30 Ocak 2009 Cuma

Bu Site (Umarım) En Kısa Sürede Kendini İmha Edecektir

Evet sevgili okurlar yanlış okumadınız; Maksat İçimde Kalmasın'ın blogsal mevcudiyetinin sona ermesine sayılı günler kaldı. Sayılı günler demişken hep merak etmişimdir neden kısa bir sir zaman zarfına “Sayılı Günler” denildiğini. Mesela 308 yıl sonrası 112420 güne tekabül etmekte. 10 oldukça doğal bir sayıyken 112420 irrasyonel bir sayı mıdır? Nedir 112420'nin suçu sorarım size.

Hayatımın gün geçtikçe daha da şekillenmesi üzerine bir şeyin farkına vardım sevgili okurlar. Bence bir insan en iyi olduğu alanda uzmanlaşmalı. Hani bazı insanlar vardır, her boku bildiğini sanan, hiçbir alaka sahibi olmadığı alanlarda bile kulaktan dolma iki gram bilgisini hayalgücüyle harmanlayıp ahkam kesen insanlar. Kendilerine imkan verilse her alanda başarılı olabileceklerini iddia etmelerine rağmen bugüne kadar bırakın bir baltaya sap olmayı, bir sike taşak olamamış zavallılar.

İşte böyle dangalak birisi olmamak için kendimi en iyi olduğum, en çok haz aldığım alanda geliştirmek istiyorum. Hayatım boyunca hiçbir zaman iyi bir öğrenci olmadım fakat okulu siklememenin verdiği rahatlıktan sanırım hem lise hem de üniversite giriş sınavlarında oldukça başarılı sonuçlar aldım. Ama gerek lisede gerekse üniversitede hiçbir zaman kendimi başarılı ve mutlu hissetmedim sevgili okurlar. Benden istenilenleri asla kabul etmedim. Kendimi o kurumlara “ait” hissetmedim.

Sınıfımdaki inekleri gözlemledim, ”Götverme” dersi olsa bir saniye bile düşünmeden domalacak insanlarla yıllarca aynı sınıfı paylaştım, onlardaki arzuyu, isteği, çalışkanlığı, bağlılığı, azmi bir türlü kendimde bulamadım. Çünkü hayalimdeki meslek ne çevirmenlik ne de öğretmenlik. Hiçbir üniversitenin vereceği diplomayla girilebilecek bir iş değil bu. . .

Lisedeyken arkadaşlarla film çekerdik. Bunların büyük çoğunluğunda senarist ve yönetmen bendim. Bunun başlıca sebepleri en saçma fikirleri benim bulmam, okulla zerre alakam olmadığı için birşeyler üretecek boş vakte sahip olmam ve en önemlisi yaratıcılığımdı.

Hani eve misafirler gelir, hep aynı lafı söylerler “Ne yakışıklı / güzel oldu bu oğlan / kız”. Kötü bir niyetleri yoktur, farkındalardır ki ergenlikte bir çocuğun duymak istediği yegane şeylerdir bunlar. Ama sizlere karşı dürüst oluyorum hiçbir zaman bu laflar karşısında bir gönül kıpırdanması, bir mutluluk titreşmesi, bir saadet zinciri halkalığı yaşamadım sevgili okurlar. Çünkü bunların asılsız iddialardan ibaret olduğu apaçık ortadaydı. Hatta bir keresinde misafirlerden biri olayı abartıp bana kur yapma noktasına gelmişti, kendimi odama zor attım, o derece.

Ama ne zaman ki birisi bana zeki ya da yaratıcı olduğumu söyler, ya da yaptığım esprilere içtenlikle gülerse, işte o zaman iltifat yerine ulaşmış olur. Çünkü sivrilmek istediğim alanlardır bunlar.

Birkaç paragraf önce lisede çektiğimiz filmlerden bahsetmiştim. Pek bir sanatsal değeri olmasa da çok eğlenmiştik çekim sırasında. O zamanlar Movie Maker kullanmayı bilen tek kişi ben olduğum için montajı da üstleniyordum. Oyuncu azlığından dolayı pek istekli olmadan rol de almıştım. Burada bir itirafta bulunacağım eğer imkanım olsa kendimin bulunduğu bütün sahneleri kesip atardım filmlerden ama senaryo bölüneceği için böyle bir şey yapamadım. Çünkü acaba kameranın mikrofonundan mıdır bilmiyorum, sesim bozuk radyo frekansından gelen başarısız bir DJ gibi çıkıyordu o filmlerde, tip desen zaten her zaman kayık ezelden beri farkındayım. Laf aramızda oyunculuk yeteneğim de sıfırdır, o filmleri izlerken mutluluğun yanında bir de hüzün kaplar içimi, acaba dışarıdan neden bu kadar moloz gözüküyorum diye.

Çok hızlı konuşuyordum, R söyleme özürlüydüm, dediklerimden bir sikim anlamak için aynı sahneyi en az 29 kez izlemek gerekliydi. Gülüyor muyum, sinirli miyim, mimiklerim beni yarıyolda bırakıyordu her defasında. Kamerayı yeni tanışılan güzel, popüler, ulaşılması güç fakat sürekli arzulanan bir kız yerine koyuyor, ona 100 metre yaklaştığımda elim ayağım birbirine dolanıyor, kelimelerin yarısı beynimden ağzıma gelene kadar dökülüyor, kaşlarım ise her zamankinden daha da kalın gözüküyordu.

İster ezik diyin ister asosyal, kendimi güvende hissettiğim, performansımın zirve yaptığı, potansiyelimi sonuna kadar kullandığım iki yer vardır. Birincisi dostlarımın yanı ikincisi ise A4 kağıdı. Parmaklarım dudaklarımla kıyaslandığında çok daha etkili, üstelik herhangi bir acelem de yok, birşeyi yanlış yazdığımda düzeltebiliyor, bir yandan sevdiğim müziklerle kulaklarıma ziyafet çektirirken diğer yandan siz sevgili okurlarıma sesleniyorum.

Buraya kadar okuyanlar “Eee madem bu kadar çok seviyorsun, neden blogu kapatacaksın amınoğlu” diye sorabilir. Hatta sormayanları dikkatsizlikle suçlarım. Hemen cevabı vereyim sevgili okurlar ben yazarlığı profesyonel olarak düşünüyorum. İlk adım olarak noktalama işaretlerinden sonra boşluk bırakmaya başladım.

Bu blogu açtığımdan beri aklımdydı aslında ama artık her zamankinden daha da yatıyor kafama. Bugüne kadar 14,5 yılımı çalan okulda minimum 3,5 yıl daha geçirsem ne değişecek ki? Planlarımda 25'inde mezun olmak, 26'sında askerliği bitirmek, 28'inde evlenmek, 40'ında ortayaş bunalımına girmek 50'ine prostat geçirmek yok sevgili okurlar. Mümkün olan en kısa zamanda bir dergiye girmek, birkaç yıl içinde Türkiye'nin en çok satan mizah dergilerinden birinde köşe sahibi olmak, daha sonra kitap çıkartmak benim hedeflerim.

Yaklaşık bir buçuk ay önce “Bir Eşek Kadar Olamadım” isimli yazımı Uykusuz dergisine götürdüm. Kendileri okumaya mı üşendi, göz gezdirip hoşlarına mı gitmedi, yoksa “Bu çocuk bizi ekmeğimizden eder” diyip yazımı mı yaktılar bilemiyorum. ”Yarın işe başla” tarzı bir cevap beklemiyordum ama hiç olmazsa bir değerlendirmenin e-posta adresime gelmesini beklerdim.

Halbuki beklentilerim yüksekti, amatör köşesinde yayınlanan siktiriboktan anektodları bir şekilde beğendikleri için oraya koyuyorlardı. Benim yazım onlara kıyasla bir başyapıttı, posta kutumu her dakika kontrol ediyordum. Hayallerimde Uykusuz dergisi çalışanlarının yazımı çok beğenip birbirine okuttuğunu, beni gelecek vadeden bir yazar olarak gördüklerini, en kısa zamanda dergiye çağırıp köşe vermeseler bile bir şekilde yönlendireceklerini görüyordum.

Ama her defasında posta kutuma gelen “FW:İsrail Ürünlerini Boykot Et”, ”[MAKSAT İÇİMDE KALMASIN] At Barağı hakkında yeni yorum“ mailleri beni hayal kırıklığında uğrattı. Geçen gün yine gittim -bu sefer “Bağlanma Hayata” ile-, yazarlar arasında en büyük ilham kaynağım olan Umut Sarıkaya'ya bir buçuk ay önce getirdiğim yazıyı okuyup okumadığını sordum, yazılara genelde kendisinin bakmadığını söyledi. Birazcık ısrarlı bir şekilde yazımı okumasını istedim kendisinden, açıkçası fazla umutlu değilim ama herhangi bir yorumu bile benim için inanılmaz değerli olacaktır.

Bugün itibariyle diğer dergilere de başvurmaya karar verdim. İlk iş olarak internetten Penguen'in telefon numarasını buldum. Sekreter bir hanım açtı, amatör günü olup olmadığını sordum ve kendisi “Var ama bitmek üzere” dedi. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm, aylardır ertelediğim için Türkiye'nin en çok satan mizah dergilerinden birine girme şansını kaybetmek üzeredeydim.

Ama bu travmam sadece birkaç saniye sürdü zira amatör günü Cumaları 16:00-18:00 arası yapılıyormuş ben de bugün -30 Ocak 2009 Cuma- 17:30 sularında dergiyi aramıştım. Sekreter bugünkü amatör gününün bitmekte olduğunu kastetmiş meğer -Gerizekalı televizyon izleyicileri için yapılan gereksiz açıklama diyalogu tadında oldu son cümle-.

Haftaya Penguen'e gideceğim, siz sevgili okurlarımdan bir isteğim var lütfen en beğendiğiniz yazımı bana iletin, sonuçta bir CV niteliğinde olacak bu. Şahsen kendimi aştığım, sanatımın amına koyduğum yazı “Bir Eşek Kadar Olamadım”dır, fakat uzunluğu ve tam olarak tarzımı yansıtmaması sebebiyle pek de iyi bir örnek sayılmaz. Önerilerinizi bekliyorum.

Hani yazının başında bir takım insanlardan bahsetmiştim, Hıncal Uluç'un yandan yemişleri. İşte o tarz insanlara yazarlık tutkumdan bahsettiğim zaman hep benzer tepkileri verdiler. ”Onlar yazılara bakmıyorlar”, “Dergiye girmek için çizmen lazım”,”Herkes yazı yazar”. Sanki yıllardır mizah dergilerinde çalışıyor amına vuram, hayatı boyunca okuduğu dergi sayısı yaptığı şehirlerarası yolculuk miktarıyla eşdeğer olan insanlar bana ahkam kesiyorlar.

Onlara göre yazarlar gökten zembille iniyor, güneş tutulması olduğunda gökyüzünden kimseye çaktırmadan dergilerin ofislerine düşüyor yazarlar. Benim gibi yaya giden adayların hiçbir şansı yok.

Ama onun yerine son derece ham karikatürler çizsem, ilkokul 3 esprileri yapsam, amatör köşesinde yer bulabilirim. Neden çünkü karikatüristlerin gökten inmesine gerek yok. Ben ise yazar olarak ancak kendi götümden inebildiğim için hiçbir şekilde dergilere giremem.

Şimdi sevgili okurlar, mizah dergilerindeki yazılara bakıyorum, büyük çoğunluğu yer doldurmak için yapılmış işler. Ya ben çok salağım ya da yazanlar çok zeki. Ara sıra yüzümde bir tebessüm bırakabiliyor ama genelde bakıldığın mizah dergilerindeki yazılar bir “üvey evlat” muamelesi görmekte. Okurların büyük çoğunluğu da ilgi göstermiyorlar yazılara.

Yanlış anlaşılmasın, Türk mizahının aradığı yeni kanın damarlarımda mevcut olduğunu iddia etmiyorum -henüz-, fakat şu anki şartlar altında kendimi geliştirirsem rahat bir şekilde mizah yazarı olabileceğimi düşünmekteyim.

Tabi işin bir de “diğer” boyutu var. Sevgili dostum Koray Deniz'in dediği gibi: “Futbolda başarılı olmak için sadece sahadaki performansın yetmez, biraz da arkanın olması lazım”. Futbolu çok seviyorum çünkü bir ayna gibi, ülkemizi mükemmel yansıtıyor. Evet çevrem sınırlı, herhangi bir torpil söz konusu değil. Ama kendimi adayarak, boş zamanlarımı okuyarak, sürekli çabalıyarak geçirirsem ancak bir yerlere gelebilirim.

İşin gelecek boyutu da var. Yazar olmak istediğimi belirttiğim insanların neredeyse tamamı “Olm para yok lan o işte, nasıl karnını doyuracaksın” dediler. Hayır öyle bir tepki veriliyor ki sanki normal bir işte çalışsam ayda on milyar kazanacağım ama yazar olmam halinde bırakın para kazanmayı kendi cebimden para vereceğim. Kabul edelim bu ülkede hepimizin götü ekonomi canavarının dişleriyle iç içe, kimin yarın ne olacağı belli değil.

Kaldı ki yazarlık yarı-profesyonel bir meslek. Tüm gün kendimi odama kilitleyip ne yazacağım diye düşünmüyorum. Hatta çoğu yazı, Word belgesi açıldıktan sonra şekilleniyor. Bir yandan çalışırken diğer yandan yazmak hiç de zor değil.

Ve içinizde hala gelecek hayallerimle blogun kendini imha etmesi arasındaki bağlantıyı kuramayanlar var. Herhangi bir bağlantı kuranlar ise büyük ihtimalle sallamışlardır çünkü buraya kadar geldim ama hala blogla alakalı açıklamamı yapmadım.

Birbirinden değerli okurlar, bu blogda 21 adet yazım var. Aldığım yorum sayısı da belli, okuyan sayısı da aşağı yukarı ortada. İlk yazılarımda bir hamlık hissedilse de hepsi içime sinmiş eserler. Eğer ben bir dergide işe başlarsam, bu birikimimi kullanma taraftarıyım. On-onbeş kişi okumuş olabilir ama dergiyi alan binlerce kişiden birkaç yüzünün bu yazılardan mahrum kalmasını istemem.

Biraz paranoyaklık var bende, şimdi ben piyasaya adım attım diyelim, insanlar hemen hastası olacak da aratacaklar Google'dan “Maksat İçimde Kalmasın”ı. Blogumu görüp ileride dergide yayınlama ihtimali son derece yüksek yazıları okuyacaklar. Daha sonra dergide aynı yazıları görünce “Ulan ne pis adammış be, ben hepsimi okudum bunları blogundan” diyecek ve ben de kendimden tiksineceğim sevgili okurlar. İşte bu yüzden bir dergiye girdikten kısa bir süre sonra blogumu kapatmayı düşünüyorum. Tek üzüldüğüm şey birbirinden güzel yorumlarınızın silinecek olması.

Bu arada sizlerden bir ricam var, belirli bir üne kavuşana kadar “Ben” adıyla yazılarımı yayınlamayı planlıyorum, lütfen arkadaşlarınıza “Haa onun blogu vardı eskiden adı Bengisu ama erkek” demeyin. Yazar olmayı istememin bir diğer sebebi de Türkiye'ye Bengisu'nun unisex bir isim olduğunu göstermek.

İşte durum böyle sevgili okurlar, bir yandan hayallerimin, diğer yanda ise canımdan çok sevdiğim, ilk göz ağrısı blogum. Size tavsiyem zaman kaybetmeden okumadığınız yazılara bakmanız. Çünkü belli olmaz belki yarın kapanır blog, belki bu gece yarısı, belki siz bu yazıyı okurken, yorum bile atamazsınız. . .






















…ya da hiç kapanmaz, çevirmen falan olurum.

Bu arada ilgili arkadaşlara belirtmekte fayda var, üst sınıftakilerle konuştum “Götverme”den kalınca bütünlemede ağıza veriyorlarmış. Ona göre çalışın.

23 Ocak 2009 Cuma

At Barağı

Lise-hazırlık sınıfı…zirvede olduğum dönemler…arka sıradayız ama FOX’ta yayınlanan “Arka Sıradakiler” dizisinin aksine son derece gereksiz şeylerle günümüzü gün ediyor;karıymış,kızmış,kavgaymış hiç bulaşmadan lise günlerimizin tadını çıkartıyorduk.Tam anlamıyla “Boş İşler Müdürü”ydüm.Toplayın bizim tayfayı,yapılan her geyikte,anlatılan her anıda çoğu zaman başrol,bazen de yardımcı oyuncu benimdir.

İşte böyle bir çevrede sevgili okurlar,zaten hoca 31. sayfayı açın dediğinde bile sınıf gülme krizine giriyor,malumunuz benim de kafam o tarz şeylere bayağı yatkındır,sınıfın bir numaralı komedyeniydim.

Türkçe dersinde bir parça okunuyordu,ben de unvanımın getirdiği sorumlulukla harıl harıl komik birşey var mı diye sayfaları kolaçan ederken yazarın ismi dikkatimi çekti,Barak Baba.Bir anda arka sıradaki herkese “Olm yazara bakın lan,çabuk olm,barak ehehehe” mesajını ilettim.Barak isminin erkek cinsel organının argodaki karşılığına benzerliğinin yanı sıra sonuna baba kelimesinin gelmesi iyice komik ve bir o kadar da masküler yapıyordu.

Okul çıkışı herkese Türkçe kitabından Barak Baba’yı gösterdim.İşte ben buydum sevgili okurlar,komik birşey bulur sonra da bütün okula yayardım.Barak Baba da en ünlü çalışmalarımdan biriydi.

O günlerde amiyane tabirle “lanet olası kıçımızla” güldüğümüz Barak şimdi halkımızın gözbebeği!

Hayır anlamıyorum nereden geliyor bu sevgi,acaba isminden dolayı mı?Düşünsenize sevgili okurlar,yeni ABD başkanı güven dolu bir konuşma yaptıktan sonra gazetelerimizde “Barak’ın başı dik” gibi yaratıcı başlıklar görebiliriz.

Belki de Müslüman olduğu sanıldığı için olabilir.Kendisi hangi dine mensup bilinmez ama soruyorum sizlere,bizim başımızdakiler yıllardır “müslüman” ne faydasını gördük?

Cidden anlamıyorum ya,o kadar sıkıntılı bir ülkedeyiz ama Amerika’da başkan değişti diye kurban keseni var,göbek atanı da mevcut,bir düğün bir dernek havası almış başını gidiyor,ne değişecek amına koyayım!

İşin siyasi kısmına girmek istemiyorum sevgili okurlar,çünkü bana göre herkes bilgili olduğu konularda konuşmalı.Anti-politik yapımdan dolayı “Sayın Obama’nın başkanlığı AB müzakereleri sürecindeki Türkiye’yi sosyokültürel yönden tökezletebilir” ya da “Barak’ın başkan olmasıyla Amerikan dolarında yarak gibi inip kalkmalar görebiliriz” vb analizler üretmek bana düşmez.Ben sadece gözlemlediklerimi aktarıyorum.

Bence olayın magazinsel bir boyutu var.Hani insanlarımız –hatta aynı gezegeni paylaştığımız insanlar- çok meraklı ünlülerin hayatlarına.Ünlü nedir sevgili okurlar,toplumun büyük bir kesimi tarafından tanınan,herhangi bir alanda iyi ya da kötü yönde şöhret sahibi kişi.Şimdi bu ünlüleri ne tanırız ne de bir çay içmişliğimiz vardır ama geceleri hangi barlarda eğleniyor,bugüne kadar kimlerle aşk yaşadı,hangi meslektaşıyla kavga etti hepsini ezbere biliyoruz.Bence ülkeleri kişisel bazda incelersek Amerika sosyetik bir playboy,zengin,çoğu zaman hatalı kararlarından dolayı insanların antipatisini kazansa da kimsenin görmemezlikten gelemediği,gündem yaratan birisi.Türkiye ise sen,ben,biz kısaca sevgili okurlar halkız.Kendi hayatında pek bir sikim yiyememiş –henüz- akşamları ayıla bayıla ünlülerin aşk hayatını takip eden,anlamsız yere onların hayatlarına bir şekilde dahil olmaya çalışan,sahip oldukları şeyleri gıpta eden bizler.

Amerika Erdal Acar,biz ise yine biziz.İşte o Amerika alışılagelmişin dışında bir başkana –en azından etnik kökeni- kavuşunca hepimizde bir heyecan bir sevgi yumağı oluştu.Benim gibi basit insanlara da ismiyle alakalı bir sürü espri yapma imkanı doğdu,çünkü ben buyum.

10 Ocak 2009 Cumartesi

Türkiye'de Televizyonculuk

Gündeme bomba gibi düşen,dakikalarca ayakta alkışlanan,İstanbul Üniversitesi tarihinin gelmiş geçmiş en etkileyici sunumuna hazır mısınız?

Yaklaşık iki ay önce Türk Dili dersi için hazırlamış olduğum bu sunumu siz sevgili okurlarımla paylaşmak benim için bir gururdur.Zira 14 yıllık öğrencilik kariyerimde hocaların izni dahilinde yapmama rağmen zevk aldığım tek aktivitedir bu sunum.Kaçıranlar,ya da yeniden izlemek isteyenler için işte karşınızda "Türkiye'de Televizyonculuk"
.





Ülkemizdeki en güçlü basın aracı televizyondur.Peki televizyonu bu kadar etkili yapan etkenler nelerdir?

-Bedava olması
-Kolay ulaşılabilmesi
-Halka hitap etmesi
-Youtube’a erişimin engellenmesi

Televizyon hakkında konuşmaya başlamadan önce kabullenmemiz gereken bir gerçek var.Hepimiz eve gider gitmez televizyonun karşısına geçiyor,yemek yerken bile sanki iştahımızı açan bir şeymiş gibi televizyon izlemek istiyoruz.Hayatlarımızı sevdiğimiz dizilerin yayın akşına göre programlıyoruz,arkadaşlarımızla yaptığımız sohbetlerin büyük bölümü bir önceki gün yayınlanan programlarla ilgili oluyor.

Bir de bazı kolpa insanlar var,”Ben televizyon izlemem,aptal kutusu” diyip internetten Lost,Prison Break,How I Met Your Mother gibi dizileri indirip ayıla bayıla izliyor.Bu sunumumdan onlara sesleniyorum:

Ey sizi gibi denyo mahlukatlar,sırf televizyon yerine mönitör karşısında olduğunuz için o diziler televizyon programı sayılmıyor mu?Siz ne kadar göt insanlarsınız ki kendinizi diğerlerinden ayırmak için böyle alengirli yöntemlere başvuruyorsunuz,amına kodumunun elitistleri sizi.

Televizyonun hepimizin hayatında önemli bir rol oynadığını kabullendikten sonra sunumun asıl noktasına geçebiliriz.

Elbette ki televizyonculuk bir sektör ve kanallar reyting için birbirleri arasında amansız bir savaş içerisindeler.Bir izleyici olarak bence reytinge ulaşmanın en kolay yolu insanları güldürmek.Mesela Yaprak Dökümü çok izlenen bir dizi ama benim gibi yavşak insanlarda “Bu ne amına koyayım,adamın koridordan mutfağa geçmesi yarım saat sürüyor” tarzı tepkilere sebebiyet verebiliyor.

Zaten zor günler geçiren bir ülkeyiz,öğrencilerin çektiği çile ayrı,ev geçindirme derdi ayrı.Ergenliğe adım atar atmaz gelişen birisiyle birlikte olma isteği ise apayrı sevgili okurlar.Hangimiz çıkıp diyebilir ki ben yüzde yüz mutluyum,gülmek eğlenmek için televizyon programlarına,filmlere,gösterilere ihtiyacım yok?

Hiçbirimiz diyemeyiz sevgili okurlar,bu yüzden elimizin altındaki en yakın neşe kaynağı televizyona başvurmamız gerekiyor.Televizyoncular da bunun farkında tabi,bizleri ekran karşısına kilitlemek için aşağıdaki altın kuralı takip ediyorlar:

EN KOMİK PROGRAMLAR,KOMİK OLMAMASI GEREKENLERDİR

Bir düşünün;gülmek için,hayatlarımızın ne kadar boktan olduğu gerçeğinden uzaklaşmak için ne tarz programlar izliyoruz?Kadın programları,ana haber bültenlerinin son on dakikası,uzun metrajlı reklamlar,Kurtlar Vadisi,spor programları.Kısacası bunların hiçbiri komedi kategorisine girmeyen yayınlar fakat amaçlarından sapıp insanlara eğlenceli dakikalar sunmayı kendilerine görev edinmişler.



Belki bazılarınız henüz bu muhterem zat ve efsanevi televizyon programından haberdar değildir diyerekten ufak bir özet geçmeyi kendime borç biliyorum.”Acı Umut” adıyla Flash TV’de yayınlanmış bu programın amacı zorluktaki insanlara yardımcı olmak,onlara yol göstermek,izleyenlere de ibret vermekti.Dürüst olmam gerekirse programa katılan insanlara yardımcı olup olmadıklarını bilmiyorum çünkü hayatım boyunca bir defa bile görmem mümkün değil o şahısları.Emin olduğum bir şey var,o da biz izleyicilerin keyiflerini yerine getirdiği:





Yani...

Bazı terbiyesizler bu tarz programlar hakkında son derece talihsiz iddialarda bulunuyor malesef.Neymiş sevgili okurlar oradaki insanlar rol yapıyormuş da parayla tutuluyormuş.Sizlerin affına sığınarak bir sesleniş daha yapmak istiyorum:

Ey Acı Umut hakkında ileri geri konuşan ahlaksız;eline vicdanına koyup da söyle,bu hayat ne kadar sürecek böyle,CARTEL diyip de geçme,bize güven de yanlışı seçme.

Eğer mesajı aldıysan elini yeniden vicdanına koy ve sor kendine,"Madem Muhsin rol yapıyor,aslında kendisi son derece mutlu,hali vakti yerinde,am üstüne göt siken bir insan;neden bu üstün oyunculuk kabiliyetlerini Hollywood yerine Flash TV'de sergiliyor?"





Az önce izlediğiniz video gelişmiş Movie Maker teknolojisiyle yapılmış bir çalışmaydı.Gönül istemez mi Tomların,Morganların yanında Muhsinler de olsun.

Sanırım hepimizin aklında aynı soru kelimesi belirdi,"Neden".Aslında biraz kafa yorunca çok anlaşılır bir yöntem olduğunu farkediyor insan.Şimdi yolda dört arkadaş yürürken içimizden birinin ayağı takılıp yere düşse hepimiz güleriz.Çünkü planlanmış birşey değildir bu,kimse "Dur şurada biraz buz birikmiş üstüne basıp düşeyim" demez.Fakat bir komedi programında karakterlerden biri yere düştü mü "Bunun neresi komik lan" deriz hep bir ağızdan.





İşte televizyoncuların da komik olmaması gereken programlarla bizleri güldürmeye çalışmasının başlıca sebebi budur sevgili okurlar.

2 Ocak 2009 Cuma

Bir Pazar Sabahı

“Haydi kalk uyuyan güzel keh keh keh keh”,bu gülüşü nerede duysam tanırım.Ama gerçek olamaz bu,Hıncal Uluç’un işi gücü yok beni uyandıracak daha neler!Göz kapaklarımı açma zahmetine bile girmiyorum,sonra daha ciddi bir ses tonu tırmalıyor kulaklarımı “Bengi kalk,herkes seni bekliyor”.Yıllardır hiç sosyal Pazar kahvaltası etmemiş biri olarak “Anane ne diyon yaaa” demek için kafamı kaldırdığımda irkiliyorum.Hıncal Uluç röpdeşampırıyla dikilmiş yatağımın önünde bana bakıyor.

Üzerimde kaliteli yüzde yüz pamuk Fransız malı bir pijama var.Donumun üzerinde Lé Boxer yazıyor.Hıncal hadi verandaya gel diyip çıkıyor odamdan.Apartmanda ne verandası lan diyip kalkıyorum ayağa.Üzerimi değiştirmeden atıyorum odadan dışarı kendimi.

Kapıyı açar açmaz yeniden şoka giriyorum,malikanedeyim.Uşağın biri yanımda bitiyor hemen “Mösyö Türkan kahvaltıda ne arzu edersiniz?”.”Sahanda sucuk”,”Yumurta?”,”Hayır sağolun”

İniyorum şaşalı merdivenlerden aşağıya.Güneşin en sıcak tonu bütün antreyi aydınlatmış,denizin mavisi iştahımı açıyor.”Vay anasını” diyorum “Vapurdayken hiç böyle gözükmüyor şerefsiz”

10 metrelik bir masada sadece 3 kişi var.Hıncal dayanamayıp başlamış yemeye,Haşmet Babaoğlu ve Sunay Akın mahçup bir ifadeyle bekliyorlar.Bir selam vereyim diyorum:

“Selamın Aleyküm Beyler”

Hıncal basıyor kahkahayı,yediklerinin yarısını Haşmet’in suratına tükürüyor.”Konuklarımız açlıktan ölmeden gelebildin nihayet” diye lafını da sokuyor.Hıncal’a olabilecek en uzak yerde oturuyorum.Sunay Akın’a “Baba naber” diyorum,başlıyor hemen heyecanlı heyecanlı konuşmaya “Ya böylesine bir manzara karşısında kötü olmak mümkün mü Bengisu”.Kral adam bu Sunay diyorum içimden,Haşmet’e dönüp “Usta sen nasılsın” diyecekken sakalına karışmış karides parçalarını görüp ”Abi sakalında birşey var” diye uyarıyorum.”Hmm nerede” diyip elini sakalına sokup aranmaya başlıyor.”Maşallah Gilette girmemiş orman gibi keh keh keh keh”.Hıncal’ın şu iğrenç gülüşü yüzünden espri yapasım gelmiyor.

Sonra bir sessizlik hakim oluyor masaya.“Ulan alt tarafı sucuk istedim iki saatte gelmedi” diye serzenişte bulunuyorum.Hıncal komaya giriyor,”Adam brançta sucuk yiyor yaaa keh keh keh keh”.”Ne yicektim lan yarrak kafası” diye bağırıyorum,Sunay sakinleştiriyor beni.”Abi gel bak sana ne göstereceğim” diyip götürüyor beni içeri.Plazma ekran televizyonun önünde “Bir dakikaya geliyorum,bekle beni” diyip koşarak çıkıyor odadan.

Elinde üzerinde Gamestar yazan bir kutuyla dalıyor içeri.Hemen kuruyor sistemi,takıyor kasedi,Goal 3.Hepimizin fiziksel ve zihinsel gelişiminde önemli yer teşkil etmiş bu efsanevi oyun az önce yaşadığım tatsızlığı silip atıyor kafamdan.Saatlerce Atari oynuyoruz Sunay’la,zıbaran futbolcuları gördükçe daha da çocuklaşıyoruz.Artık iyice samimi olunca “Sunay bilirsin seni severim ama bu Hıncal tam bir göt” diyorum.Gülüyor “Aslında iyi biri ama pek anlaşamadınız siz,alışırsın”.”Nesi iyi abi,adam dünya üzerindeki herşeyi bildiğini sanıyor,gelene gidene de laf sokuyor.Sikerim onun kültürel birikimini,Allah’ın malı”.Yine gülüyor Sunay,ama Hıncal gibi sinir bozucu bir şekilde değil.Kapı çalıyor,gelen Haşmet,”Beyler,tanışmanızı istediğim biri var”

Çıkıyoruz dışarı,Hıncal ile fıstık gibi bir kız konuşuyor.Hıncal yine çok komik birşey anlatırmış gibi kıpkırmızı olmuş,acayip acayip sesler çıkartıyor.Kız ise zoraki gülüyor,Hıncal’a yine küfrediyorum içimden.

Acaba kim bu diye düşünüyorum,Haşmet’in kızı olabilir belki.Kaç yaşında adam,kız taş çatlasa 21.”Bu kardeşine bir güzellike yapıp beni şu kızla tanıştırsana be Haşmet abi” diyorum,Haşmet gülmekten altına sıçma noktasına geliyor,Sunay da pozitif birisi olduğu için o da gülüyor.Nolduğunu anlamadan kızın yanına gidiyoruz.

“Haşmeeeeeet” diyerek sarılıyor kız,insan neden babasına adıyla hitap eder diye geçiriyorum aklımdan.Sonra dudağından öpüyor Haşmet’i,yerin dibine giriyorum bu manzara karşısında.Sunay gülmemek için kendini zor tutuyor,Hıncal ise yine ortamın piçi olarak konuşmaya devam ediyor ama kimse siklemiyor onu.

“Bu yakışıklı,yakın arkadaşım Bengisu” diye beni gösteriyor Haşmet,kız elini uzatıyor,tam sıkacakken kapkaranlık oluyor heryer...







Hayır,bu kepazeliğe daha fazla alet olamam.Kusura bakmayın sevgili okurlar,kaç yazıdır hep hikaye,hep karı-kız bunalttım sizleri.Halbuki bu bloga MİK 9001 Kalite Belgesi kazandıran,bol küfürlü,sinirli ama sempatik,hepimizin hayatından kesitlerin bulduğu denemeler değil miydi?Okuyucuyla birebir temasa giren,bizzat sinirlerimi geren olayları MSN üzerinden anlatır gibi aktaran tarzımı son birkaç yazıdır kullanmıyorum.Belki de hayatımdaki memnuniyetsizlik yüzünden bunların hepsi,hikayeler yazarak kendi ezikliğimden uzaklaşmaya,birkaç saatliğine nefes almaya çalışıyorum.Sonuçta kalabalık arasında...

-Sakın söyleme,çocukluğuna iner orada sikerim seni.
-..yalnızım.
-Senin bilinçaltına da üstüne de sıçayım göt lalesi!

Az önce lafımı kesen vicdanımdı.Hayat güzel sevgili okurlar,ama tadını çıkarmayı bilmiyoruz.Çünkü artık herşeye ulaşmak çok kolay,bundan 5 yıl önce 56k ile internete bağlanıyorduk,şimdi Youtube’da video izlerken bir saniye bile takıldı mı monitöre uçan kafa atıyoruz.Nankörüz sevgili okurlar,elimizdekilerin kıymetini bilemiyoruz.O kadar çok şeye sahipken asla ulaşamayacağımız şeylere takıyoruz kafayı,kalbimizin sesini dinleyip sikerim böyle aşkın ızdırabını diyemiyoruz.Daha sonra bizi sevenler de uçup gidiyor,biz hala sevgimizi haketmeyen insanları düşünüp kederleniyoruz.

Demem odur ki sevgili okurlar,hedeflerimiz olsun fakat onlar uğruna sahip olduklarımızı gözardı etmeyelim.Traşı kesip sizlere geçen gün başıma gelen hoş bir enstantane ile veda etmek istiyorum:

Yaklaşık bir ay önce taşındık,tam olarak neden bilmiyorum,kira yine aynı,evde de memnunduk.Sanırım ailem okula yeterince uzak olduğumu düşünmüyordu,artık iki durak daha uzağım.Üstelik taşınma sürecinin vize haftamla aynı gün başlaması da ayrı bir güzellik.

Evdeki tek telefon hattı salonda.Benim odam da evin en arkasında,bu yüzden biraz uzun bir telefon kablosu çekmem gerekiyordu internet bağlantısını kullanabilmem için.Okuldan dönerken Doğubank’a uğradım,telefon kablosu almak amacıyla.Bütün pasajı gezdim sevgili okurlar ama bir dükkanda bile telefon kablosu yoktu.Bazıları başından savmak için “Üçüncü katta bilgisayarcı var oraya bak” gibi fantastik önerilerde bulundular.Tamamı bilgisayar ve elektronik dükkanlarından oluşan bir handaydım nihayetinde.

Telefon parçalarıyla dolup taşan bir dükkan gördüm.Hayatlarını ev telefonlarına adamış iki usta çalışıyorlardı harıl harıl.Pardon abi dedim,sizde telefon kablosu var mı.Adam da bizde yok Mısır Çarşısı’nın arkasında Hüseyin Usta var,o satıyor dedi.

Sanki mekanik radyasyon transmatörü arıyordum amına koyayım,alt tarafı telefon kablosu,bilişim dünyası kimlerin ellerinde ulan diye düşünerek terkettim Doğubank’ı.

Eve ulaşmama iki durak kala trafik tıkandı.Kaza falan olmuştu heralde,tabanvay devam edeyim dedim,indim otobüsten.Bir elektronikçi gördüm yol üzerinde,daldım hemen içeri.

Kulaklıklarımı çıkardığımda duyduklarımı kelime kelimesine yazıyorum:

-Böyle akarsu gibi,su akıyor kadının şeyinden –eliyle kasıklarını sıvazlama hareketi-,vaginasından...

Evet sevgili okurlar yalnız okumadınız,ben de yanlış yazmadım VAGİNA;”G” harfiyle.

-...o kadar güzel bir heykel ki görmeniz lazım,gerçek gibi.

Şimdi sizler burada halka açık bir alanda “Vagina” kelimesinin söylenmesine şaşırdınız,bense cümlenin geri kalanına.Zira Beykoz’da yaşayan birisi olarak,herhangi bir ortamda sanatsal bir sohbet edilirken,vajina kelimesinin yalnış telaffuz edilmesinin esamesi okunmaz.Bir an acaba Beykoz yerine Nişantaşı’na mı geldim diye düşünmedim değil.

Evet sevgili okurlar,bir sonraki yazımda ergenliğe girerek kaybettiğimiz masumiyetimizle büyüklerin sapkın dünyasına yine bol bol küfür edecek,kah gülecek,kah “Ulan benim işim gücüm yok bunları okuyorum” diye düşüneceksiniz.Tek temennim dünya sikinizide,minare götünüzde –iyi anlamda- olsun sevgili okurlar,hoşçakalın.














Not:Yılbaşıyla ilgili birşeyler yazacağımı düşünüyordunuz değil mi,daha çok beklersiniz;en azından bir yıl.