güldü, acı bir gülümsemeydi bu, “Ben diyorum dünyanın sonu sen diyorsun feodalite” diyen bir gülümseme. Kahinin sessizliği soyluyu iyice kıllandırmıştı, en sonunda dayanamayıp “Konuşsana be adam” diye bağırdı. Kahin sessizliğini sürdürdü.

Soylu bir halt öğrenemeyeceğini anlayıp evi terkedince kahin defterine sarıldı. Onun için herşeyden önemliydi defteri, insanlığa misarıydı içindekiler. Yeni bir sayfaya geçti, etrafını yıldızlarla, güneşlerle, dağlarla süsledi göze çarpsın diye, hatta o dağların arasından bir nehir bile geçirtti. Bugüne kadar kaleme alacağı en iddialı kehanetti, şekil olsun diye şiir halinde yazdı:


Gezegene geldiklerinden beri çuvallayanlar,
Kendilerine verilenlerin altında ezilenler,
Canlılar arasında en güçlü fakat aynı zamanda en zayıf olanlar,
16 Nisan 1989’da hakettiklerini bulacaklar.


Sabah saatlerinde bir çocuk gelecek dünyaya,
Gelmiş geçmiş en komik insan sıfatıyla.
O fani hayatını tamamladıktan sonra,
Kahkaha atamayacak kimse bir daha!


Kahin derin bir oh çekti içinden, “Ben bunların hiçbirini görmeyeceğim, daha bir milenyum fark var arada”.

Kahin öldü, dünya devam etti dönmeye, medeniyetler yıkıldı, medeniyetler kuruldu. Çok değişti insanoğlu, ama dünya hiç takmadan güneşin etrafında dolaşmaya devam etti, yetmezmiş gibi kendi etrafında da döndü. Beklenen gün geldi çattı, 16 Nisan 1989. Hergün olduğu gibi binlerce yeni göz açıldı, kesilen göbek bağının haddi hesabı yoktu. Peki içlerinde miydi “seçilmiş olan”?

Hayır, o gün doğan çocukların hiçbiri dünyayı değişterecek, kahinin dediği kadar etki bıracak biri olmadı. Tabi diyebilirsiniz ne adi kahinmiş, bizim alt kattaki Meral Teyze bile daha düzgün fal bakıyor. Ama demeyin sevgili okurlar, bir dinleyin hele hikayenin sonunu. Kahin işinin ehli bir zanaatkardı, baba mesleğiydi geleceği görme. Küre de dedesinden yadigardı zaten, aslında çocukken itfaiyeci olmak istiyordu, ama o sıralar itfaiye örgütü kurulmamıştı. Yetenekli çocuktu, kafası basıyordu büyü işlerine, sıksan pazusunu mana fışkırır o derece, ama gelin görün ki matematiğe pek aklı ermezdi bizimoğlanın. Küre “19. Yüzyıl bugünde dünyaya gelecek dünyanın en komik insanı” demişti, sen git 19. Yüzyılı 1900 olarak al, piç et mis gibi kehaneti. Küreye yazık lan, gitmiş o yuvarlak şekline rağmen Charlie Chaplin’in doğum tarihini vermiş, ona göre insanlık hazırlasın kendini demiş, iki eliyle bir siki doğrultamayan salağın teki yüzünden yalan olmuş hepsi. Bir de kahin olacak! Ama bunlara rağmen kahin paçayı yırtabilirdi, o kadar da ballı bir adamdı. Komik yerine lüzumsuz yazsaydı deftere, doğru çıkacaktı kehaneti. Evet, dünyanın en lüzumsuz adamı şu an aramızda, hatta bu topraklarda gezmekte, ve bilhakis şu an okuduğunuz yazıyı yazmakta efendim.

Şaka maka 20 yaşına geldim sevgili okurlar, onlar basamağı bir değer arttığı için insanın gözüne büyük görünüyor. Sanki 18 ile 19 arasında bir yıl varken 19 ile 20 arasında dört-beş yıl varmış gibi. Yıllardır bizi kazıklamaya çalışan süpermarketler yüzünden sanırım bu affallama. Süpermarkete bir yere kadar hak verebilirim, gittin mi bir sürü şey alıyorsun sonuçta, çoğu da ucuz ürünler, dikkat edemiyorsun pek. Ama araba fiyatlarında mesela yazıyor 39.999 YTL, ulan kırk milyar sayacak adam yutar mı bu numarayı, kimi sikiyonuz siz!

Doğum günleri benim için tam bir ikilemdi. 23 Nisan’dan bir hafta önce olduğu için eğer doğum günüm hafta içine denk gelirse adam gibi kutlama yapamıyorduk, haftasonu olursa da 23 Nisan tatili kaynıyordu. Çocukluğum bu dilemma içinde geçti sevgili okurlar, okuldan kaytarma sevdası ile doğum gününü gününde kutlama isteği. 13 yaşımdan beri doğum günü kutlaması yapmadığım için aştım artık bunları, okul desen hergün tatil.

Küçük hesapları hallettiğime göre daha geniş açıdan bakabiliyorum artık doğum günlerine. Korkmayın “millet bok varmış gibi doğum günü kutluyor, anlamsız, manasız, zorlanan coşkular bunlar” demiyeceğim, hayır bu bir “doğum gününü aileyle kutlamanın sebep olduğu eziklik ve ebeveynlerin göbek atmasının verdiği hazımsızlık” yazısı değil. Büyük ihtimalle aile içi pastalı, börekli, çörekli bir kutlama olacak, yiyeceğiz içeceğiz ve kaçınılmaz olarak sıçacağız. Teyzem her zamanki gibi bana değil ananeme hediye alacak. Abajur almıştı geçen yıl mesela, abajurun tam olarak ne olduğunu o gün öğrendim. Kendisinden bu yıl elektrikli süpürge, bıçak seti ya da dikiş makinesi bekliyorum. Valla hediyesiymiş, partisiymiş umrumda değil sevgili okurlar; pastama bakarım ben, gerisi yalan.

Dem vurmak istediğim asıl nokta son günlerde sık sık duyduğum bir muhabbet. “Çocuk olsaydık keşke, büyümeseydik hiç, ne kadar da eğleniyorduk o zaman, şimdi ise zor herşey”. Bu konu hakkındaki görüşümü birkaç gözlemle açıklayacağım. Çocukken saklambaç oynardık, hem de psikopat gibi. Her türlü piçlik dönerdi o saklambaç seanslarında, saklanmak yerine evine gidenden tut, ebenin –lütfen yanlış anlamayın- saydığı direğin üstüne tırmanıp, sayım işlemi biter bitmez sobeleyenlere kadar. Ne çelmeler takıldı, kimin önce sobelediğine dair ne kavgalar edildi anlatsam sayfalar yetmez. Bunların hepsini bir şekilde sindirdik diyelim, ama bir rituel var ki dehşete kapılıyorum her aklıma geldiğinde.

Bilirsiniz saklambaçta sobeleyen kişi istediği arkadaşını kurtarabiliyor, kurtarmak derken ebe olmasını engelliyor işte. Bazı ibneler sırf götlük olsun diye kurtarma haklarını es geçmek istiyordu ama kurallara aykırıydı, illa kurtaracaksın birisini. Eğer kıl olduğumuz biri kalmışsa ve kurtarma hakkını kullanmak zorundaysak “Peygamberi kurtardım” derdik, hatta ilerleyen zamanlarda bu “Allah’ı kurtardım”a dönüştü. Kim çıkardı bilmiyorum bu dalgayı ama ateşle oynamışız haberimiz yokmuş. Bacak kadar boyumuzla kafirlik yapmışız lan resmen, ne demek Allah’ı kurtardım, istese yedi ceddimizi saniyesinde sobeler, bizim kurtarmamıza mı ihtiyacı var, affet bizi Rabbim!

Başka bir oyuna geçelim, aslında bir oyun değil bu oyun öncesi oyun. Maç yapmadan önce kadro seçilmesi gerekirdi, standart bir kadro da olmazdı. Genelde en iyi top oynayan ile en psikopat çocuk “Aldım-Verdim” yaparak takım seçerdi. Hepiniz aşağı yukarı protokolü biliyorsunuzdur. Bizim mahallede başlamadan önce hep “Ben almam olm, karı değilim, vercem ben” kavgası çıkardı. O zaman düz mantık erkek verir kadın alır sanıyorduk, atılan yazı-turadan sonra “veren” kişi attığı her adımda “Verdim ehuehue” diye bağırır, utanmadan da kasıklarını tutardı. Sanki çok biliyordun amına kodumunun ne yapacağını onlarla.

Takımlar kurulduktan sonra başlardık maça. Emrullah vardı, Emoli derdik, deli top oynardı. Messi gibi ayağına yapışırdı top, bacak arası atardı hepimize. “Ne yetenekli çocuk lan” diye düşünürdüm hep, televizyonda maç izlerken “Bizim Emoli de yapıyor bunları” derdim, gözümde bir futbol ilahıydı Emoli. Geçen gün de bizim kapının önünde top oynuyordu ufak çocuklar, topu aldım ayağıma bir çalımlar atıyorum görmeniz lazım. Kaleciyim ben, teknik 0 fakat bacaklarımın uzunluğu dolayı topu ayağımdan alamıyordu veletler. İşte o vakit anladım Emoli’nin Messi olmadığını, hatta Denizlispor’un efsane isimlerinden Yusuf bile değildi.

Zamanında aynı topun etrafında deliler gibi koşturduğum, bir aşağı sokaktakilerle “mahalle maçı” yaptığım adamlar beyaz gömlekleri kuşanıp “Nasılsın kardeş” demeye başladıktan sonra kendimi mahalleden soyutladım sevgili okurlar. Doğutturmalı –bir çeşit futbol oyunudur, bazı yörelerimizde dokuz aylık olarak da bilinir- oynadığım çocuklar artık kahvede okey çeviren adamlara dönüşmüştü. Çocukken hiç öyle değildi halbuki, tek farkeden cinsiyetti, erkeksen nolursan ol girerdin mahalle takımına.

Yazının bundan sonraki ruh hali hayıflanma dolu olacak sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Tamam çocukluk güzeldi, iyiydi, hoştu falan filan da ne yaptığımız belli değildi amına koyayım. İnsanlığa ne bir faydamız vardı ne de zararımız, salak salak koşturuyorduk tüm gün. Büyüdük lan artık, büyümeye de devam edeceğiz, yolun yarısında bile değiliz daha. Sağlığımız sıhatımız de yerinde çok şükür, nedir bu geçmişe duyulan özlem. Anlattım işte münafıklık var, ahlaksızlık var, cinsiyet ayrımı var, hayvanlara çektirdiğimiz eziyetten bahsetmedim bile. “Keşke herkes küçücük bir çocuk kadar masum olsa” ayağı çekmesin kimse bana, dünyanın en orospu çocuğu insanları bile bir zamanlar çocuktu, minicik elleri, tombiş yanakları, ufacık patikleri vardı. Allah bilir ne sevimli resimleri vardır bebekken çekilen, şimdi baksan milletin anasını çatır çatır sikiyor amınoğlu.

Çocukken hepimiz arabanın ön koltuğuna oturmak isterdik, ama izin vermedi ailelerimiz, yaşın küçük derlerdi. 18’i geçtik, şimdi hepimiz arka koltukta oturmayı, süpermarkete gittiğimizde annemizin bizi alışveriş arabasındaki ufak bölmeye koyduğu günleri özlüyoruz. Bir düşünce insanı olarak ben bunu kabul edemem sevgili okurlar, kimse kusuruma bakmasın, özlemiyorum çocukluğumu. Artık sokağa çıkınca kesin yapacak bir aktivitem olmuyor, tüm günümü sporcu kartı oynayarak geçiremiyorum ama yine de eski günleri düşünüp efkara kapılmıyorum. İnsanlar göt olmasına rağmen hayat güzel, hem de her yaşta. Tamam hepimizin sorunları var, annesi tecavüze uğradıktan sonra “Yaşasın kardeş sahibi olacağım” diyecek kadar Polyanna değilim fakat insanların ahını almak yerine “Bana bu yapılır mıydı lan” diye kaçıyorsa uykularımız gönül rahatlığıyla “Koy götüne” diyebilirim sevgili MİK dostları.

9 Nisan 2009 Perşembe

Veveve Vavava

Mevhaba sevgili okuvlav, vahatsızlıklavın vöntgenlendiği, toplumun vadavından kaçanlavın ivdelendiği, vadikal olduğu kadav vealist, vengavenk biv sevzenişle daha kavşınızdayım.

İyi ki insanoğlu yazıyı keşfetmiş, iyi ki bir takım sembollerle derdimizi dile getirebiliyoruz, iyi ki benim gibi ağzının ayarı olmayanlar dertlerini rahatlıkla anlatabiliyor. Evet sevgili okurlar, eğer yazı bulunmasaydı, bir üstteki paragrafı size böyle iletmek zorunda kalacaktım, çünkü “r”leri söyleyemiyorum. Çocukken hep “Büyüyünce düzelir” derlerdi, ama düzelmedi, 20 yaşına geldim –aslında gelmedim, tam bir hafta var- hala konuşurken içinde “r” bulunan kelimeleri seçmemek için özen gösteriyor, eğer kullanmak zorunda kalırsam da kelimeyi iki salisede telaffuz edip kusurumu örtmeye çalışıyorum. Lütfen “Allah seni böyle yaratmış, utanmana gerek yok, takma kafana” demeyin sevgili okurlar, bari siz yapmayın. Utanmıyorum zaten ama yine de adama koyuyor, hele karşımda tanımadığım biri varsa “r”nin sivri ucunu afedersiniz götümde hissediyorum.

Çocukken çok alay konusu oluyordum, gittiğim her yerde zorla “Rerere rarara gassaray gassaray cimbombom” marşını söylemem isteniyor, özellikle “r” harfiyle başlayan bir kelime kullandım mı herkes gülmeye başlıyor, biraz insafı olanlar ise beni Beyaz’a benzetiyordu, not olarak Beyaz’ı da sevmem. Biraz konu dışı olacak ama Beyaz’ı sevmediğimi söyleyince hep aynı cevabı alıyorum: “Okan Bayülgen’den iyidir.” Ulan illa ikisinden birini takip etmem mi gerekiyor, Beyaz’dan hoşlanmadığımı söyleyince direkt Okan Bayülgenci damgası yiyorum. Deneyin sevgili okurlar, en yakınınızdaki insanın yanına gidip “Beyaz komik değil aslında” diyin, kesin Okan Bayülgen’in adının geçtiği bir cevap alacaksınız.

Bana dönelim, oldum olası sesim boru gibidir. Çok da sikimde olmaz normalde ama bazen sevgili okurlar sadece bazen o “r”ler ömrümden ömür çalıyor. En sevdiğim küfür “yarak”tır, söyleyemediğimden belki de, bugüne kadar kimseye “Naber yarrram” diyemediğim içindir, bilemiyorum. Aynı şekilde “kıro” da var. “orospu çocuğu” diyebiliyorum zira iki kalın “o” arasında sıkıştığı için fazla belli olmuyor. Yabancılara kültürümüzü empoze ederken zorlanıyorum en çok, “yavvak” dedikçe gavurlar kendime güvenim dünyanın merkezine bir adım daha yaklaşıyor.

İlginçtir bazıları farkına varmıyor, misal bugüne kadar en çok konuştuğum insan, bir numaralı yardakçım, kardeşim, dostum İsmail. Adamla her hafta saatlerce geyik yapardık, hala da yaparız, sohbet “r” söyleyememe özrüme geldi. İsmail’in “Abi cidden söyleyemiyor musun, hiç farkında değilim” demesi gerçekten bende dumur etkisi bıraktı. İsmail karşısındaki iyi hissetsin diye yalan söyleyecek tiplerden değildir, saçımı kazıttığımda “Yarak kafası gibi olmuş” der bir saniye bile düşünmeden, tabi kızlarla konuşurken öyle değil ibne orası ayrı. Bazıları demişim paragrafın başında ama aklıma İsmail’den başka da örnek gelmiyor bu kategoride.

İnsanda böyle bir ses varken tabi ciddi birşey anlatamaz, işim gücüm makara. Mesela felsefi bir çözümleme yapacağım ciddi bir platformda “Hehehe adam süvvealist dedi” diye gülmez mi millet, hem de ossurarak güler sevgili okurlar. Onları da suçlamak istemiyorum çünkü komik, ben de onların yerinde olsam güler, büyük ihtimalle de taklidini yapardım. Şöyle hayatı tartıya koyunca aslında kusurlarımızın da bir yerde bize katkı sağladığını düşünüyorum. Misal ben Kenan Işık sesli, Murat Boz tipli, Erdal Acar ruhlu biri olsam yazarlığa gönül verir miydim, hayır. Şimdi piçin teki çıkıp “Ulan götüboklu blogta yazıyorsun amma hava yaptın” diyebilir, ben de o ibneye “Yürümeden önce emeklemek ,seni sikmeden önce de yürümek gerekir” derim. Tabi bu ağzımdan “Yüvümeden önce emeklemek, seni sikmeden önce de yüvümek gerekiv” şeklinde çıkacağı için pek bir boka yaramaz.

Bir tavşan ağaca tırmanabilse bu kadar hızlı koşar mıydı, ya da köpek renkleri görebilse bu kadar güçlü olur muydu burnu? İnsanın kendini tanıyıp ona göre şekillendirmesi lazım kişiliğini; kimimiz yakışıklıyız kimimiz zeki, kimimiz çalışkanız kimimiz asi. Örnekleri çoğaltabilirim ama sizi sıkmak istemiyorum, biliyorum bu yazı kısa oldu ama içi dolsun diye köpük sıkmıyorum, maksat içimde kalmasın diyip iyi günler diliyorum.