22 Kasım 2008 Cumartesi

Bir Eşek Kadar Olamadım

Şimdiki zaman:

Suratıma vurması gereken rüzgar götümü ve ensemi aşındırıyordu. Hayatım boyunca hiçbir şeyi düzgün beceremediğim gibi 10. kattan atlamayı da becerememiş, aşağıda beni ikna etmeye çalışan insanlara o kadar çektirdiğim yetmezmiş gibi bir de katlanmaları gereken iğrenç bir manzara sunmuştum düşerken. Yürüyerek insem bu kadar uzun sürmezdi, yerçekimi bile bana ibnelik yapıyordu. Nasıl oldu da bu duruma düşmüştüm ben?

Bir ay önce:

Okul somestıra girdi, tam kırk gün tatil. Lisede olsam bırak kırkı yarım gün tatil için bile adam öldürürdüm, şimdi ise kırk gün napacağım diye düşünüyordum. Hoş, okulda da pek iyi zaman geçirdiğim söylenemezdi ama öyle ya da böyle haftada beş gün dışarı çıkıyordum. Şimdi kırk gün mal gibi evde oturacak, her gün başka FM kariyerine başlayıp oyunu silecek “Bir daha yükleyeni siksinler” dememe rağmen bir sonraki gün yeniden yükleyip başka bir takımla oyuna başlayacaktım. Hatırlıyorum da eskiden sabahtan akşama kadar sıkılmadan FM oynardım, iki günde bir arkadaşlara Playstation’a giderdik. Kısacası günümü gün ederdim okul olmadığı sürece, şimdi ise hayatım o kadar sıkıcılaşmıştı ki bana hiçbir şey katmayan okulu bile “Hiç yoktan iyidir” diyerek benimsemiş, olmadığı zaman kendimi boşlukta hissetmeye başlamıştım.

Üniversite için İstanbul'a taşınmamız çok değiştirmişti beni, belki yurtta kalsam ya da başka bölümde okusam böyle olmazdı, sonuçta yabancı dili seçene kadar sınıfta arkadaş bulma konusunda hiçbir zaman sorun yaşamamış birisiydim ben, fakat ne zaman İngilizce okumaya başladım hem sınıf mevcutu azaldı hem de büyük çoğunluğu kızlar aldı. İlaveten başka bir şehre taşınınca arkadaş bulma konusunda sıkıntılar çekmeye başladım. Böyle olunca doğuştan moloz olan bendeniz sıkılmaya başladı, arkadaşları azaldı, boş zamanı arttı, düşündükçe daha da sıkıldı. Kafamı bir şekilde meşgul etmem gerekiyordu ve kesinlikle bilgisayar bu konuya çözüm değildi. Derken arkadaşlarımdan birine bu konuyu gaza gelip açtım, neden bilmiyorum çok da sevdiğim birisi değildi; tipik dini imanı para olan, gökdelenlerden birine girmek için götünü vermeye hazır İstanbul çocuğuydu kendisi. Ama her işte bir hayır vardır derler ya, o denyo bile hayatında bir kere bile olsa işime yaramıştı.

“Kanka Beylikdüzü’nde bir ay sürecek bir fuar var, oraya eleman arıyor benim ajans istersen adını vereyim”

Ne ajansı lan dedim doğal olarak; şimdi böyle fuardır, balodur, konferanstır bu tarz olaylarda iş gücünü ajanslar sağlıyormuş. Öğrenciler ek kaynak edinmek için bu ajanslara başvurup günübirlik işlerle para kazanıyormuş. İlk başta tereddüt ettim ama bir ay boyunca napacaktım üstelik para biriktirmek de fena fikir değildi.

Neyse arkadaş verdi telefonlarını aradım, sekreterden aldım randevuyu gittim büroya. Etrafımda bir sürü boyu posu düzgün, marka giyinmiş, belli ki kendine bakan erkek vardı. Resmen içlerinde sırıtıyordum berduş görünümümle, saçlar yataktan kalktığım gibi, sakalımda bile kepek, üstümde en sevdiğim ve kimsenin bilmediği gruplardan birinin T-shirt’ü, altımda üç yıldır aralıksız giydiğim işporta pantalon. Herkes bana alaycı gözlerle bakıyordu, ne haddime benim fuarda çalışmak, millet benim olduğum standa ne sikim yemeye gelir lan diye düşünmeye çoktan başlamıştım.

Ama madem buraya kadar geldik –zaten öyle bir yerde oturuyorum ki nereye gidersem gideyim en az bir saat harcıyorum yolda- bari şansımı deniyeyim dedim. Derken adamın biri daldı içeri, ”Sen, sen, sen, sen, sen, sen” başladı saymaya, kendimi amele pazarında gibi hissediyordum. 6 kişi saydıktan sonra durdu, bana baktı ve sen dedi. Bir anda tüm ilgi benim üzerime döndü, Abercrombie&Fitch giyinen tüm erkekler nefret dolu gözlerini dikmişlerdi bana. Odada en çok nefret edilen fakat en mutlu olan adam bendim.

Götüm de hafiften kalkmadı değil, ananemin arkadaşları -60 yaş ve üstü- eve geldiğinde “Ne yakışıklı oldu bu oğlan” derken haklılarmış meğer. Bizi içeri aldılar, suratımda yavşak bir ifade vardı. Tüm maç boyunca oyunu kendi ceza sahamda kabul etmiş ama 90. dakikada kontradan bulduğum golle maçı 1-0 önde tamamlamış gibiydim. Yine o adam geldi, başladı konuşmaya:

“Tamam şimdi seni Turkcell standına yolluyoruz, seni de TeknoSA’ya, seni Vatan Bilgisayar’a verelim, seni de ATİKER Sıralı Otogaz Sistemleri’ne, sen BİM’e gir” gördüğünüz gibi gittikçe boktanlaşıyordu işler. Sadece iki kişi kalmıştık, bakalım en boktan işi hangimiz alacaktı; düz mantıkla gidersek ilk söylediği isim yırtmış olacak, sona kalan en siktiriboktan işte çalışacaktı. Kışın ortasında güneş gözlüğü takmış denyoya bakarak “Seni girişe alıyorum” dedi. Sonra uzun uzun bana bakmaya başladı, ”Hmmm, benim altı kişiye ihtiyacım var sen napıyorsun burada” diye sordu. ”Nerden bileyim yarrrram” diyemedim tabi, ”Abi beni de çağırdıy”

Evet en sondaki “dın” hecesi çıkmadı çünkü gittikçe daha da kısıklaşıyordu sesim, cümlenin sonunu getiremedim.

Tamam adam bana siktiri çekecek derken bir anda kafasında ampül yanarcasına değişik mimiklere büründü:“Aaa doğru, tamam diğer arkadaşlar çıkabilir, seni neden çağırdığımı şimdi hatırladım” dedi. Odada adamla baş başa kaldık

Bir adım geri attım, ensemde Tecavüzcü Coşkun'un soğuk nefesini hissedebiliyordum. Adam masumiyetimi çalmak üzereydi. Kulağımda Nuri Alço müziği çınlamaya başlamıştı, titriyordum. Adam gözlerini üzerime dikti. Sanki benden birşey yapmamı bekliyordu. Götü kurtarma zamanı gelmiş de geçiyordu bile. Sonra ağzını açtı "Telefonuna baksana" dedi. Telefonum çalıyormuş meğer, melodim binlerce gencimizin kullandığı Nuri Alço şarkısı diye bilinen The End isimli eser. Ananem arıyordu "Tamam anane ben dışarıda yerim beni bekleme" dedim kapadım telefonu. Belki adam bana acır da üzerime atlamaz diye rahatlatmaya çalışıyordum kendimi. Elindeki belgeleri incelerken masanın üstündeki resmi gördüm. Mutlu bir aile resmiydi bu adamın çoluğuyla çocuğuyla çektirdiği, rahatladım birazcık. Ama adam hala konuşmuyordu, ne işti lan bu?

Derken yüzüme baktı, ”İşim gereği hergün yüzlerce erkekle ilgileniyorum” dedi, şüphelerim geri dönmüştü, karısıyla arasındaki cinsel soğukluk yüzünden başka arayışlara vermişti kendini adam. ”Hepsinin saçlar kısa, kulaklarında pırlanta küpe, giydikleri hep marka, hepsi tiki hepsi metroseksüel”, belki büroya gelmeden traş olsam bunların hiçbiri olmayacaktı, şimdi hayatımın en rahatsız edici tecrübesiyle karşı karşıya olabilirdim “Bu adamlara çöp topla desen surat asar, yük taşı desen üstüm başım tozlanır der, anca yarrak gibi standda bekleyip karı keser hayvanoğlu hayvanlar” demesiyle gerçek rahatlığa kavuştum. Çok delikanlı bir adamdı bu, hatta benim gelecekti halimdi lan resmen, bıkmıştı denyolarla uğraşmaktan. ”Haklısın abi” dedim “Tommy Hilfiger siksin onları e mi” diyerek eski yazılarımdan birine gönderme yaptım, adam güldü. ”Sevdim seni adın ne? “ diye sordu, şimdi Bengisu desem adamın gözündeki bütün karizmam sıfırlanacaktı; onun yerine alt kimliğim olan Yusuf ismini verdim.

“Yusuf” dedi “Biliyorsun bir ay sürecek bir fuar bu, pisliği de var yükü de. Senden oradaki hizmetlilere yardımcı olmanı istiyorum”, ”Peki abi benim için böylesi daha iyi sikerim standını” diyerek anında kabul ettim teklifi.

Artık bu devirde böyle adamlar kalmamıştı, hele İstanbul’da, üstelik ajansta. . .

Göğsümü kabarta kabarta eve döndüm. İki gün sonra başlıyordu fuar, servis getirip götürecekti beni, yemeği de onlar veriyordu, orada bana karışan da olmayacaktı, MP3’ümü takarım istediğim gibi takılırım modundaydım.

O gün geldi çattı, bana söylendiği üzere sekizde evimin önünde beklemeye başladım ama minibüs sekiz buçukta geldi, üstelik içinde şoförden başka kimsecikler de yoktu, ilk durak bendim. Madem boş hemen atladım öne, zira arka tarafa kolayına sığmayan biriydim. Bu hareketim şoför tarafından yanlış anlaşıldı tabi onunla konuşmak istiyorum sandı hemen açtı muhabbeti:

“Ya genç kusura bakma dün kafaları çektik biraz ondan geç kaldım”

Yok be abi ne sorunu falan ayaklarına yattım ben hemencecik, zira adam emekçiydi, kim bilir ne lavuklarla uğraşıyordu hergün, saygı duyuyordum yaptığı işe.

Derken adam hayat hikayesini anlatmaya başladı, herif duldu. Karısı ölmemişti ama boşanmışlardı, birazcık da alemciydi belli. İlk durak benim evimdi, sonra yavaş yavaş dolmaya başladı minibüs ama ben Metin Abi’yle muhabbeti çoktan koyulaştırmıştım. Tam aradığım adamdı Metin Abi, ağzı bozuk, futbolsever, dünyayı siklemeyen, en önemlisi de lafını esirgemeyen biriydi. Trafikte etmediği küfür kalmadı, özellikle kadın şoförlere karşı sergilediği sert tutum ile iyice gözüme girdi.

Arkaya binen tipler selam bile vermiyordu bize, KRAL FM’in sesini sonuna kadar açmış, sıradaki şarkıyı birbirimize armağan ediyorduk, o alaycı yüzleri yeniden görmeye başladım dikiz aynasına baktığımda.

Yaklaşık iki saat süren yolculuktan sonra fuar alanına gelmiştik. Herkes eğitime alındı, beni ise eğitecek kimse yoktu. Resmen ayakçı olmuştum ilk günden. MP3’ü bırak takmayı cebimden bile çıkartamamıştım. Etrafımda görüyordum şakalaşan gençleri, kızlı erkekli grupları, ben ise ne zaman birisiyle iletişim kurmaya kalksam başka birisi yanına çağırıyor, emirleri sıralıyordu. Ajanstaki adamın oyununa gelmiştim, tatlı dille kandırmıştı beni, küfürleriyle aldatmıştı.

Bu ruh haliyle bir hafta gidip geldim fuara. İşten ayrılmamamın yegane sebebi Metin Abi’nin muhabbetiydi. Cep telefonumu numaramı da almıştı, mesajlaşıyorduk habire. Hatta bir gün bana istersem izin alabileceğimi söylediler fuardan, bunu Metin Abi’ye ilettim yıkıldı adam, sensiz o yol çekilir mi dedi, üstelik arkadaki artistlerle. Dayanamadım o gün de gittim işe.

Arka taraf tek kelimeyle “YIKILIYOOOOOO”du. Yavşak erkekler, fingirdek kızlar, gülüşmeler eksik olmuyordu hiç. Ben ise Metin Abi’yle hararetli futbol tartışmalarına girmekle meşguldum zira kendisi fenerliydi ve her fenerli gibi Fenerbahçe’yi bir dünya takımı sanıyordu. Gözündeki tabuyu yıkmak için ne kadar uğraşırsam uğraşıyım bu saçma fikri değişmiyor, “Chelsea elimizden kaçtı” diyor Peygamber demiyordu. Gerçek yeniden suratıma geçirmişti kroşesini, daha ne kadar am göt muhabbetine kanacaktım; ne zaman benim de en kirli çamaşırlarımı paylaşabileceğim, her konuştuğumda kendimi cennete daha yakın hissedeceğim, sırf onu düşünerek bütün günümü dolu dolu geçirebileceğim bir sevgilim olacaktı?

Resmen am içinde yüzmeme rağmen rahip hayatı yaşıyordum. Okuldaki kızlar çok inekti, buradaki kızlar ise çok sosyete, ortası yoktu bunun. . .

Bu derin düşünceler eşliğinde bir Çarşamba sabahı daha bindim minibüse. Artık Metin Abi ile eskisi kadar muhabbet etmiyorduk çünkü “Fener bırak dünyayı sol taşşağımın bile takımı olamaz” dediğimden beri bana karşı mesafeliydi. Bu sefer her zamankinden daha fazla insan vardı arkada, eleman yetersizliğinden dolayı çalışan sayısı arttırılmıştı. Normalde yarısı boş olan minibüs son yolcuya yaklaşırken ağzına kadar dolmuştu, tek boş yer daha önce kimsenin oturmaya tenüzzel etmediği yanımdı. Götü mahkum son yolcu yanıma oturdu, şansıma kız çıkmıştı. Ama yapabileceğim tek şey minibüs sağa sola dönerken hafifçe kıza sağ bacağımı değdirmekti, olsun hiç yoktan iyidir diye buna da şükrettim.

Zaten kız da elinde telefonu kulağında kulaklığı son derece izole idi etrafına ama gerçekten çok zarifti, diğer kızlar gibi makyaj adı altında suratının tamamını boyamamıştı, üstelik son derece şıktı, üzerinde pembenin herhangi bir tonu bile yoktu.

Tam bir korkak olduğum için kıza tek kelime etmedim, ama hep tetikteydim, hatta kafamda selam verirse anında etkili olacak espriler planlıyordum. Sonra bu esprilerin sadece planda kalacağının, bu kızın da diğerleri gibi benden tiksineceğinin farkına vardım. Boşuna kafamı yormaya gerek yok diyerekten çantamdan çıkardım Uykusuz’u. Normalde ilk olarak pek sevmediğim yerleri okur Umut Sarıkaya’yı sona bırakırdım ama o an ihtiyacım olan tek şey içinde bulunduğum gerçeklikten uzaklaşmaktı, bu yüzden Umut Sarıkaya’nın yazısını açtım hemen.

Yazının ortasındayken birisi bana seslendi, refleks olarak sola, Metin Abi’ye doğru döndüm, ”Bir şey mi dedin abi” dedim, kafasını bana döndü, gözleri herşeyi anlatıyordu. Resmen tek bakışıyla “Senin elinden uçan da kaçan da kurtulamaz aslanım” mesajı vermişti Metin Abi, tecrübe konuşuyordu. Derin bir nefes aldım, 180 derece çevirdim kafamı.

“Buyrun” dedim, tam bir beyfendi gibiydim. ”Ya Uykusuz’a bakabilir miyim biraz, alamadım bugün aceleyle çıktım evden” dedi. Bir an hala Umut Sarıkaya’nın yazısını okurken hayal dünyasına daldığımı sandım, madem gerçek değil bunlar filmlerde görüp asla deneyemediğim numaralara başvurayım dedim. ”Valla ben de okumadım henüz birlikte okuruz istersen”, Erdal Acar’ın yandan yemişiydim. ”Tamam bana uyar” dedi, tam o anda Metin Abi ani fren yaptı elim yanlışlıkla kızın göğsüne değdi. Annemin beni emzirmesinden beri ilk defa o yumuşaklığı hissetmemle hayal dünyasında olmadığımı anladım, bugüne kadar hiçbir kıza el bile sürememişken siftahı göğüsle açmıştım.

Tabi yerin dibine girdim bu kazadan sonra, ”Ya tam sayfa çevirirken Metin Abi fren yaptı şey mey kırn mırn, merkez kaç kuvveti” diye saçmalamaya başladım, adım gibi eminim Metin Abi bile bile yapmıştı o manevrayı, tam bir yaşlı kurttu.

Ben merkez-kaç kuvveti diyince güldü kız, o kadar tatlı bir gülüşü vardı ki kelimeler hafif kalır tasvir etmeye, ”Olur böyle iş kazaları” dedi, bu sefer de ben güldüm. Pek sık gördüğüm birşey değildi bu, espri yapabilen bir kız, üstelik güzel, hem de göğüsleri tam olması gereken ölçüde.

Ondan sonra başladık muhabbete. Birisiyle tanışırken genelde zevklerimden bahsetmemeye çalışırım zira, ”The Dillinger Escape Plan ne, Dogma felsefeyle alakalı birşey değil miydi, ben bir tek Barcelona'yı biliyorum yabancı takımlardan” şeklinde tepkilerle karşılaşıyordum her defasında. Ama bu sefer gazı fena almıştım, direkt damardan enjekte ettim kendimi. Kız benim dinlediğim grupları bilmese de bir metal musikiseverdi, filmler hakkında bilgisi vardı, Arsenal’in de bir futbol takımı olduğunu biliyordu.

Bu hoş sohbet fuar alanına varmamızla son buldu. Dönüşte öne oturur musun diye sordum, utangaçlıktan kıpkırmızı olmuştu yanaklarım, kendi çapımda teklif ediyordum yani, peki dedi.

O gün bitmek bilmedi. Sürekli paydosu bekliyor, dönüşte neleri konuşacağımızı düşünüyordum. Mümkün olduğu kadar da az iş yapıyordum ki kız beni amelelik yaparken görmesin, hep kamera arkasındaydım. Az fırça yemedim değil o gün.

Aslında kızın yanına gidip sürpriz yapsam şimdi etkileyici olur diye düşünürken ne kadar gerizekalı bir adam olduğumu bir kere daha anladım. Kızın hangi standda çalıştığını sormamıştım, hatta adını bile bilmiyordum zira görüyorsunuz hala “kız” diye betimliyorum kendisini. İlk defa çekici bir kızla doğru dürüst iletişim kurdum diye kendimle gurur duyarken o da yalan olmuştu.

Dönüşte bekledik bekledik gelmedi kız, Metin Abi “Yeter artık arkadakiler huysuzlanıyor, gitmem lazım” dedi, ”Abi elini ayağını öpeyim nolur be abi, çocuğum olursa yemin ederim adını Metin koyacağım” diye yalvarmaya başladım. Kabul etti biraz daha beklemeyi, arkada saçlarını yarrak gibi dikmiş piçin teki Metin Abi’ye bağırdı “Sabah olmadan yola çıkacak mıyız, işimiz gücümüz var bizim”. Metin Abi “Noldu erkek arkadaşın mı bekliyor evde” diyerek koydu lafı. O benim kahramanımdı.

Tam kontağı çevirdi Metin Abi kız göründü, koşuyordu dört nala. Suratı kıpkırmızı olmuştu. Hemen ön tarafa geçti, teri bile güzel kokuyordu. ”Ya kusura bakmayın televizyoncular geldi o yüzden geç kaldım fazla beklemediniz değil mi” dedi Metin Abi’ye, hemen lafa daldım ben “Yok ya minibüs de geç geldi zaten trafiğe takılmış” diye yalan söyledim. Üstüne doğru birşey söyleyeyim de dengelesin diye “Televizyoncu da hangi standa gideceğini biliyor hani ehehe” demeyi ihmal etmedim.

“Yaa tabi, kesin başka birisi için gelmiştir, işleri güçleri yok beni mi çekecekler” demesiyle gözümde iki kat daha güzelleşti kız. Müstakbel eşimin ismini sormanın zamanı gelmişti artık. ”Seni hışt kız çocuğu diye mi çağırıyorlar yoksa bir adın var mı? ” diye son derece orijinal bir cümle kurdum, ”Mehtap” dedi. Sonra on saniye sessizlik oldu, benden adımı söylememi bekliyordu belli ki, ikilemdeydim, utanıyordum ismimden “Dalga geçmeyeceksin bak” diye başladım söze “Bengisu” devam ettim “Evet kız ismi” cümlemi sonlandırdım. ”Olsun benimki de pavyon karısı ismi”

Sonunda bulmuştum, kapı zilimizde Bengisu&Mehtap Türkan yazacaktı.

Dönüş yolunda Family Guy’a olan hayranlığımdan bahsettim, o da severek takip ettiğini söyledi. Eve gider gitmez en iyi Family Guy bölümlerini bir CD’ye yazdım, attım çantama. Gece gözüme uyku girmedi, uyumak istemiyordum, en tatlı rüyalarım bile Mehtap’a yaklaşamıyordu.

Sabah bir heyecanla çıktım evden, Metin Abi ilk defa zamanında geldi beni almaya. ”Abi naber yaaa” diye mutluluk dolu bir selam verdim Metin Abi’ye. Çakal çakal baktı bana, cebinden bir anahtar çıkardı “Hayırdır abi bu ne” diye sordum, ”Bizim evin anahtarı lazım olursa çekinme” dedi. Metin Abi’ye çok pis sinirledim, ”Abi kazık kadar adamsın yakışıyor mu sana, bir de bana örnek olman lazım” dedim. ”Olm erkek adamsın lan ihtiyaçların var, kızda da iyi mal var” demesiyle kan beynime sıçradı “BİR DAHA ONUN HAKKINDA BÖYLE KONUŞURSAN BENZİN DEPONA İŞERİM, BAGAJINA SIÇARIM” diye kükredim. Direkt adamın ekmek teknesine sövdüm, o derece sinirlenmiştim.

Düşünmesi bile midemi bulandırmaya yetmişti, Mehtap sikilmeyecek kadar güzel bir kızdı. Tek isteğim onunla aynı yatakta olmak, o güzel yüzüne bakarak uyuyakalmaktı, tabi öylesine göz kamaştırıcı bir manzara karşısında uyuyakalmak mümkünse.

Yolun geri kalanında Metin Abi özür dilese de yaptığı affedilecek türden birşey değildi, burnu sürtsün istiyordum biraz, aklı başına gelince affedecektim. En sonunda Mehtap’ı da aldı minibüs. . .

Hemen çantamdan çıkardım CD'yi, bu ne diye sordu. "Family Guy" dedim, "En güzel bölümleri, kıymetimi bil", teşekkür etti, "Çok düşüncelisin" dedi. Belki koluma girer diye sağ kolumu açtım biraz ama boş kaldı sağ kolum. Daha yeni tanıştık, hemen sarmaş dolaş olmadığına göre kaşar değildir diye düşündüm. Ona her baktığım ağzına kadar dolu bir bardak görüyordum.

“Seni düne kadar hiç görmedim yeni mi başladın işe” diye sordu, ”Hayır ilk günden beri varım”, ”Eee o zaman neden hiç seni görmedim ben ya”, ”Genelde idari işlerle ilgilendiğim için fuar alanına pek çıkmıyorum” dedim. Metin Abi kıs kıs güldü, ama yapabileceğim birşey yoktu, aslında vardı. Madem Methap’ı bu kadar çok seviyordum ona karşı yüzde yüz dürüst olmalıydım, ”Ben çöp topluyorum, standları falan kuruyorum, malzeme taşıyorum, kısacası ayakçıyım” dedim kafamı öne eğerek. Zerre sikinde olmamıştı “Ne güzel, standda çalışanlar hep tiki zaten” dedi, Allah’ım neden 19 yılımı boşuna harcarttırdın bana, neden bu kadar geç tanıştım Mehtap’la diyerek isyanlara girmeye başladım. Yaradan’dan bile daha çok seviyordum onu. . .

Mehtap’ın e-posta adresini ve cep telefonu numarasını aldım, hergün MSN’de konuşuyor, fazla abartmadan da mesajlaşıyorduk. Artık gerçeklerle yüzleşmem gerekiyordu.

O soruyu sordum “Erkek arkadaşın var mı? ”, hayır diyince “Yeme beni” dedim. Gülücük attı, evet MSN üzerinden yapıyorduk bu konuşmayı. ”Ya beni gözünde çok büyütüyorsun” dedi “Hayır sen kendini küçümsüyorsun” diye verdim saniyesinde cevabı. Kendimi tutamıyordum, her hareketi bende hayranlık uyandırıyor, bunu ifade etmek için iltifat üstüne iltifat patlatıyordum. Benim kız arkadaşım olmadığını öğrenince fazla şaşırmadı, ruh halinde pek de değişiklik sezemedim.

Bu konuşmalardan sonra bana “kanka, dost” demeye başladı, sanırım niyetimi anlamıştı. Evet Mehtap’dan çocuğum olsun istiyordum, seks yapmak için bahane değildi bu, tek isteğim onunla birlikte yaşlanmaktı.

Artık Metin Abi’yi bile siklemez hale gelmiştim, hayatım Mehtap üzerine kurulmuştu. Ama bir türlü o adımı atamamıştım, çıkmıyorduk, arkadaştık. Şikayetçi miydim, hayır. San Marino Milli Takımı’ndan farkım yoktu, golsüz beraberlikte bile bayram havasına girmiştim. Tarihimdeki en büyük zafer buydu.

Bir süre sonra Mehtap eski erkek arkadaşını ne kadar özlediğinden bahsetmeye başladı. Kafamda canlandırdığım adamın Cem Uzan’dan farkı yoktu, kazanmak için doğmuştu. Herşeyiyle mükemmeldi, Mehtap da böyle birini hakediyordu elbette, ben kimdim lan Cem Uzan’ın yanında, adam Motorola’yı bile dolandırdı, ben ise ancak kendimi kandırabiliyordum, ikna yeteneğin sıfırdı. Ben neyimle etkileyecektim Mehtap’ı “Bak benim blogum var her ay iki yazı ekliyorum, yanda müzik de çalıyor, düzenli olarak yorum yapan 4-5 kişi var”. Dost olarak kalırsak sonsuza kadar beraber oluruz diye avutuyordum kendimi, onu kaybetme riskini göze almak istemiyordum.

Balayı yavaştan sona ermeye başlamıştı tabi, Mehtap artık benimle eskisi gibi ilgilenmiyordu, kendi sorunları vardı. MSN’de konuşmaya çalıştığımda “Şu an meşgulum başka zaman konuşuruz” diyordu hep, yüzünde de bir mutsuzluk vardı. Beni sadece varlığıyla dünyanın en mutlu adamı yapan kızın moralini bile düzeltememek o kadar koyuyordu ki bana.

Artık birşeylerin değişme vakti gelmişti, sorumluluktan kaçan, büyümeyi reddeden, Mehtap’ın en fazla dost olarak göreceği etkisiz eleman olamazdım daha fazla. Onu elde edebilmemin tek yolu değişmekti, ayakçılığı bırakıp daha düzgün bir işe başlamak atacağım ilk adımdı.

Akbilimi alıp çıktım evden, ajansa gittim. Beni bu hallere düşüren ibnenin odasına daldım, adam beni görünce inanılmaz mutlu oldu. ”Seni buraya Allah gönderdi” dedi, evet kaderim buydu benim, herşey yerli yerine oturuyordu.

“Acilen Kurtlar Vadisi’nde oynayacak birine ihtiyacımız var, elemanlardan biri trafik kazası geçirmiş”

Tamam da bu kadarını beklemiyordum dürüst olmak gerekirse, Türkiye’nin en çok izlenen dizisinde rol alacaktım, Allah’ım dualarımı kabul etmişti, O da biliyordu Mehtap’ı benden daha çok sevebilecek bir kulunun daha olmadığını.

Atladık arabaya depo gibi bir yere gittik. Üzerimde Between The Buried And Me T-Shirt’üyle Kurtlar Vadisi’nde oynayacaktım. Bütün o oyuncular etrafımda geziyordu, mal gibi fotograf makinemi almadan çıkmıştım evden.

Rolüm basitti, Polat depoyu basacak, ve tek başına hepimizi öldürecekti. Her bölümü bir buçuk saat süren –çoğu filmin süresine denktir bu- bir dizi olduğu için aceleyle yapılıyordu çekimler, ikinci kere almayacaklardı büyük bir hata olmadığı sürece. Elime verdiler plastik tabancayı, nöbet tutmaya başladım, sonra Polat geldi ben dahil 10 güvenlik görevlisini yedi mermiyle öldürdü, nasıl oldu sormayın.

Alnımın akıyla ölmeyi başarmıştım, ne zaman yayınlanacak bu bölüm diye sordum, yarın dediler. Prodüksiyon ekibini takdir ettim.

Eve gider gitmez MSN’e girdim, Mehtap çevrimiçiydi ama her zamanki gibi “Çok meşgul” tarzı bir durumdaydı. Siklemedim, ”Sana iyi haberlerim var” dedim. Sadece “? ” yazdı, meraktan çatladığı her halinden belliydi. ”Kurtlar Vadisi’nde oynadım bugün” dedim, ”Eee yani ben napayım” dedi. Herkesin bir sınırı vardı, tamam çok seviyordum ama bu umursamaz tavırları canıma tak etmişti artık, yeter amına koyayım dedim, part-time dostuydum resmen Mehtap’ın. Cevap bile vermedim bu tepkisinden sonra, ”Ben Kurtlar Vadisi’nde oynamış adamım, Mehtap rüyasında görür anca beni” diye avuttum kendimi. İletime büyük harflerle “YARIN KURTLAR VADİSİNİ İZLEMEYEN ÖLSÜN” yazdım.

Perşembe akşamı geldi çattı, Kurtlar Vadisi’nde tam üç karede görünüyordum, toplamda 5 saniyeye tekabul ediyordu bu. Ben artık bir yıldızdım. Bölüm biter bitmez MSN’e girdim ve listemdeki herkese Kurtlar Vadisi’ni izleyip izlemediğini sordum, bir Allah’ın kulu da bakmaz mı lan Türkiye’nin bir numaralı dizisine, okul da açık değildi. Etrafımda hava atacak kimsem yoktu. Kendi hayran kitlemi oluşturmam gerekiyordu.

Cuma sabahı ilk iş Kurtlar Vadisi’nin son bölümünü indirdim ve kendimin olduğu bir kareyi avatarıma koydum, MSN’i de açık bırakıp çıktım dışarı.

Bütün gün Taksim'de dolaştım durdum kimse beni tanımadı. Derken telefonuma bir mesaj geldi Metin Abi’den, ”Neredesin olm işi bıraktın mı” yazıyordu. Doğru lan işim vardı benim, ”Abi hastaydım yarın geleceğim, bu arada Kurtlar Vadisi’nin son bölümüne baktın mı? ” diye sordum, sadece çaldırmakla yetindi. Kendi aramızda yaptığımız anlaşmaya göre bir çaldırma hayır iki çaldırma evet demekti, telefonun başında bekledim, o ikinci çağrı hiç gelmedi.

Fuarın bitmesine iki gün kalmıştı , belki fuarda beni tanıyan biri çıkar diye gitmeye karar verdim. Yine öne geçtim, Metin Abi’ye neden Kurtlar Vadisi’nin son bölümünü izlemediğini sordum “Karıya götürdük benim yeğeni 18. doğum günüydü” dedi, ”Karı demişken Mehtap hakkında bilmen gereken birşey var” diye ekledi. Kesin Metin Abi’ye beni sormuştu, bensiz minibüste ne kadar sıkıldığından bahsedecekti kesin, ”Arkaya oturuyor artık, sen gelmediğinden beri ön taraf hep boştu”

Şimdi sizin için arkaya oturmak son derece normal birşey tabi ki, ama Metin Abi ve benim için arkaya oturmak büyük bir hakaretti. Arka taraf piç doluydu, sadece ön tarafa oturanlara güveniyorduk, Mehtap’a defalarca anlatmıştım bunu, onun arka taraf orospularına benzemediğini, güzelliğine rağmen çok sağlam bir kişilik geliştirdiğini.

Ama o kişilik kayıplara karışmıştı artık, beni önde görmesine rağmen arkaya oturdu, gerizekalı kızlarla muhabbet etmeye başladı. Midem bulanıyordu, Metin Abi yüzüme baktı, ”Merak etme be olm sana kız mı yok” dedi, hayır abi yok bakışı atıp trafik yüzünden zaten hareket etmeyen minibüsten indim, başladım duran arabaların arasında yürümeye.

Tam üç saat boyunca yürüdüm, nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Tek isteğim tüm yaşadıklarımı silmekti kafamdan, hayatımdaki tek başarımın Kurtlar Vadisi’nde ölen adam olması bile intihar etmem için yeterli bir sebepti.

Hem zaten ölünce değerim anlaşılacaktı, yazılarıma kim bilir kaç tane yorum gelecekti ulusal televizyonlarda intihar ettiğim gösterilince.

Mehtap’ı da istemiyordum artık zaten, o tarz kızların benimle işi olmazdı. İçinde bulunduğum bir ikilem vardı:Sadece zeki kızlara aşık oluyordum, kız zekiyse bana hayatta bakmazdı. Sadece sevmek yetmiyordu artık. . .

Hayatım boyunca yalnız kalmaya mahkumdum, zavallılığımı daha fazla uzatmanın anlamı yoktu.

Teras kata çıkarken apartmanda gördüğüm birine “Afedersiniz, Kurtlar Vadisi’nin son bölümünü izlediniz mi” diye sordum, izlemediğini söyledi. Anasını sikeyim kim izliyor bu diziyi diye bağırarak çıktım en üst kata. Baktım aşağıdan geçen kimse beni siklemiyor telefonu çıkardım 911’i aradım operatör “Sayın abonemiz, burası Amerika değil, lütfen anlayın artık” dedi. Polis İmdat’ın numarası kaç bilmiyordum, 110’u çevirdim itfaiye çıktı, burada birisi intihar ediyor çabuk gelin dedim, ”Beyfendi burası itfaiye, lütfen 112’yi arayın”, ”Peki bir soru sorabilir miyim”, ”Buyrun”, ”Kurtlar Vadisi’nin son bölümünü seyrettiniz mi? ”, ”Dıı dııı dıııı dııııt, dıı dııı dıııı dııııt”

112’yi aradım biri intihar ediyor dedim, adresi verdim yaklaşık iki saat sonra bir polis ekibi geldi. ”Atarım lan kendimi yaklaşmayın” diye bağırdım ama sesimi kimse duymuyordu zira 10. kattaydım. Bir baktım haber ajansları da yavaş yavaş gelmeye başladı, tamam artık zamanı gelmişti. Bütün Türkiye’ye ibret olacaktım, benim adıma siteler açılacak, türküler söylenecekti.

Derken arkadan polis ekipleri geldi, ellerinde coplar vardı “Gel buraya” dediler, atlamazsam kesin dayak yiyecektim. Megafon istedim bir tane, ”Yoksa hepinizi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne veririm” diye tehdit ettim getirdiler megafonu. Tam konuşmaya başlayacaktım bir minibüs geldi.

Bu minibüs Metin Abi’den başkasına ait değildi, içinden de Kurtlar Vadisi oyuncuları çıktı. Polat eline aldı megafonu ve konuşmaya başladı:

“Bak kardeşim, hepimizin hayatları zor ama hiçbir zaman karşına ne çıkacağı belli değil. Polat Alemdar rolü hariç hiç oyunculuk yapmamış olan ben bile şu an Türkiye’nin en ünlü ve en çok kazanan oyuncularından biriyim”

Adam haklıydı ama sesi götüm gibiydi, üstelik uzaktan suratı da seçilemiyordu. ”Sen Polat değilsin, beni kandıramazsın” dedim, megafonu kardeşi ve aynı zamanda dizinin senaristi Raci Şaşmaz aldı “Dizide dublaj kullanıyoruz, yanımdaki abim Necati Şaşmaz” dedi. Evet haklıydı, Polat Almanya’da büyüdüğü için şiveyle Türkçe konuşuyordu.

“Peki” dedim “Neden kimse Kurtlar Vadisi’nin son bölümünü izlememiş, güya ülkenin en çok seyredilen dizisi”. Cevabı dizinin yönetmeni ve aynı zamanda Polat’ın diğer kardeşi olan Zübeyir Şaşmaz verdi. ”Herkes özeti izledikten sonra kanalı değiştiriyor, yani senin oynadığın bölümü haftaya izleyecek 70 milyon”

O da haklıydı, zira özet hem normal bölümden daha kapsamlı hem de daha az reklamlı oluyordu. Şaşmaz kardeşler hakikaten şaşmıyordu. Polat yine eline aldı megafonu:

“Hadi güzel kardeşim, in aşağı, yanyana resim çektirelim Facebook’una koy, mutlu mesut bitsin herşey”. Eve gidince yapacağım ilk iş Facebook'a üye olmak olacaktı.

Tam geri dönecektim ki ayağım kaydı ve yazının başında bahsettiğim gibi göt üstü düşmeye başladım onuncu kattan. Ne utanç verici birşeydi, kendi mallığımdan dolayı ölecektim.

Soğuk betona yaklaştığımı hissettiğim an iki güçlü kol tuttu beni. Evet Polat fizik kurallarını altüst ederek beni kurtarmış, seksen kiloluk bendenizi 30 metre yüksekten aşağıya düşerken çok rahat bir şekilde tutmuştu. Bazen Kurtlar Vadisi’ni izlerken “Ebenin amı Polat” dememe rağmen o bir süperkahramandı, bunun farkına ancak o zaman vardım. Elinde mikrofonlu bir sürü basın mensubu Polat’a sorular sormaya başladı. Show TV’ye açıklama yaparken “Sadece diziyle değil, dizi dışında da insanlara hizmet ediyoruz” diyerek bir kere daha şehrin anahtarını hakkettiğini gösterdi.

Bir süre sonra televizyoncular terketti ortamı ama Kurtlar Vadisi oyuncuları benimle yakından ilgileniyorlardı, ben onlar için her bölümde harcanan ortalama 35 figurandan daha farklıydım. Muro yanıma geldi “Sakalı asla kesme, tam bir devrimciye benziyorsun” diyince “Abi ne devrimi ya” dedim, Muro Çeto’ya doğru bakarak “Sık kafasına” dedi, gülüştük. Sonra yanıma Güllü Erhan geldi “Abi şu sol kolunu gömleğinden çıkart Allah’ını seversen çok belli oluyor” dedim. Hayatımın en güzel gecelerinden biriydi o ana kadar. Sonra bir jip geçti önümüzden, plakası “34 PLT 34 “idi, Polat’ın yanında Mehtap vardı, o büyük gözleriyle hayran hayran Polat’a bakıyordu. Evet kahramanımız yine güzel kızı tavlamış, sevgili yazarınız ise avcunu yalamıştı.

Ve herkesin arasında hüngür hüngür ağlamaya başladım “Neden Polat beni kurtardı, neden benim süper güçlerim yok, neden sevmek günah bana, Allah’ım nedeeeeeeennnnnn? ”. Ömer Baba geldi yanıma. ”Bak evladım” dedi, kadife sesiyle başladı anlatmaya:

-Osmanlı Devleti’nde posta teşkilatının yeni yeni kurulduğu zamanlarda Cengiz adında bir postacı varmış. Kimi kimsesi yokmuş Cengiz’in, sadece eşeğiyle şehirden şehre gider mektupları ulaştırırmış. Cengiz birgün dinlenmek için büyük bir çınar ağacının gölgesine uzanmış, eşeğini de bağlamış ağaca. Uyandığında ise eşek ortalarda yokmuş. Cengiz bir hafta boyunca eşeğini aramış fakat bulamamış. Derken bir köye gitmiş, orada bilgenin biri köy halkına nahisatlar veriyormuş. Cengiz’in kan çanağı gözlerini görünce noldu diye sormuş. Cengiz de bir eşeğim vardı, yol arkadaşım, tek yarenim onu kaybettim, ondan başka hayatımda kimseyi sevmedim, sevemedim demiş. Bilge cemaate bakmış, Ey cemaat içinizde bugüne kadar hiç sevmeyen biri var mı diye sormuş, iki kişi elini kaldırmış. Bilge Cengiz’e dönüp “Sen bir eşek kaybettim diye üzülüyorsun ben sana burada iki tane buldum” demiş.

-Bir eşek kadar olamadım Ömer Baba, bir eşek kadar olamadım...




Yazının sonuna kadar dayanan herkese en içten teşekkürlerimi sunarım.

10 Kasım 2008 Pazartesi

31557600

Dile kolay tam 31557600 ,yazıyla otuzbir küsür- saniye geçmiş MİK yayına başlayalı.Evet bir kelime bir işlem izleyerek büyüyen okurlarım,sizleri büyük bir zahmetten kurtarıp hemen cevabı veriyorum,365 gün 6 saat.

Bugüne kadar devam edeceğimi hiç sanmıyordum açıkçası,bir iki yazı yazar sıkılırım diye düşünüyordum ama kendimi yanılttım,maymun iştahımı aç bıraktım ve koskoca 31557600 saniyeyi devirdim.Sizlerin sayesinde elbette,beni sizler yarattınız,fiziksel ve zihinsel gelişimleri olumsuz yönde etkilenen çocukların annelerine de hesap verecek olan sizsiniz.

31557600 saniyedönümüne yaklaşırken ülkemizin başına gelmiş en güzel organizasyon olan AKP her zamanki gibi hayatımı bir adım ileri götürdü,belirli bir süreliğine Blogspot’a erişimi engelledi.

Tabi bizler hükümetimiz kadar zeki olmadığımız için sinirimizden evdeki bütün ampülleri kırdık;mumlara ve gaz lambalarına dönüş yaptık ama kısa bir süre sonra farkına vardık ne kadar yerinde bir karar verdiklerinin.

Araştırmacı-rahatsız olarak elbette ki diğer blogları takip ediyorum ama büyük çoğunluğunda bir özensizlik bir vurdumduymazlık mevcut.İnsan biraz özenir,güzel güzel yazılar koyar bloguna,çiçekli miçekli temalar eşliğinde.

Ben de o densizlerden biriydim,fakat Amına Kodumunun Partisi –samimiyetime verin- sayesinde blogumun önemimi kavradım.Demek ki elimden alınması gerekiyordu kıymetini öğrenebilmek için,dikkatli okurlarım farkına varmıştır ki yasak kalkınca temayı değiştirdim,hatta musiki bile ekledim siteye.Sağol
AKP,bir florasan lamba gibi hayatımı aydınlattın.

Hükümete sevgi dileklerimden sonra yazıma başlayabilirim artık.Evet sevgili MİK dostları,yine hepimizi derinden üzen bir konuya değinmek istiyorum.

Ben dünyanın en azılı suçlusuyum.Hakkımda Interpol raporları var,bu gezegendeki bütün sorunların kaynağı benim,ikiz kuleleri ben yıktım,Gamze Özçelik’i seks yaparken telefona kaydeden de benim,Ergenekon göbek adım,İskender Büyük elimde yetişti,yerli dizi furyasını başlatıp ülkedeki bütün kadınları hiptonize eden de benden başkası değil.Kısacası sabıkam bayağı kabarık.

İşte bu yüzden ne yaparsam yapayım hep bir engelle karşılaşıyorum.Baştan başlayalım.Doğduğumda götüme biri şaplak attı,nefes alıp almadığımı öğrenmek içinmiş;siktir lan insan gibi sorsana!Gücün anca iki-üç dakikalık bebeye yetiyor şerefsiz.

Sonra okul açıldı,hepimize aynı salak önlükleri verdiler,neden peki?Çünkü ben o kadar orospu çocuğu bir adamım ki hergün başka kıyafet giyip fakir çocuklara “Şu LC Waikiki logosunu gördün mü,götüne girsin o” derdim önlem alınmazsa.

Ortaokula geçtik o salak önlükleri bile özler olduk,sik kadar boyumuzla ceket kravat taktırdılar bize ta ki lise bitene kadar.

Lisedeyken okulun etrafı ucu sivri korkuluklarla çevriliydi,okuldan kaçmaya çalışırsak kıçımıza saplansın diye.Allah korusun okuldan bir adım dışarı atarsak hemen uyuşturucu alacak,masum kızlara tecavüz edecek,çevremize terör estirecek kadar tehlikeli insanlardık biz.

Üniversiteye geldik herşey daha da kötüleşti,çünkü artık daha zeki vahşilerdik.Etrafa zarar vermek için başka kimseye ihtiyacımız kalmamıştı,olumsuz etkilerimiz minimuma indirmek için ellerinden gelenleri yaptılar.

Misal,İstanbul Üniversitesi öğrencisi olarak sadece kendi fakülteme girebiliyorum.Aklınız karışmış olabilir,dünya üzerindeki diğer bütün üniversitelerin aksine bizim kampüsümüz yok.Beyazıt’ın göbeğindeyiz,bir tarafımızda hayatlarını geçindirmeye çalışan zavallı Rus hanımlar,diğer tarafta modayı sattıkları saatlerle belirleyen zenciler,beri tarafta birbirinden değerli esnaf tayfası,ve tam ortalarında bütün bu güzelliklerin ağzına sıçan öğrenci yuvası üniversite.

Fakülteler arası bir bağ yok,birinden çıkıp diğerine sokaktan gidiyorsun.

Evet inanılmaz değil mi,bu azılı öğrenciler ellerini kollarını sallayarak sokaklarımızda geziyor.Peki ya başka fakültelere girip diğer bölümlerden öğrencilerle bir araya gelseler ne olur?Kıyamete bir adım daha yaklaşmaz mıyım?

Ama korkmayın böyle birşey söz konusu değil,her öğrenci sadece kendi fakültesine girebiliyor.Her binanın önünde sıkı güvenlik önlemleri var.İstanbul Üniversitesi deyince akla gelen ilk şey o büyük kapı tabi ki.Ülkemizin en eski okullarından birine ait,tarihi bir eser adeta o kapı.Böylesine önemli bir yapıyı da sıkıca korumak gerekiyor doğal olarak.

İşte bu yüzden benim o binaya girmem yasak ya sevgili okurlar.Biliyorsunuz ben ÖSS’de yüksek puan yapıp üniversiteyi kazanmış bir piçim,hem kötüyüm hem de zekiyim.Şimdi beni oraya kabul etseler yıkmaz mıyım o güzelim kapıyı,ziyan olmaz mı o kapıya?

Ama böylesine şaşalı bir yeri de halkımızdan esirgelemeleri doğru olmaz,işte bu yüzden sıradan vatandaşlar nüfus cüzdanlarını bırakarak geçebiliyorlar o kapıdan.

Zaten oraya zarar verecebilecek birisi olsa İstanbul Üniversitesi’ni kazanırdı,boşu boşuna herkese yasaklamanın anlamı yok.

Aslında benim de suçum değil,toplum beni bu hale getirdi.Onların baskısıyla ÖSS’ye girdim,ben de isterdim diğer herkes gibi vatanına milletine yararlı birisi olmayı,ama ne yazık ki öğrenci oldum.Bu hikayem de sizlere ibret olsun.

Geçen yaz arkadaşlarla ,hepsi de öğrencidir, dünyayı ele geçirip bütün iyi insanlara ölene kadar tecavüz etme planımız vardı.Teoride herşey tamamdı,tek yapmamız gereken operasyonlarımızı yürütebileceğimiz bir üs edinmekti.İşte bu yüzden ev aramaya başladık.

Gördüğümüz her ilanı arıyorduk fakat cevap hep aynıydı “Öğrenciye vermiyoruz”.Hatta ev sahiplerinden biri “Kiraya vereceğim apartmanda ailem de oturuyor yoksa öğrenciye verirdim” diyerek büyük bir insanlık gösterisinde bulundu,gözlerimiz yaşardı ve söz verdik birbirimize;dünyayı ele geçirdiğimizde o adama ve ailesine dokunmayacaktık.

Yapılan araştırmalara göre öğrencilerin kaldığı evlerin yüzde seksinde fuhuş yapılıyor,kapı kilitlerinin yüzde doksan sekizinde meni izlerine rastlanıyor,teröristlerin en fazla saklandıkları yerler de öğrenci evleri.

Maalesef hayat toz pembe değil,böyle mide bulandırıcı yönleri de var.Gönül ister tertemiz bir dünyamız olsun,öğrencilik tamamen kalksın,anneler mutlu çocuklar geleceklerinden umutlu olsun.Bunlar birer hayal elbette,öğrenciler hayatımızın acı bir gerçeği ve er ya da geç onlarla yaşamayı öğrenmemiz gerek.Tıpkı İsmail YK ile yaşamaya alıştığımız gibi...