29 Mart 2009 Pazar

Okuma Bayramı

Benim bir hobim var, yürüyorum. Çoğu insana komik geliyor, yadırgıyor, “Öyle hobi mi olur lan” diyenler oluyor; ama onlara kulak asmadan hergün en az 90 dakika yürüyorum. A noktası evim, B noktası ise Anadoluhisarı, sahilyolunu tercih ediyorum. Adına aldanmayın, sahille aramda adeta bir sur gibi dizilmiş yalılar var, pek de Boğaz’a meraklı değilim zaten, beni asıl çeken tenhalığı. Yalnızlıktan hoşlanan tiplerden değilim fakat yürürken bomboş bir yol isterim. Birinci viteste ilerleyen insanlar, onları sollamaya çalışırken yaşanan kazalar, hiç dinmeyen bir uğultu bunlar hep yürüyüşün içine eden şeyler.

İşte o gelenekselleşmiş yürüyüşlerimden birindeydim yine, A-B noktaları arasındaki mesafeyi yarıladığımda yol arkadaşımın pili bitti. O çetin yollarda adımlarımı hızlandıran yegane güçtü Protest The Hero. Henüz yolun dörtte birindeydim, dönmeyi düşündüm, jelibon kıvamındaki göbeğimi mıncıklayınca veto ettim bu tasarıyı. Kulaklarım paslanmış bir halde B noktasına vardım, alışılagelmiş üzere limandaki banklardan birine oturup yeterince güneş ışığına maruz kalmış götümü karanlıkla başbaşa bıraktım. Vapur limanı ile yanındaki bina arasındaki boşluktan Boğaz gözüküyordu azıcık bile olsa. Çoğu insanın gönlünde taht kuran bu coğrafi şekil, sanırım uyuz olduğum büyükşehir insanlarının yüklediği anlamdan olsa gerek hiçbir etki bırakmıyordu üzerimde. Hatta bazen ileri gidip “Alt tarafı su amına koyayım” dediğim bile oluyordu, Boğaz da biliyordu aslında ona karşı olmadığını bu sitemin.

Yolu yarılamıştım, yokuş indiğim için pek de yormamıştı beni ama şimdi yedi tepeden biri benden intikam almak için bekliyordu. Banktan kalkmak istemiyordum, bahanelerin ardı ardası kesilmiyordu; gözlerim “Boğaz güzel lan aslında”, ciğerlerim “Bırak da iki dakika soluklanalım be abi”, götüm ise “Olm çok kıllıyım ben, fazla hareket ettiğin zaman statik elektrik oluşuyor, huylanıyorum” diyordu. Götümün bu teorisini sınamak için küçük bir kağıt parçası aramaya koyuldum, sağa sola bakındım, taksi durağı tarafından işletilen çay ocağına kadar geldim ama ilginçtir hiç çöp yoktu yerde. “Hey dostum, senin sorunun ne?” diye bir ses duydum, çok tanıdık bir sesti bu. Kafamı kaldırdım sesin sahibi görmek amacıyla, bugüne kadar hiç karşılaşmadığım orta yaşlı, hafif esmer, gözlüklü, ince bıyıklı bir beyfendiydi; oturduğu masada iki tane daha orta yaşlı adam vardı.

“Afederseniz, acaba sizde kağıt var mı” diye sordum, öteki “Lanet olası kıçını mı silmen gerekiyor pislik” dedi ince bir tonla. Telaşa kapıldım, birileri beynimi okuyup benimle taşşak geçmeye çalışıyordu, hayır imkansızdı bu. Fakat, kağıt parçasını götümdeki statik elektriği ölçmek amacıyla kullanacağımı nereden biliyordu o zaman bu adam, belki gerektiğinden fazla yürüyordum, aklım benimle acımasızca oynuyordu. Sanırım şizofreniyle karşı karşıyaydım, tıpkı Akıl Oyunları filmindeki gibi bilinçaltım çeşitli karakterler yaratıyordu, en iyi fikir arkamı dönüp hızlıca uzaklaşmaktı elemanlarla fazla haşır neşir olup keçileri kaçırmadan.

“Ooooo, nereyeee gidiyooorsuuuuun” sesli harflerin uzatılmasına rağmen tek bir ağızdan çıktığı belliydi. Anlamını veremediğim birşey çekiyordu beni bu seslere, sanki yıllardır görmediğim eski bir dostum telesekretere mesaj bırakmış gibiydi. Merakıma hakim olamadım daha fazla, adamların yanına oturdum. Hala gerçek olup olmadıklarından emin değildim, taksicilere rezil olmamak için sesimi çıkarmıyordum. Akli dengemden şüphe duyuyordum, beklemekti en iyi savunma. Sürekli sağa sola bakıyor, habire cep telefonuma sanki mesaj geliyor da ben de cevaplıyormuşum gibi yapıyor, gerçekçi olsun diye telefona bakıp sırıtıyordum. Çaycının masaya dört bardak getirmesiyle irkildim, şizofren değildim büyük ihtimal. Çayımdan bir yudum aldıktan sonra bu gizemli adamların ne ayak olduğunu öğrenmek için ilk adımı attım.

“Sizi tanıyor muyum” selamsız sabahsız direkt mevzuya dalmam doğal olarak garipsendi, “Sanmıyorum adamım” dedi ince sesli olan. “Ya kusura bakmayın, hepinizin sesi o kadar tanıdık geliyor ki bana, kulaklarımı şekillendirmiş seslere sahipsiniz sanki”. Üçü de güldü, sanki daha önce başlarına gelmiş bir vakaymış gibi bir halleri vardı. “Biz dublaj sanatçısıyız” dedi içlerinde en normal olanı. Bu herşeyi açıklıyordu, DivX öncesi mahkum olduğumuz seslerdi onlar. “Ben Melih, Mel Gibson’ı seslendiriyorum”, “Erdi ben, genelde zencileri veriyorlar bana”,”Benim adım da Hamza, kalabalık seslendirmelerini yapıyorum”.

Bugüne kadar milyonlarca kez yapılmış bir geyiğin baş sorumlularıyla aynı masadaydım, o kadar çok soru vardı ki onlara sormak istediğim. “İşlerimize son verildi, artık kimse VCD almıyor, kanallar ise bütün bütçelerini dizilere ayırmış durumda” demeleri soru-cevap bölümünü ileri bir tarihe ertelememe sebep oldu. Erdi “O hergele patron yüzünden hepsi” dedi, “Abi hergele ne demek İngilizce” diye sordum “Motherfucker” dedi.

Konuşmanın ilerleyen safhalarında masayı iyice melankolik bir hava sarmıştı. Yıllardır bizi güldüren insanların düştüğü bu hali gördükçe yüreğim parçalanıyordu. Hayatları boyunca seslendirme hariç hiçbir iş yapmadıkları için işe başvurdukları bütün yerlerden “Biz deneyimli eleman arıyoruz” mazeretiyle reddedilmişlerdi. Emeğe saygı sadece bir forum özdeyişinden ibaretti bu ülkede...

“Haydi gelin bize gidiyoruz” dedim, o yokuşu çıkarken bol küfür yedim dublaj takımından, ama dikkatimi çeken birşey vardı, küfür dağarcıkları “lanet olsun”, “pislik”, “becermek”, “kahretsin”, “kıç tekmelemek”ten ibaretti. Eve dönmemize az kala “Yokuş da ebemi sikti” dedim, melum melum baktılar. “At yarrağı gibi uzun” dedim, yine baktılar. Az önce dediklerimi anlayıp anlamadıklarını sordum, mırın kırın edip anladıklarını söylediler ama inanmadım, açıklamalarını istedim mal gibi kaldılar. 40 yaşına gelmiş Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı üç erkeğin küfürlerimizi bilmemesi bende şok etkisi yarattı. “Abi nasıl olur ya, siz hiç mahallede gol atan kale oynamadınız mı, lisede am-göt geyiği yapmadınız mı, nasıl bu kadar kopuk olabiliyorsunuz dilimizden” diye sordum, aldığım cevap ise bir insanlık dramının tasviriydi. Ailelerinin kendilerini cami avlusunda bıraktığını, bir takım insanların onlara sahip çıkıp özel bir yurda yerleştirdiğini, orada çocuk yaştan itibaren dublaj eğitimi aldıklarını, hergün onlarca film çevirdiklerini, işten atılana kadar hiç dışarıya çıkmadıklarını küfürsüz ama yürek parçalayan bir uslupla dile getirdiler. İnsanlıktan bir kez daha tiksindim, bir insan nasıl kendi kanından canından birine bunu yapabilirdi. Robotlaştırılmışlardı resmen,bu yaşlarına kadar “Sen benim devamlı arkadaşımsın” esprisi yapmamış, yüzlerce Namık Kemal fıkramızdan mahrum kalmış, daha da önemlisi hiçbir zaman “Sikeyim böyle aşkın ızdırabını” diye bağırmamışlardı. Derinden içerlendim sevgili okurlar bu vahim duruma, duyarlı bir insan olarak harekete geçmem şarttı. Eğer hayat “Arena” ise ben de Uğur Dündar’dım

Eve varınca ilk iş Youtube’u açmak oldu, adamlar şaşırdı “Aaaa nasıl açtın Youtube’u, biz ktunnel kullanıyoruz” dediler, “Merak etmeyin” dedim “Benden daha çok şey öğreneceksiniz”. Bir klasik olan Çorumlu Shrek Şakir’i izlettim, gülümsemediler bile, ardından canlı yayın kazalarına geçtim, “Ebenin Amı Ali Sami”den girdim “Amına Koyayım Arslan Abi”den çıktım, tık yoktu adamlarda. Temel eksikliği yaşadıklarına kanaat getirip, herşeyi en baştan almaya, küfürleri tek tek öğretmeye karar verdim.

“Ali, Kaya’nın amına kodu”, “Yarrağımı ye Serkan”, “Top Kamil” bunlar okuma fişlerimden bazı örnekler. Yapılan araştırmalara göre dil öğrenebilme yeteneği yaşla ters orantılıdır, büyüdükçe bir insanın yeni bir dil konuşabilmesi zorlaşır. İşte bu sebepten dolayı yoğun çabalarıma rağmen öğrencilerim en basit küfürleri bile öğrenemiyor, 24 Kasım’da yanıma gelip “Kadın erkek farketmez Bengisu Hoca affetmez” diyerek bana duygusal dakikalar yaşatamıyordu. Dersle olacak iş değildi bu, bir dili öğrenmek için konuşulduğu yere gitmek gerekir tezine güvenerek öğrencilerimi Rizeliler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’ne maç izlemeye götürdüm. Çok olaylı bir 90 dakika olmasına, hakemin eyyamcı kararları maça damga vurmasına, kahve halkının son derece orijinal küfürler etmesine rağmen bizim molozlar hala bir sikim öğrenememişlerdi. Maç çıkışı eve giderken Erdi yanıma gelip “Hocam, ibne ne demek” diye sordu, “Şimdi anana küfrederdim, ama ondan da anlamazsın sen” dedim.

Başka bir yol bulmam gerekiyordu, bu kapalı beyinleri samimiyetin sınır tanımadığı, seviyesizliğin cirit attığı, abazalığın zorunlu olduğu, damlı girilemeyen, herhangi bir dişi yaşam formunun yanına bir kilometreden fazla yaklaşmayacağı bir yere götürmeliydim. Bu normları karşılayan yegane mekan ise teknik üniversitelerimizin öğrenci yurtlarıydı. Bağlantılarımı kullanarak misafir öğrenci olarak soktum içeri bizimkileri, “Artık tek başınasınız” dedim, “Yüzümü kara çıkarmayın”.

İki gün geçtikten sonra kapım çaldı, gelen öğrencilerimdi. Hepsinin yüzünde çeşitli yaralar, kollarında ise sigara yanıkları mevcuttu. “Kim yaptı lan bunu evlatlarıma” diyerek mesleğimin hakkını veren bir serzenişte bulundum. Yurt ortamına bir türlü ayak uyduramadıklarını, kimsenin dediklerinden birşey anlamadıklarını, en sonunda batak oynamayı bilmedikleri için hırpalandıklarını söylediler. Eğitim gerçekten de zor bir müesseseymiş bunu anladım, adamları evime alıp yanımda güvende olduklarını, kıllarına bile zarar gelmeyeceğini söyledim. Sevgi yumağı oluşturduk, bakkala inip dört tane ekmek arası yaptırdım, afiyetle yedik.

Birkaç hafta sonra ilk günkü arzumdan eser kalmamıştı, ne kadar usta bir küfürbaz olursam olayım elimdeki malzeme kötüydü, hatta dünyanın en rezil malzemesine sahiptim. Artık ders bile yapmıyor, “Herkes kitap okusun” diyip sınıf defterine “Bayramlarımızın değeri ve önemi işlendi” yazıyordum. Yetkililere başvurmayı düşündüm ama kime anlatabilecektim ki derdimi, sistemin ta kendisiydi onları bu hale getiren, kendi başıma halletmem gereken bir işe girmiştim. Bilgisayarın başında yazı yazarken kafamı boşaltmak için ara verdim. Salona gittiğimde ise talebelerimi televizyonda “Komşu Kızı” isimli güzide filmi izlerken yakaladım. Elisha Cuthbert ilk göz ağrımdır, eski duygularım hafiften depreşti, güzelliği karşısında eridim fakat o Ertuğrul Sağlam kılıklı çocuğu görünce bütün enerjim negatife döndü, hışımla kumandayı Melih’in elinden alıp Telegol’ü açtım. Dublajlı filmlerin kendileri için son derece zararlı olduğuna, kelime dağarcıklarını daralttıklarına, öğrenmelerini engellediğine dair bir nutuk attım akabinde. Yalan söylüyordum, onlardan umudu keseli uzun zaman geçmişti.

Hamza adından beklenmeyecek bir çeviklikle kumandayı kapıp Komşu Kızı’nı yeniden açtı. Elisha’ya son kez bakıp televizyonu üzerindeki düğmeden kapadım. “Bir hafta boyunca televizyon yasak” dedim; Melih ağlamaya, Erdi lanet okumaya, Hamza ise tek kişilik uğultu çıkarmaya başladı. Bağırdım, susmalarını söyledim beni dinlemediler, sınıfa kaos hakimdi. Otoriteyi yeniden kazanma çabalarım sonuçsuz kalıyordu, dayanamayıp iki saattir beynimi siken Hamza’ya tokat attım.

Son derece klişeleşmiş bu sahnede Hamza’nın rolünü çalıp koşar adımlarla odayı terkettim. Hızımı alamayıp terasa kadar koşmuşum, telaşlanan öğrencilerim beni yalnız bırakmadı. “İyi misiniz öğretmenim?” diye sordu Melih, “İyi gibi mi duruyorum!” diye kükredim. Öğrencilerim korkuyordu, onların gözünde artık bir öğretmen değil müdür yardımcısıydım. Aramızdaki rütbe farkından güç alarak söze girdim:

-Siz nasıl anlarsınız benim sıkıntımı? Yapay bir dünyada büyümüşsünüz, ama üzülmeyin size bütün doğruları tek tek anlatacağım. Sık sık çevirisini yaptığınız romantik-komedi filmleri var ya, bugüne kadar gördüğüm en büyük yalandır onlar. Güzel, akıllı, iyi, kısacası aşık olunası bir kız ile sıradan bir erkek oynar başrollerde. Erkeğe baktığında senin benim gibi adamdır, hadi bizden daha yakışıklıdır ama yine de senin benim gibidir huyu suyu. Nolur romantik-komedilerde? Senin benim gibi adamlar hep o kızı tavlar. Peki gerçek hayatta nolur, senin beni gibi adamlar hep sikini avuçlar! Bir gençlik filminde başroldeki kız futbol takımı kaptanı yerine garip çocuğa gitmesin be kardeşim, en azından bir filmde gerçekleri işleyin. Bir filmde göreyim lan piyasa değeri yüksek kız taşşaklı erkeği tercih etsin, aşık ama cibilyetsiz çocuğa “Seni arkadaşım olarak görüyorum” desin lan, bir filmde amına koyayım bir filmde. Benimle yaşıt kızlar 25 yaş ve üstü adamlara varıyor, adam lan, işi var arabası falan var. Ben henüz 19 yaşındayım, napayım gidip ilkokul son sınıftan kız mı ayarlayayım kendime!

Dizlerimin üstüne çöktüm, ellerimi açtım, kollarımı mehtaba doğru kaldırıp “Ben sübyancı değilim ulan” diye haykırdım.Yine konuyu dönüp dolaştırıp aynı yere getirmiştim, genelde bunun sonucu karşımdakilerin beni küçük görmesiydi. Ben aşık olunabilecek kız bulmanın çok zor olduğunu, onu bulduğunda ise az önce tasvir ettiğim adamlara baktığını, bu yüzden gönül adamlarının hayal kırıntılarıyla karnını doyurmaya çalıştığını anlatmaya çalışırken insanlardan bunalım damgası yiyor, hepsinin benim suçum olduğunu, sorunlu adamı kimsenin sevmeyeceğini, doğru kızın karşıma çıkacağını milyonuncu kez yeniden duyuyordum. Birgün bütün bu laflarımı götüme sokacak, aramızda bir ağaç kafalarımızı karşılıklı sağa sola çıkartıp, çimenlerde yuvarlanacağım bir kız bulacağımı ben de biliyordum ama o kızın samanlıkta iğne olması, etkilenilcek vasıftaki kızların paradan, güçten ve sosyal statüden etkilenmesi, normal şartlarda hoşlandığım bir kızın hayatında en fazla yarabandı görevi üstlenebilen erkek olabilirken romantik komedilerin benimle alay edercesine yapaylığı ister istemez sinirimi bozuyordu. Sırtıma kibir taşlarının fırlatılmasını beklerken sıcacık bir el değdi omzuma.

“Seversen sikilirsin, sikersen sevilirsin” dedi Melih. Ne kadar duygulandım anlatamam, ardından Erdi'nin “Kız olsam verirdim hocam” demesiyle iyice mutlu oldum. Öğrencilerime sarıldım, Hamza “Ooooo sikici Bengi oooooooo” diye tezahürat başlattı, hep bir ağızdan devam ettirdik. Sağ gözümden bir damla gözyaşı aktı, en son ne zaman ağladığımı hatırlamıyor, gözyaşı bezlerim küflenmiş sanıyordum. Küflenmemiş olsalar bile uzun süredir çalışmadıkları için çişim geldi, tuvalete gidip gözyaşlarımın geri kalanını sidikle karışık dışarı attım. Tam tuvaletten çıkarken aynaya baktım, tipsiz ama gururlu bir adam vardı karşımda. Bu bana yeter de artar bile diye düşündüm. Öğrencilerimin yanına gidip “Şimdi sıra ikinci derste” dedim, ikinci dersin ne olduğunu sordular, “Playstation’a gidiyoruz".

16 Mart 2009 Pazartesi

Şu Bina Var Ya...

Eve dönüş yolundayım, son vasıta Üsküdar’dan bineceğim otobüs. 15M sırasına girdim, önümdeki kalabalığı şöyle göz ucuyla saydım. Tam olarak sayısal değerini bilmesem de birkaç kişilik boş koltuk kalabilir bindiğimde diye düşündüm. Otobüsün kapısı açıldı, insanlar tek tek içeri girmeye başladı. Sıra bana geldiğinde ise bütün koltuklar dolmuştu, ayaktaki tek kişi bendim ama arkamda azımsanmayacak sayıda yolcu bekliyordu. Kısmet değilmiş diye kendimi en arkaya attım. Belediye otobüsü gerçeğinden haberdar olmayan okurlarım için bir tavsiye, eğer İstanbul'da herhangi bir toplu taşıma aracına binerseniz mümkün olduğu kadar geriye gidin. Çünkü taşıt yolcu aldıkça hiç kesilmeyen bir “Arka tarafa ilerleyelim” sirkülasyonu başlar ve bu Kavimler Göçü’nden nasibinizi alırsınız.

Sırtımı arka cama dayayıp etrafı gözlemlemeye başladım. Bindiğim otobüsün istikameti Üsküdar – Yeni Cami, yer isimlerinden tahmin edebileceğiniz üzere sadece teyzeler ve önümüzdeki 20 yılın teyze adayı kızlar bulunuyor. Herhangi bir objeye odaklanmadan etrafımdakilere bakıyordum belki ilginç bir badireye tanıklık ederim, komik bir olay olur diye; kısacası yazacak ya da anlatacak materyal peşindeydim. Telefonda yüksek sesle konuşanlar ya da habire tespihini düşürenler sıradan hale gelmişti, farklı bir manzara arıyordum. Duraktaki yolcular bitmiş, otobüsün kalkmasına saniyeler kalmıştı ama standart Kavacık insanları mevcuttu sadece. “Ne biçim kültür şehri lan bu” diye içimden geçirirken onları gördüm.

Üç tane dayı denilmeyecek kadar genç ama delikanlı denilmeyecek kadar yaşlı erkek birbirlerine el kol hareketi yapıyorlardı. İçlerinden şişman olanı heyecan içinde birşeyler anlatmaya çalışıyor, diğerleri ise pek de takmayan bir tavır takınıyorlardı. Şişman, arkadaşlarının kolundan çekiyor, dışarıya doğru parmağını uzatıp bir şey gösteriyordu. Diğer adamların bu umursamaz tavrına kıl oldum, o şişman adamın içinde kim bilir ne fırtınalar kopuyordu ama arkadaş dedikleri ise onun hayallerini, arzularını, heyacanını hiçe sayıyordu. Bu hadiseyi izlerken insanoğlunun ne kadar puşt bir canlı olduğunu, ucuz LCD televizyon için birbirlerini ezerken dostunun haykırışları karşısında nötr kalmasını, sırf LCD’lerden daha kalınız diye lafımızın dinlenmediğini, adam yerine konmadığımızı düşündüm. Adamın yanına gidip derdini dinlemek, daha sonra kendisini kötü hissetmesin diye kendi çektiğim çileleri esprili bir dille anlatmak istedim. Kulaklıklarımı çıkartıp yanlarına yaklaştığımda ise hiç konuşmadıklarını, bunun yerine birbirlerine çeşitli işaretler yapıp öyle iletişim kurduklarını anladım, dilsizlerdi.

Şişman adamın muhabbet döndürme çabalarının başarısızlıkla sonuçlanması, diğer ikisi kendi arasında iletişim kurarken şişmanın konuyu değiştirip kendisi de araya katabilmek için sürekli biryere parmağını uzatıp bakmalarını istemesi, otobüste herkes kendi halinde takılırken bu üçünün sürekli birşeyler yapması vs. Onların elinde cep telefonları yoktu, hatta önlerindeki insana bile dertlerini anlatma şansları çok düşüktü ama buna rağmen hayat doluydular. Ampute futbol müsabakası izler gibi etkilenmiştim, takdire şayan cesaretleri, klişeleri reddeten hareketleri, çıkmamasına rağmen kulağımı okşayan sesleri beni benden almıştı.

Yolu yarılarken muhabbet iyice koyulaşmış, kollar yorgunluktan titremeye, el hareketleri ise bozulmaya başlamıştı. Önlerindeki hayattan bezmiş, bitse de gitsek havasındaki dayı arkasına “Bi susun lan” der gibi baktı. Dayıyı oracıkta dövesim geldi, ama kıraathane müşterisi olabileceği bu yüzden yüzlerce insanın okey masasından kalkıp ıstakalarla kafamı yarma ihtimalini aklımdan geçirip “Kayıtsız kalmak en büyük saygısızlıktır aslında” dedim ve bu hoş anıyı kötü bir sonla bitirmemeye karar verdim.

Eve ulaşmama birkaç durak kalmışken şişman adam “Şu bina var ya” dercesine Aras Holding’in büyük binasını gösterdi ve sanırım arkadaşları “Götüne girsin” anlamına gelen bir hareket yaptılar ki yıkıldı adamcağız. Arkadaşları ise koptu, şişman adam her arkadaş grubunda olması gereken “taşşakoğlanı” idi. İki durak sonra istemeyerek de olsa bu gönül otobüsünden inip evime gittim.

Aynı günün akşamı Oğuz ile Taksim’e çıkacaktık, saat beş sularında bütün buluşmaların başlangıç noktası olan Taksim metro çıkışına ulaştım. Mesaj attı “Abi trafiğe takıldım biraz geç geleceğim” diye, ben de sağlık olsun mahiyetinde birşey yazdım. Tam da okul çıkışı vaktine denk geldiği için etraf liseli genç kaynıyordu. Oldum olası lise kıyafetinden tiksinmişimdir, okuldan çıkınca ilk iş eve gider, üstümü değiştirir akabinde halletmem gereken birşey varsa oraya giderdim. Zaten kendiliğinden itici olan kıyafet bir de millet gömleği dışarı çıkarınca, kravatı tasma gibi takınca iyice iğrenç bir hal alıyor, ama gençlerimiz bu konuda benimle fikir ayrılığına düşüyor olsa gerek hepsi okul kıyafetiyle az önce belirttiğim durumda geziyordu. Oğuz’un “biraz geç”ten kastı 1 saat 20 dakika olduğu için hapis kalmıştım metro çıkışında. Etrafımda bekleyen herkes sevgilileri ya da arkadaşlarıyla buluşuyor, ben ise “Yan masa benden sonra sipariş verdi ama onun yemeğini önce getirdiniz” hassasiyetiyle Oğuz’a ve İstanbul trafiğine küfürler saydırıyordum. Belirli bir süre daha geçtikten sonra yanımda bıyıklı, belli ki “Liselim MODU”na girmiş amcalar belirdi, şahin bakışlarıyla körpe kızlarımızı kesmeye başladı. “Bu ne iğrenç bir manzaradır, sırf ibret olsun diye Cengiz Kurtoğlu’nu öldürmek gerekiyor” diye içimden geçirirken o karede benim de olduğumun farkına vardım. O dayılara bakıp da iğrenen herkes yanlarında bulunan beni suç ortağı sanacak, aynı gözle bakacaktı. Kendimi uzaklaştırmaya çalıştım fakat dergi satanlar dört bir yanımı köpekbalıkları gibi sarmıştı. O insanlıktan çıkmış amcalar beni dakikalardır dergicilerden koruyordu, ama bunun bedeli de imajımın derinden sarsılmasıydı. Tam balon balığı gibi şişip etrafımdaki zehirleyecekken Oğuz gelip kurtardı beni bu korku dolu ortamdan.

Birşeyler atıştırdıktan sonra reklam olmaması amacıyla ismini belirtmeyeceğim bir bara gittik. Sanırım barlar için bir yasa var “İnsanların kendi aralarında sağlıklı iletişim kurmasını engelleyecek seviyede müzik çalınmalıdır” diye, Oğuz ile iki çift laf edemedim. Sohbet dönmeyince insanların neden barlara geldiğini, para vererek bu işkenceyi çektiğini düşündüm. Etrafa biraz baktıktan sonra sağlam bir çözümleme getirdim bu soruna. Bara gelen insanlar zaten konuşmak istemiyor ki, alkolle yapacakları şeylerin bahanesini hazırlayıp, kelimelerin bittiği yere gidiyorlar. Birisi çıkıp “Hoop bilader halka açık bir yer burası, ayıp bu yaptığın” dese müzikten dolayı sesini duyuramayacak, hadi birkaç ses telini kopartıp birşeyler söyleyebildi diyelim” Ya pardon baba ya biraz fazla kaçırmışız” diye savunmaya geçecek gençlerimiz. Herkesin yediği bok kendine sevgili okurlar, gidip de elaleme hop, yavaş, alo diyecek halim yok ama Oğuz ile kelimelerin bittiği yere gitmemi beklemesin kimse benden.

İyice sıkılmaya başladık, ben de şansımı deneyip Oğuz’u beklerken yaşadığım ızdırabı anlatayım, gülelim, eğlenelim istedim. “Abi seni beklerken” dedim, Oğuz sağ işaret parmağıyla kulağını gösterip ağzını hareket ettirdi. Acaba birşey söyledi mi yoksa sadece dudaklarını mı oynattı çözemedim ama verdiği mesajı aldım. Bu bir savaştı, hoparlörler kaç Watt olursa olsun onlardan yüksek çıkartacaktım sesimi! “Metro girişinin orada” dedim, o sırada içkisini diktiği için dudaklarımı okuma şansı da olmadı. Sinirlerim gerildi iyice, derin bir nefes alıp “Seni beklerken sübyancılarla takıldım” diye bağırdım. Tam cümlenin yarısında şarkı bitti ve “Sübyancılarla takıldım” çığlığı ile yankılandı bütün bar. Bunun üzerine tek kelime bile etmeden hesabı ödeyip mekandan ayrıldık.

İstiklal’e çıktığımızda ise ses tellerimi fazla zorladığım için konuşamıyordum. Ağzımdan çıkan her hece adeta bir hançer gibi boğazıma saplanıyor, az önceki hareketimin açıklamasını yapmak istiyor ama bedenim bana ihanet ediyordu. Konuşamamam derin düşüncelere dalmama sebebiyet verdi. Konuşmuyorduk, hayır o an Oğuz ile konuşmadığımdan bahsetmiyorum çok daha geniş bir açıdan bakın. Sanki marifetmiş gibi herkes "ağır adam"ı oynuyor, yaptığımız espriler, açmaya çalıştığımız konular hep karşılıksız kalıyor, eğlenmek için bile birbirimizi duymamayı, alkole güvenip onun yapacağı kafayla günümüzü gün etmeyi umuyoruz. Otobüste gördüğüm adamlar dilsiz olmalarına rağmen geyiğin kralını çevirirken biz "Aman arkamdan cıvık demesinler, sessiz ama derin bir imaj çizeyim, ben pencereden dışarı bakarken insanlar birşeyler düşündüğümü, hayatı sorguladığımı, artık herşeyi aştığımı ondan hiç ağzımı açmaya tenezzül etmediğimi sansın" diye kelimeleri terkediyoruz. O an hayatın tadını çıkarmaya, güzellikleri arkadaşlarımla paylaşmaya, gülebilmek için güldürmeye, mutlu olabilmek için mutlu etmeye karar verdim. Tam da o sırada Rüya Sineması’nın önünden geçiyorduk, espri olsun diye parmağımla gösterdim, ardından “Götüne girsin” hareketi yaptım. Sessizce gülerken iki kızın bana pis pis baktığını farkettim. Oğuz “Abi bu Hazal bu da Zeynep” dedi, hem ses tellerim hem de karizmam çizildiğinden hafif bir kafa hareketiyle selam verebildim sadece.

6 Mart 2009 Cuma

Mutluluğun Anahtarı Küçük Aktarmalar

Sevgili okurlar, şöyle blogumun sağ üst köşesine bir baktım da, tamı tamına 27 yazı yazmışım bugüne kadar. Gaza geldim, “Ulan ben blogtaki toplam kelime sayısını hesaplayıp bu yazıya koyarım” dedim, aldım elime hesap makinesini kağıdı kalemi hazırladım, tek tek bütün yazıları Word ile açıp kaç kelime olduklarını not ettim. Sıra toplama işlemine geldi, ama vergi iadesi formu doldurur gibi her defasında en son hangi sayıda olduğumu kaçırdım, baştan ala ala akşam oldu. Güneş mesaisini bitirdiği için hesap makinem de kapandı. Buraya 33482 gibi sallama bir değer koymayı düşündüm ama yapamadım. Zaten beni adam yerine koyup lafımı dinleyen 5-10 kişi var dünyada, onlara da yalan söylemek istemedim.

O 27 yazıdır sizden sakladığım bir sır var, aslında saklamaktan ziyade dillendirmediğim bir şey. Yapımdan dolayı sevgimi dışavuramıyorum pek, mesela ananemle yaşıyorum çocukluğumdan beri bir kere de yanına gidip sarılmışlığım, güzel bir laf etmişliğim yoktur. Bunun sebebi benim hayvanoğlu hayvan birisi olmam değil, aksine söz konusu ananem olunca akan sular durur, fakat iyi duygularıma tercüman olamıyorum sevgili okurlar. Beni düzenli takip edenleriniz hatırlar, bir zamanlar delicesine aşık olduğum kızı “dört dörtlük santrafor” olarak niteleyen biriyim ben. Şimdi ananemin yanına gidip “Anane şu yaşına geldin hala bütün ev işlerini yapıyorsun, ben senin kadar kolektif bir insan daha görmedim hayatımda, Mehmet Aurelio bir sen ikisin” desem yaşlı kadıncağız ne diyor bu çocuk diye bütün gün düşünmez mi? İşte bu yüzden ananeme sevgi gösterisinde bulunamıyorum, “Anane yüreği bu, içten içe sevdiğimi anlıyordur” diye avutuyorum kendimi.

Az çok derdimi tasamı anlattığım, sizlerin yüzünde ufacık da olsa bir gülümseme bırakabilmek için kendimi elaleme rezil ettiğim, ne kadar denyo bir adam olduğumu yazıya döküp ölümsüzleştirdiğim bu siteyi takip eden sevgili okurlar, ben sizi çok seviyorum. Bu sözcük öbeğini tuvalet kağıdı gibi pervasızca kullanmam ben; hayatımda birkaç kez söylemişliğim vardır, hepsi de yeri geldiğinde, mutluluktan atmosferin dışına çıktığımda söylenmiştir. Merak etmeyin, size evlenme teklif etmeyeceğim, her ne kadar göz ardı edilmeyecek sayıda bayan okurum olsa da telefon numaralarını istemeyeceğim. Okurlarla ilişkimi profesyonellik ve samimiyet arasındaki ince çizgide tutmaya çalışıyorum.

Arkadaşım diye MSN listemde tuttuğum adamlar “Kanka çok uzun ya sonra bakiyim” diyip beni başlarından savmaya çalışırken, siz ki bazılarınız beni tanıyor bazıları tanımıyor, kafa yorup yazdıklarımı okuyor, bir de üstüne yorum yapıyorsunuz. Sanırım Türk insanının DNA’sında olan birşey bu, 3-4 sayfalık bir yazı gördü mü çok uzun geliyor. Ulan 10-15 dakika bile sürmez okuman ama Facebook’taki fotograf yorumları haricinde bi bok okumayan bir millet olduğumuz için son derece normal uzunluktaki yazılar okunmaya başlanmıyor bile. Sikiyim böyle huyu.

Ben burada taşaklarım büyüsün diye yazmıyorum sevgili okurlar, her ne kadar vatandaşlarımızın büyük bir çoğunluğuna göre gülünç gelse de ben yazar olmak istiyorum. Hayallerimi kovalarken sizlerin varlığı gerçekten de çok yardımcı oluyor bana, bazılarınıza göre soğuk bir tarzım olabilir çünkü yazılarımda “öptüm hadi byeeeee”, “ehehehe” ya da “:)” kullanmıyorum, attığınız bütün yorumlara samimiyetle cevap vermiyorum ama inanın sevgili okurlar sarfettiğiniz her saniyenin benim için değeri paha biçilemez. Çoğu insan keyif için blog tutar,içindekileri dökmek, birşeyler üretmek için ki zaten blogun temel işlevi budur, ama benim için bundan çok daha fazlasıdır. Düşünüyorum da internet olmasaydı yazar olmazdım belki de, çevremdeki insanların isteksizliği yıldırırdı beni, bugünlere gelemezdim.

Yazabilmek için gözlemlemek, sinir olmak, tecrübe edinmek kısacası yaşamak gerek, özellikle benim gibi gözlem mizahı yapmak istiyorsanız. İstesem kendimle tamamen alakasız öyküler yazabilir, hiç yaşanmamış şeyleri sanki daha dün olmuş gibi anlatabilirim ama ben o tarz bir yazar değilim. Bu sitede okuduğunuz bütün yazılar başımdan geçen olaylardan baz alınarak yazılmıştır, bazıları yüzde yüz doğrudur, bazıları çarptılırılmış, bazıları ise abartılmıştır ama azıcık ucundan bile olsa hayatımdan kopmuştur hepsi. Eğer yazar olarak bir yerlere gelmek istiyorsam, dolu dolu yaşamam gerekiyor, işte bu yüzden sevgili okurlar kendim, kariyerim ve en önemlisi sizler için çok radikal bir karar aldım.

Artık okuldan kopma noktasına gelmiştim, evden çıkmadan önce okulun internet sitesine girip hangi yemeklerin olduğuna bakıyor, eğer hoşuma giden birşeyler varsa ancak o zaman evden çıkıyordum. Evden de okula gitmem minimum bir saat onbeş dakika dakika sürüyor, bazılarınız “Oha o kadar yol gidilir mi bir yemek için” diye sorabilir, eğer o yemek dört çeşitse, sınırsız su-ekmek varsa ve üstüne üstlük fiyatı 75 kuruş ise gidilir sevgili okurlar. Hatta hızını alamayan okurlar “Peki yolda harcadığın süreye yazık değil mi” diyebilir, şahsen ben bu yazıyı dışarıdan okuyor olsam derdim, onlara tek kelimeyle cevap veririm “Akbil”

İstanbul’da oturmayanlar için hiçbir şey ifade etmeyen bu olgu benim için bir cennetten düşmüş bir avuç toprak adeta. Akbil’i şöyle özetleyebiliriz, toplu taşıma araçlarında geçen bir çeşit paso, ama aslında ondan çok daha fazlası. Akbil otobüs, tramvay, vapur hepsinde geçiyor; en önemli özelliği ise “aktarma” adını verdiğimiz müthiş olay. Şimdi ben okula giderken ilk otobüse biniyorum ve normalde 1,30 ytl olan otobüs bileti yerine 85 kuruş basıyorum Akbil’den, bundan sonraki iki saat boyunca kullanacağım beş vasıtada ise sadece 21 kuruş ödüyorum, evet yanlış okumadınız yirmibir kuruş. Siz hiç 21 kuruşa vapura binmenin tadını bilir misiniz sevgili okurlar, içinizdeki o huzur, hayatınızı çekilmez hale getiren sisteme bu sefer kazığı sizin atmanız ve en önemlisi ise 21 kuruş karşılığında bir toplu taşıma aracından faydalanmanın verdiği haz. Yaşamanız lazım bunu, ne kadar anlatsam boş...

Yani okula sadece aktarma ve yemekhaneden faydalanmak için gidiyordum. Geçirdiğim bir buçuk yıl içerisinde ne adam gibi birşeyler öğrenebileceğimi ne de doğru dürüst bir arkadaş ortamı kuramayacağımı acı da olsa anlamıştım en sonunda. Benim yazarlık kariyerimin önünde kocaman bir engeldi okul kısacası, gün geçtikçe daha da tiksiniyordum o müesseseden. Sonra finaller başladı, millette bir panik havası, bir heyecan. MSN’de sınavlarla alakalı iletileri, ardı ardası kesilmeyen birlikte ders çalışma teklifleri, sürekli gelen sınav tarihi ve yeri hakkındaki sorular. Normal olan onlardı, ben ise içimde hiçbir istek kalmamış, sadece ucuz yemek ve ulaşım için okulu kullanan başıboş bir öğrenciye dönüşmüştüm.

İnkilap Tarihi sınavındayız, sınav kağıtları dağıtıldı çıkan bir soru aynen şöyleydi:

Sakarya Meydan Muhaberesi'nin başlangıç tarihi aşağıdakilerden hangisinde doğru verilmiştir?

A) 23 Ağustos 1921
B) 21 Ağustos 1921
C) 27 Ağustos 1921
D) 30 Temmuz 1921
E) 3 Eylül 1921

Şu sorunun şıklarını görür görmez beynime kan sıçradı. Eğer sınavın geri kalanına kafa yorarsam inkilaptan, cumhuriyetten hatta insanlıktan soğuyacaktım, “Utanmasa saatini de soracak orospu karı” diye bağırıp (içimden tabi) sınavı daha iki dakika dolmadan terkettim. Finalden finale sınavlara girmekten başka bir boka yaramayan sınav görevlisi “Çok erken çıkamazsın” dedi ama böylesine gereksiz bir mesleği icra eden kadını dinlemedim çıktım dışarı.

Bizim sınıf 150 kişi bu yüzden sınavlarda ikiye bölüyorlar, önce okul numarası tek olanlar sonra da çift olanlar giriyor. Ben dışarı çıkar çıkmaz etrafımı büyük çoğunluğu kız yaklaşık elli kişi sardı. Böyle esmer, acayip cırtlak, Sabah Sabah Seda Sayan stüdyosundan fırlamış gibi hareket eden bir kız boğazıma yapışıp “Neeaaa sorduuuu söyleee neeeaaaaa ççiiiiııııkkkttttııı” dedi. Sonra o kızın arkasından Elif çıktı, Elif aynı mahallede oturduğum, ara sıra otobüste karşılaştığım bir kızdı. Aramızdakiler sadece “muhabbetimiz var” diyerek özetleyebilirim iyi kızdır ama hakkını yemiyeyim, o da az önce haykıran kızdan farksız tepkiler vermeye başladı. Çevremdeki et ve kemik yığınlarından dolayı nefes alamaz noktaya gelmiş, sınavdan çok erken çıktığım için aklımda kalan iki-üç soruyu da unutmuştum heyecandan. “Tuvalete gitmem lazım” diyip kabalığı yararak güvenli bölgeye attım kendimi, esmer kız benimle birlikte tuvalete girmeye yeltendi ama son anda Elif kolundan çekerek zapt etti arkadaşını.

Aynaya bakıp derin düşüncelere daldım, benim ne işim vardı bu insanlar arasında. Lise yıllarında hayalini kurduğum üniversite ortamı bu muydu yani, liseden hiçbir farkı yoktu kapısına kodumunun okulunun, öğrenciler ise lisedekinden beterdi. Tam tuvaletten çıkıp kalabalığın arasına karışacakken iki saat önce kütüphanede fütursuzca kestiğim kızı gördüm, tuvalette değil elbette dışarıda bekliyordu. Sınav öncesi masadaki herkes kendini ezbere vermişken ben ise bir serseri mayın edasıyla etrafı izliyor, zaman zaman da “TBMM’nin kuruluşu 23 Nisan 1920” diyerek masadakilerle engin tarih birikimimi paylaşıyordum. Kız kesme alışkanlığı hiç olmayan bir adamımdır, ama yapacak başka birşey olmadığı için ister istemez gözüm etraftaki kızlara kayıyordu. Kestiğim kız ise son derece sıradan, şu anda en ufak bir özelliğini bile hatırlamadığım, büyük ihtimalle hayatında ilk defa kesilmiş biriydi. Güzel kızlara bakamıyordum artık, insanın gönlünü hoş eden herhangi bir kareyle karşılaştığım an aklıma Mehtap geliyor, Mehtap’ın da o anda beni düşünme ihtimalinin Var Mısın Yok Musun’da 500.000 YTL kazanma ihtimaliyle eşdeğer olduğu fikri içimi kemiriyor, bu dalışlar ise “Amına koyayım 20 yaşıma geldim neredeyse hala beni reddeden kızları düşünüyorum, ne ezik adamım lan ben” diye ruhumda fırtınalar kopartıyor, sonra da “Olm zaten Mehtap senin için fazla güzeldi lan, rekabetin olduğu yerden sana ekmek çıkmaz. Bak şu kıza hiçbir çekici yanı yok tam senin kalemin kesmeye devam” diyip aynı kıza bakmaya devam ediyordum. Kız da ders çalıştığı için kafasını hiç kaldırmıyordu, ben ise rahat rahat kesiyordum kızı.

Kalabalık amfi kapısının önünde beklediği için tuvaletten çıktığımda etrafta pek kimse yoktu, kütüphanede dikizlediğim kız yanıma gelip son derece hanım hanımcık bir tavırla “Sınavda hoca ne sormuştu söyleyebilir misin sakıncası yoksa” dedi. Ben de bari bir insan evladına faydan dokunsun diye sınavda çıkan soruları düşünmeye başladım. “Sakarya Meydan Muhaberesi” diyemeden az önceki lüzumsuz kitle yeniden etrafıma üşüştü. Cırtlak kız yine anlamsız sesler çıkarmaya, ağzı yırtılana kadar bağırmaya, omuzlarımdan tutup beni silkelemeye başladı. Kestiğim kız ise kalabalığın arasında kaybolmuş, belki de çok uzaklara gitmişti. Amfinin kapısı açılıp birisi daha çıktı, gereksiz insanlar topluluğu benden bir halt öğrenemeyeceklerini anladıkları için anında satışı koyup onun yanına gittiler. Kütüphanede kestiğim kızı aramaya başladım, yoktu ortalıklarda, onun yerine Mehtap’ı gördüm, her zamanki gibi göz kamaştırıyordu. Bakamadım sevgili okurlar, ona bakarak gelecek sevap haramdı artık bana.

Eve gidince uzun uzun düşündüm ve okula giderek hem zaman hem de beyin kaybı yaptığımı, bu gidişle en fazla sürekli Mehtap hakkında yazacak başarısız bir blog yazarı olacağımı anladım. Benim yeteneklerime, sizlere hatta dünyaya karşı sorumluluklarım vardı, ait olmadığım yerlerde kendimi çüretemezdim, işte bu yüzden sevgili okurlar okulu bıraktım!

Kararım kesindi, ailem başlarda karşı çıksa da saygıyla kabul ettiler. Sonuçta geleceğim söz konusu, arkadaşlarımla uzun uzun tartıştım bu konuyu büyük çoğunluğu yanlış bir karar verdiğimi söylese de İstanbul Üniversitesi aleyhine birkaç saat konuşunca hepsi bana hak verdi, belki de bazıları susmam için hak veriyor gibi yaptı.

Sırada yeni okulu seçmek vardı, düz mantık yazar olduğum için edebiyat okumam gerek ama ben zaten edebiyat okuyordum sevgili okurlar, ve hiçbir artısı olmadı bugüne kadar. Edebiyat bölümünde kitap okuyup tartışma yapılmaz, hangi yazar hangi yılda hangi kitabı hangi akımların etkisinde yazdı onu ezberlersiniz. Eğer bir kitap ya da parça okutulursa da post-modern, sürreal, amdan ve de götten şeyler olur. Hayır, benim iflah olacağım tek bir ortam vardı, o da mühendislik.

Eğitim açısından bakarsanız oldukça saçma bir tercih olduğunu düşünebilirsiniz ama mühendislik sınıflarını bir gözünüzün önüne getirin. Hepsi benim gibi yabani, küfürbaz, abaza fakat romantik adamlar, düşünsenize sabaha kadar yapılan geyiklerden ne malzemeler çıkartacağımı, dinleyeceğim platonik aşk hikayelerinden hangi dersleri alacağımı. Sonra biraz daha düşündüm, hadi çok kastım ÖSS’yi kazandım diyelim birinci sınıftan kalırım ben, yok mühendislikten vazgeçtim bana göre değildi.

Ben okulun birşeyler katmasını; öğretmenlerin, yönetimin ve öğrencilerin bana insan muamelesi yapmasını, derste hocayla sohbet edebilmeyi, düşünmenin yaratıcılığın işime yarayacağı bir bölümde okumak istiyordum. Sanırım bu normları karşılayan tek yer Güzel Sanatlar, ama gelin görün ki sevgili yazarınız çöp adam bile çizmeyi beceremez. İnternette bölümleri araştırırken Sinema ve Televizyon ile karşılaştım, o adı gördüğüm an kalbimde bir kıpırdanma oldu. İlk görüşte aşk derler ben de ilk görüşte tercihimi bulmuştum, güzel sanatlar fakültesine bağlı üstelik.

Bir mutluyum, bir sevinçliyim anlatamam sevgili okurlar, en sonunda gençliğime bir güneş tutulması gibi çöken dil sınıfından uzaklaşacak, hayatımda gün geçtikçe büyüyen karadelik kapanacak, vatana millete hayırlı bir yazar olma yolunda büyük bir adım atacaktım. Danışma amacıyla en yakınımdaki Kültür Dershanesi’ne gittim, dedim böyle böyle ben dil çıkışlıyım Sinema ve Televizyon yazmak istiyorum. “Üzgünüm” diye sözlerine başladı kadın “Eğer bölümünüz haricinde bir tercih yaparsanız ortaöğretim başarı puanınızın yarısı kesiliyor”. Yıkılmıştım, benim diploma notuma göre -47 puan ile girecektim sınava, bütün soruları doğru yaparsam o zaman belki girebilirdim istediğim bölüme. “Bunun başka bir yolu yok mu” diye sordum “Liseyi dışarıdan bitirmek falan gibi”, evet sevgili okurlar görüyorsunuz o kadar kararlıyım ki içinde bulunduğum cehennemden kurtulmaya, liseyi yeniden bitirmeyi bile göz önüne almıştım. “2010’da sistem değişiyor, ortaöğretim başarı puanı eskisi kadar etkili olmayacak artık, o zaman istediğin bölümü yazabilirsin”. Sevgili okurlar, o bayan hocayı dudaklarından öpesim geldi, aramızda cinsel bir çekim olmamıştı ama “Ne güzel dedin, dur öpeyim o dudaklarını” mahiyetinde öpmek istedim. Teşekkür edip evimin yolunu tuttum. Artık 2010 ÖSS’ye hazırlanan bir öğrenci olarak yazıyorum bunları size.

Yalnız bir sorun vardı, 2009 akbilini çıkartmamıştım hala. İETT’ye gittiğimde “Başvurunu internetten yapman gerekiyor” dediler, ben de eve geldim yok Ziraat Bankası’na para yatırmam gerekiyormuş, sonra yazıcıdan çıktı almam lazımmış üşendim yapmadım. Fakat zamanı yaklaşıyor yavaştan, her an akbilime eski olduğu el konulabilir, ben de işimi riske atmamak için okula 2. Dönem kaydımı yaptırmaya karar verdim. Ben biliyorum bu orospu çocukları yine bir bahane bulup işime taş koyar, canımdan çok sevdiğim akbilimi elimden alır diye riske girmek istemedim, zaten kalbimde kapatamayacağım bir boşluk var, aynısı cüzdanımın da başına gelmesin.

Kayıt yaptırmak için okula gittiğimde ise hiç ummadığım bir tepkiyle karşılaştım. Normalde yokluğumu kimsenin hissetmeyeceğini düşünürken okulu bırakmam bir destan gibi kulaktan kulağa yayılmış, bütün sınıfın gıptayla baktığı bir figür haline gelmişim. Beni okulda gören herkes buram buram hayalkırıklığı kokan bir ses tonuyla “Sen okulu bırakmamış mıydın?” diye soruyor ve benim “Ya bıraktım da akbili almadım henüz, o yüzden kayıt yaptırıyorum” dememle ne kadar kolpa bir insan olduğumu anlayıp “Anaa bizim bu muydu bizim gözümüzde büyüttüğümüz adam” diye düşünüp kendilerinden tiksiniyorlardı.

Kayıttan sonra eski günlerin ve boş midelerimizin hatrına yemekhaneye gittik. Turnikeden geçerken ne göreyim sevgili okurlar, yemekhane 50 kuruş olmuş. Bir an için aklımdan “Acaba okulu bırakmasam mı lan, düşündüğüm kadar kötü değil hep Mehtap yüzünden bunlar, ondan uzaklaşmak, başarısızlık dolu aşk hayatımda yeni bir sayfa açmak için bahaneler mi uyduruyorum acaba bilinçaltımdan” diye geçirdim, sonra da bilinçaltım “Lan pezeveng götüm gibi okul işte, hem senin okurların var 50 kuruşluk yemek için mi satacaksın onları” dedi, haklısın abi dedim. Yemekhanedeki son yemeğimi yiyip evimin ve yeni hayatımın yolunu tuttum.